31 Mart 2009 Salı

Lara's Theme

Bazı filmler müzikleri ile belleğime kazınırlar. David Lean'in yönettiği 1965 yapımı Doctor Zhivago / Doktor Jivago filmi benim için Maurice Jarre'ın müzikleridir her şeyden önce.

Çok genç yaşlarda ün kazanan Jarre 1962 Yılında Lawrence of Arabia / Arabistanlı Lawrence filminin müziklerini besteleyerek ilk büyük çıkışını yapmış ve Oscar ödülünü kazanmıştı. 1965 yılında Doctor Jivago ve 1984 yılında A Passage To India / Hindistan'a Bir Yol fimleri için bestelediği müziklerle de iki Oscar daha kazanmıştır. 150'yi aşkın filmin (bu filmler arasında The Message / Çağrı ile Dead Poets Society / Ölü Ozanlar Derneği hemen aklıma gelen Maurice Jarre'ın müziklerini bestelediği diğer filmlerdir.) müziğine imzasını atan Maurice Jarre çağdaş elektronik müziğin öncülerinden olan Jean-Michel Jarre'ın da babasıdır. Sevgili koca(m), 80'lerde Jean-Michel'in müziklerini, bilhassa Oxygen'i ve meşhur Çin Konseri'ni sevdiğini söylüyor, babasının müziklerini sevdiği gibi...
Oysa ne denli farklı türler baba ve oğulun yaptığı müzikler...

Maurice Jarre 29 Mart 2009'da 84 yaşında kansere yenildi. En son Şubat 2009'da katıldığı Berlin Film Festivalinde müzik yaşamındaki başarıları nedeniyle Altın Ayı ödülüne layık görülmüştü. Berlin Film Festivalinin yöneticisi Dieter Kosslick, tören sırasında, "Film müziklerinin bestecileri genellikle büyük yönetmenlerin ve oyuncu yıldızların gölgesinde kalır. Ama Maurice Jarre'ın durumu farklı oldu. Doktor Jivago'nun müziği, diğer yapıtlarının çoğu gibi, dünya çapında ün kazandı ve sinema tarihinin unutulmaz eserleri arasında yer aldı." diye de belirtmiştir.

Dr. Jivago, Boris Pasternak'ın romanından uyarlanmıştır. Romanın başına gelenler, SSCB zamanında sansürlenişi, parça parça Demir Perde'den Batı'ya kaçırılışı, aldığı ödüller, önce romanın ve sonra yazarının Batı'ya geçişi, devrime getirdiği romantik özeleştiri, ayrı bir başlıkta ele alınmalı... Romandan uyarlanmış filmimiz, Bolşevik Devrimi eşliğinde Doktor Yuri Jivago (Ömer Şerif / Omar Sharif) ve ailesinin başına gelenleri, devrimin sancılarını inanılmaz bir görsel şölenle aktarırken karısı Tonya (Geraldine Chaplin) ve sevgilisi Lara (Julie Christie) arasında kalışını da çok dokunaklı bir şekilde yansıtır. Sinema tarihinin en güzel aşk öykülerinden biri olan Lara ve Yuri Jivago'nun öyküsünü, Maurice Jarre'ın muhteşem müzikleri harikulade bir şekilde duygusal bir tınıya yükselterek, romantikleştirmiş ve ölümsüzleştirmiştir...

30 Mart 2009 Pazartesi

Es Geschah an der Mauer

Check Point CharlieSeneler önce gördüğüm Berlin beni etkileyen Alman kentlerinden biridir. Güncemde zaman zaman konuk olan filmlerde de sıkça adı geçen "Berlin Duvarı" ile ilintili Check Point Charlie Müzesi halen ürpererek anımsadığım bir noktadır. Müzeden aldığım kitabı kaybetmiştim ama çok sevgili iki arkadaşım beni unutmamışlar ve 13 Aralık 1961'de yapımına başlanan, 9 Kasım 1989'da yıkılan Berlin Duvarı'nın tarihçesini içeren kitabı, Berlin dönüşlerinde bana getirmişler.

29 Mart 2009 Pazar

Quo Vadis?

.
Seçimlerimiz hayatlarımızı belirler.
OY ANAM OY ! REY, REY, REY...
.

27 Mart 2009 Cuma

Schweigen ist schuld

Kitap okuyunuzStephen Daldry'in 2008 yapımı The Reader / Der Vorleser / Okuyucu filmini dün akşam izledik. Film Bernhard Schlink'in 1995'te yayınlanan aynı isimli kitabından (elbette Almanca yazılmış "Der Vorleser") uyarlanmış. Film üzerine ilk canımı sıkan nokta Almanca yazılmış kitaptan uyarlanan, Almanya'da geçen, Alman karakterlerlerin olduğu filmde İngilizce konuşulması. Gönderme yapılan kitaplar bile İngilizce. Tek tük görünen Almanca sözcükler sadece etraftaki dükkanlara ait. Kesinlikle hoşlanmıyorum bu durumdan. Belki yanılıyor da olabilirim, üstelik Uğur Mumcu'nun dediği "bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak" sözü hep aklımdadır ama yine de yazmadan edemeyeceğim: Almanlar II. Dünya Savaşına ait geçmişleri ile ilgili çok fazla film yapmamışlar. Benim hemen aklıma gelen Almanların o dönem üzerine gerçekleştirdikleri izlemiş olduğum dört film var; 1981 yapımı Das Boot / The Boat / Denizaltı, 1993 yapımı Stalingrad, 2001 yapımı Der Tunnel / The Tunnel / Tünel (Aslında, Tünel II. Dünya Savaşı sonrası Berlin Duvarı üzerine bir film ama yine de savaş sonucu bu durum oluştuğu için bu dönem filmlerinde sayıyorum) ve 2004 yapımı Der Untergang / Downfall / Çöküş. II. Dünya Savaşı üzerine Alman bakış açısından özellikle Das Boot ve Stalingrad'ın müthiş filmler olduğunu düşünüyorum. Sanırım The Reader ile başlayıp konuyu çok dağıttım, bu dönem üzerine olan Alman yapımı filmlere başka bir zaman güncemde değinmek üzere tekrar dün akşam izlediğim filme dönüyorum.

The Reader filminden çekim dili sebebiyle çok hoşlanmamış olmama rağmen, filmi içinden kitaplar geçtiği için (bu kez filmler değil geçen) sevdiğime karar verdim. Filmde adı geçen, okunan bir dolu güzel kitabın yanısıra Anton Çehov'un Дама с собачкой (Dama s sobachkoy)/ The Lady with the Dog / Küçük Köpekli Kadın (Iosif Kheifits'in Anton Çehov'un öyküsünden uyarladığı 1960 yapımı bu film de arşivimizde mevcut ancak henüz izlemedim.) isimli öyküsüyle karşılaşmak da çok hoş. Ana karakter Hanna kitaplarla kendisine okutturarak tanışıyor. Kendisine okunan kitaplarla seviniyor, üzülüyor, heyecanlanıyor. Üstelik filmin diğer karakteri Michael da -Sezar'ın hakkı Sezar'a- gerçekten hakkını vererek, canlandırarak okuyor eserleri.

Kitapları, okumayı ne kadar seversiniz bilemem ama ben kitapların beni özgürleştirdiğini düşünürüm. Bana sevdiğim insanın kitap okumasını da en az kendi başıma kitap okumak, okuduğum kitaplarla aşka düşmek kadar çok severim, üstelik kendi kendime kitap okumaktan daha romantik bulurum. Orhan Pamuk'un yegane sevdiğim Kara Kitap'ını kendim okumadım örneğin, seneler önce tüm kitabı sevgili(m) kocam bana okumuştu.

Filmin ilk yarısında haşır neşir olduğumuz romantik kitap okuma sahneleri eşliğinde Hanna ve Michael'in ilişkilerinden sonra başka bir yöne doğru gelişiyor film. Hanna'nın geçmişiyle yüz yüze geliyoruz ve savaş suçlusu olarak yargılanmasına tanık oluyoruz. Hanna'nın "gözlerimi kaparım, vazifemi yaparım" mantığı çerçevesinde anlattıkları mı daha rahatsız edici, birlikte yargılandığı diğer 5 kadının kayıtsızlığı mı, tüm suçun Hanna'nın üstüne kalışı mı? Üzücü bir o kadar da düşündürücü filmin ikinci yarısı. The Reader filminde sürekli beni düşündürten diğer nokta ise başlığa koydum tümce. Neden başkalarının yaptıkları hataları diğerleri durdurmak için hiç çaba göstermez? Neden susarak suça ortak olurlar? Bu daha büyük bir insanlık suçu değil midir?

26 Mart 2009 Perşembe

Big Brother is watching us!

Hymypoika
Fin yönetmen Jukka-Pekka Siili'nin 2003 yapımı Hymypoika / Young Gods / Genç Tanrılar filmi etrafımızı kuşatan kameralardan yola çıkarak yeniyetme genç Taavi'nin herşeyi video kameraya alma takıntısına odaklanıyor. Helsinki'de liseden mezun olacak olan Taavi 8 yaşında anne ve babasını kaybetmiştir. 18 yaşını doldurduğunda ailesinden miras kalan büyük bir eve (malikane desek daha doğru olacak) geçer ve ukala, şımarık sınıf arkadaşlarıyla çılgın mezuniyet partisini bu evde kutlarlar. Taavi tüm parti boyunca herşeyi kameraya alır. Herkes sızdıktan sonra da çekimlere devam eder ve kameraya aldığı son görüntü bir arkadaşının kız arkadaşlarından biriyle sevişme anlarıdır. Ertesi sabah Taavi diğer üç arkadaşıyla birlikte kaseti izleyince dört genç birbirlerine meydan okuyarak cinsel deneyimlerini kasete almaya ve birbirlerine izlettirerek en başarılı olanı bir heykelcikle ödüllendirmeye karar verirler. Ancak alınan bu karar çeşitli krizleri beraberinde getirecek, yeniyetme şımarık gençlerin oyunları sevimsiz hatta trajik bir sona doğru yönlenecektir.

Film bireysel olarak herşeyi kameraya alma saplantısı bir yana aslında günlük yaşantımızda haberleşme/iletişim araçları ile farkında olmadan nasıl izlendiğimizi, mahremiyetin artık sadece bir ütopya, bir sözcük olduğunu da gözümüze sokuyor. Yolda yürüken, araçta giderken, alışveriş yaparken, restoranda, kahvede otururken, çalışırken, okuldayken, bilgisayar kullanırken...Her an izleniyoruz. Cep telefonları, uydular, internet, kameralar, kredi kartları, fişler...Her tarafımız çevrelenmiş!

25 Mart 2009 Çarşamba

Was tun, wenn's brennt?

How to make?Gregor Schnitzler'in 2001 yapımı Was tun, wenn's brennt? / What to do in case of fire? / Yangın anında ne yapmalı? (ülkemizde Yangın Var diye gösterime girmiş) filmi herşeyden önce ideallerimize ne oldu sorusunu suratımıza çarpıyor. 80'li yılların sonunda Berlin'in bir ada olarak Doğu Almanya'nın ortasında olduğu zamanlarda Berlinli altı anarşist Alman genç türlü eylemlerle, sisteme karşı duruşlarıyla, polis çatışmaları ile günlerini geçirmektedirler. Bu anarşist gençlerin 80'lerin sonunda bir villaya yerleştirdikleri ev yapımı tuhaf bombanın (!) tutup 2000 yılında patlaması, 12 yıl aradan sonra bir araya gelmelerini sağlıyor. Çünkü bombanın patlamasıyla aralarında bir devlet görevlisinin de bulunduğu iki kişi yaralanınca polis bombacıları bulmak üzere harekete geçiyor. Yapılan bir polis baskınında bombayı yapan grupta bulunan Tim ve Hotte’nin evindeki eşyalara da el konuluyor. Üstelik bu eşyaların arasında grubun bombayı yaparken kendi görüntülerini çektikleri bir film de var. Böylece 80'lerin hızlı anarşistleri mecburiyetten bir araya gelerek filmlerini polis izlemeden emniyet müdürlüğünden almak üzere bir plan yapıyorlar.

Altı anarşist gence gelince, aradan geçen 12 yılda gruptan değişmeyen 2 kişi sadece Tim ve Hotte'dir. Gruptaki diğer gençlerden Nele artık iki çocuk annesidir. Maik zengin bir reklamcı olmuştur. Terror şimdi bir hukukçu olarak arkadaşlarının karşısındadır. 80'lerde Tim’in sevgilisi olan Flo ise şimdilerde zengin bir adamla evlilik hazırlıkları içerisindedir. Eski filmlerini emniyet merkezinden alamazlarsa kariyer, aile, huzurlu yaşam (!) diye bir şey kalmayıp tümü hapse düşebilecektir. Bir araya gelirler, geçmişlerinin muhasebesini yaparlar, artık birbirlerine karşı yok olmuş güvenlerini oluşturmaya çalışırlar ve filmi ele geçirme planlarını uygulamaya geçerler.

Radiohead'in No Surprises şarkısı eşliğinde fotoğraftaki sahne ağır çekimde akıyor...

Was tun, wenn’s brennt?/ Yangın anında ne yapmalı ?
Döngü...Brennen lassen! / Bırak yansın !
Döngü...

Daha güzel, daha iyi bir dünya ideallerine ne oldu?
Sistem yedi, bitirdi, götürdü, darmadağın etti, tüketti!

24 Mart 2009 Salı

This is the Zodiac speaking....

Zodiac``AY'dan İzlenimler´´'i izleyenler bilirler içinden filmler geçen filmleri severim. Sinemanın 3 David'inden biri olan David Fincher'in (diğer ikisi David Cronenberg ve David Lynch) 2007 yapımı Zodiac filmi Irving Pichel ve Ernest B. Schoedsack'ın 1932 yapımı The Most Dangerous Game / En Tehlikeli Oyun isimli kült filmine Zodiac isimli seri katilin şifreli mektubu aracılığı ile gönderme yapar. Zodiac'ı geçen yıl izlediğimizde deliler gibi bu gönderme yapılan filmi aramış ve bulmuştuk izlemek için. Geçtiğimiz Cuma akşamı için planımız ailecek spagetti yiyip Spagetti Western The Good, The Bad and The Ugly / İyi, Kötü, Çirkin klasiğini izlemekti ama ibre film seçimine geldiğinde Zodiac/Zodyak (Burçlar Kuşağı)'tan yana döndü. Kızım San Fransisco körfez bölgesini 1968 yılından başlayarak kana boyamış, yıllarca şifreleri ve mektuplarıyla herkesle dalga geçmiş bir seri katilin gerçek öyküsü olan Zodiac filmini ilk kez izledi, ben ve eşim ikinci kez izlediğimiz Zodiac'tan çok gönderme yapılan The Most Dangerous Game filmini konuştuk.

Kendisini Zodiac olarak adlandıran seri katil yazdığı mektuplardan birinde şöyle demektedir; “İnsanları öldürmeyi seviyorum çünkü çok eğlenceli ormanda vahşi hayvan avlamaktan bile eğlenceli çünkü insan tüm hayvanların en tehlikelisi. Bir şeyi öldürmek bana en heyecan ve mutluluk verici deneyimi yaşatıyor. Bir kızla birlikte olmaktan bile daha iyi. En güzel yanı da öldüğümde cennette yeniden doğacağım ve öldürdüklerim benim kölelerim olacak. Size adımı vermeyeceğim çünkü beni yavaşlatmaya ya da ölüm sonrası yaşam koleksiyonumu sona erdirmeye çalışırsınız."

The Most Dangerous Game filminde hayvan avlamaktan sıkılmış Kont Zaroff bir ada satın alır ve adaya ziyaretçi gelen insanları avlamaya başlar. Bu filmden etkilendiğini öğrendiğimiz seri katil Zodiac amaçsız insan avına yıllar boyu devam eder ve her zaman kendisini yakalamak isteyenlerin bir adım önünde kalır. İzlerini her zaman kapatacak ve şifreli mektuplarında tehditlerini sürdürecektir. Hiç bir zaman yakalanamayan Zodiac'ın öfkesi hiç bitmeyecektir. Bir türlü kanıtlanamayan deliller sebebiyle Zodiac rafta kalmış olan gelmiş geçmiş en ünlü seri katil dosyası olmuştur.

Zodiac'ın peşinde yıllar boyu onu izlemeyi zaman zaman saplantı haline getirmiş 4 ana karakter var; karikatürist Robert Graysmith (San Fransisco Chronicle çizeri - ki film kendisinin yazdığı Zodiac ve Zodiac Unmasked: The Identity of America's Most Elusive Serial Killer Revealed isimli kitaplarından oluşturulmuştur), deneyimli ve alaycı muhabir Paul Avery (San Francisco Chronicle muhabiri), dedektif David Toschi (San Francisco Emniyet Teşkilatı’nın başarılı ve hırslı Cinayet Masası Dedektifi) ile dedektif William Armstrong (dedektif David Toschi'nin ortağı, bir noktada kesip atarak kariyerini değiştirerek dosyadan sıyrılabilen tek karakter). Karakterlerin hayatları eşliğinde ama en çok çizer Robert Graysmith'in bireysel çabalarıyla şekillenmiş gizemli Zodiac dosyasını izleriz filmde. Yönetmen David Fincher yapım notlarında filmi neden Robert Graysmith üzerinden yönlendirdiğini şöyle açıklamaktadır; "“Robert Graysmith bu hikayenin kenarında gezinen biri olduğunu biliyordu. Onun bir parçası olmak istedi ve kendini onun bir parçası hâline getirdi. Muhabir olmadığı için bu işi boş vakitlerinde yaptı. Olayın peşinden gitti; özellikle de herkes bu olayı bir kenara bıraktıktan sonra. Filme dahil ettiğimiz her şeyi Robert’ın bize verdiklerinden çıkardık. Fakat tabi elimizde polis raporları da vardı ve her şeyi belgelerle, kendi görüşmelerimizle ve kanıtlarla destekledik. Kendi görüşmelerimizi yaparken bile iki kişiyle konuşuyorduk. Biri o olayın bazı yönlerini doğrularken, diğeri yalanlayabiliyordu. Ayrıca aradan o kadar uzun zaman geçmişti ki hatıralar etkilenmişti ve hikayelerin farklı anlatımları algıları etkilemişti. Dolayısıyla en ufak bir kuşku varsa, polis raporlarını esas aldık. Zodiac hikayesiyle ilgili önemli bir nokta da Robert’ın bazı konularda yanıldığına, kendi versiyonlarının ya da yorumlarının doğru olduğuna inanan çok sayıda insanın olması. Ayrıca, etrafa yayılmış o kadar çok söylence var ki Zodiac hikayesini ele aldığınızda bunların hepsini aklınızda bulundurmalısınız. İşte bu yüzden hikayeyi Robert’ın gözünden sunmaya karar verdik. Amacım o kitapların gerçeğini yakalamaktı”.

Bu arada, Zodiac filminde karakterlerden dedektif David Toschi ile çizer Robert Graysmith'in sinemada karşılaştıkları sahnede izledikleri film ise Dirty Harry / Kirli Harry filmidir.

Filmin açılış ve kapanışındaki Donovan'ın 'psychedelic' rock parçası Hurdy Gurdy Man çok güzel. Döngü...

20 Mart 2009 Cuma

Kral Balık: Sardalya

Alaeddin'in Kızlı SardalyasıMutfağımızın eksik olmayan yiyeceklerinden biridir Alaeddin'in Kızlı Sardalya'sı. Geçen yıldan beri pek bulunmuyordu. Dün markette rastlayınca, rafta ne kadar varsa aldım, artık klasikleşmiş olan kutusunu günceme konuk ettim.
Alaeddin'in tarihi eser niteliğindeki Gelibolu'daki balık dükkkanını çok severim. Yazları annemin yazevine gittiğimizde mutlaka Gelibolu'na geçip Alaeddin'in dükkanını da ziyaret ederiz.

Döngü...Meraklısı, Gelibolu'da Balıkçılık sitesinden sardalya pazarının lider kızıyla ilgili bilgiye şuradan ulaşabilir: (http://www.balikcilar.net/gelibolu-da-balikcilik-9411.html)

19 Mart 2009 Perşembe

Sinema öyle bir keşiftir ki..."

Mustafa Kemal Atatürk'Sinema öyle bir keşiftir ki, bir gün gelecek barutun, elektriğin ve kıtaların keşfinden çok, dünya medeniyetinin veçhesini değiştireceği görülecektir. Sinema, dünyanın en uzak köşelerinde oturan insanların birbirlerini sevmelerini, tanımalarını temin edecektir. Sinema, insanlar arasındaki görüş, düşünüş farklarını silecek, insanlık idealinin tahakkukuna en büyük yardımı yapacaktır. Sinemaya layık olduğu ehemmiyeti vermeliyiz.'

Mustafa Kemal Atatürk sinema üzerine bu sözleri söylediğinde yıl 1937'ydi.

18 Mart 2009 Çarşamba

Çanakkale Geçilmez

GallipoliPeter Weir'in 1981 yapımı Gallipoli / Gelibolu filminde 1.Dünya Savaşı sırasında Avustralyalı iki sporcu gencin (filmde Mel Gibson ve Mark Lee canlandırıyor) Anzak birlikleri safında Gelibolu'ya gönderilmesi ve savaş öncesi başlayan dostluklarının Gelibolu'da sürmesi anlatılmaktadır. Film ayrıca Britanya İmparatorluğu uğruna 1915'de Çanakkale'de canlarını yitiren Anzakların bu savaş sonrasında nasıl bir milli bilinçlenme oluşturduklarını aktardığı için de önemlidir. Filmde ender olarak Türk karakterler gösteriliyor. Yukarıdaki karede Mel Gibson savaş tutsağı olan Türk Askeri ile karşı karşıya.

Sen kalk Avustralya'dan gel ve vatanını canla başla savunan, vatanı için ölümü göze alan Türk Askerlerine karşı savaş! Olacak iş değildi. Olmadı. Çanakkale geçilemedi. Geçilemez!
Döngü...Bugün 18 Mart. Çanakkale Şehitlerimizi anma günü.
TÜRK BAYRAĞI Saygıyla, sonsuza dek...Döngü...
.

17 Mart 2009 Salı

Yumurta

Dikkat, kırılabilir...
Semih Kaplanoğlu'nun 2005 yapımı Meleğin Düşüşü / Angel's Fall filmini çok önceleri izlemiştim. Babasının tacizlerine maruz kalan Zeynep'in oldukça iç yakan öyküsünü anlatıyordu Meleğin Düşüşü. Sonra çeşitli sinema dergilerinde Semih Kaplanoğlu'nun üzerinde çalıştığı üçleme ile ilgili röportajlar, yazılar okudum ve nihayet üçlemenin aslında aktarılan/anlatılan süreç kapsamında son filmi olan ama Semih Kaplanoğlu'nun sondan başlayarak ilk olarak çektiği 2007 yapımı Yumurta/Egg filmini dün akşam izleyebildim. Üçlemenin ikinci filmi Süt/Milk, son filminin ismi ise Bal/Honey. Bal aynı zamanda ana karakter Yusuf'un Yumurta filminde gördüğümüz şiir kitabının ismi.

İstanbul'da yaşayan, sahaf dükkanında yatıp kalkmakta olan Şair Yusuf annesinin ölüm haberi ile yıllar sonra kasabasına dönüyor. Annesinin evinde genç bir kız var; annesinin yanında kalan, uzak bir akrabanın kızı olan Ayla bu kız. Ayla Yusuf'un annesinin adamış olduğu kurbanı kesmesi gerektiğini söylüyor. Yusuf çok oralı olmuyor önce ama sonra belki biraz da suçluluk duygusuyla aslında bir an önce kaçıp gitmek istediği kasabada kalakalıyor. Eski arkadaşlarını, sevgilisini görüyor ve Ayla ile bir kaç saat uzaklıktaki köye kurban adağını yerine getirmek için yola çıkıyor. Annenin adağı yerine getiriliyor ama acaba annenin asıl niyeti de yerine getirilecek mi merakla izliyoruz Yusuf'un ikilemini. Kasabaya dönülüyor, Yusuf Ayla'yı eve bırakıyor ve İstanbul'a doğru yola çıkıyor. Onu engelleyebilen, gerçeği idrak etmesini sağlayabilen muhteşem bir kangal köpeği oluyor hemen kasabanın bitimindeki otlakta.

Filmde, Yusuf'un elinde gördüğümüz ilk yumurta (ki sanırım bu bir bıldırcın yumurtası) kırılıyor. Yusuf'un nefret ettiği kasaba hayatındaki sıkışmışlığı gibi bu yumurta. Elinden düşüyor ve kırılıyor. Sonra ikinci yumurta ile Ayla'nın küçük çocuğa "git bak bakalım tavuk yumurtlamış mı?" diye sormasıyla karşılaşıyoruz. Küçük çocuk kümesi, bahçeyi arıyor ama yumurtayı bulamıyor. Aranan ama bulunamayan yumurta da sanırım Yusuf'un ikilemini bize aktarıyor. Filmdeki son yumurta son karelerde karşımıza çıkıyor; Ayla bahçeden getirdiği yumurtayı Yusuf'a veriyor. Sonuç; Yusuf'un annesinin asıl beklentisi gerçekleşiyor.

Döngü...Annelerin ne yapacağı hiç belli olmaz. Dikkatli olmak gerek!

16 Mart 2009 Pazartesi

Kısa süreliğine ARA........(imiş)

...






``AY'dan İzlenimler´´ile ilgili kararlaştırdığım 'SON'u sonlandırmaya karar verdim!

12 Mart 2009 Perşembe

HER SON BAŞLANGIÇTIR!





SON
THE END
DIE ENDE
OWARI
WAN LIAO
FINE
FIM
FIN

11 Mart 2009 Çarşamba

'Liebe ist kälter als der Tod'

Başlıkta yer alan film Rainer Werner Fassbinder'in 1969 yılında çektiği ilk uzun metrajlı filmi. Henüz izlemedim ama gelecekte izlemek üzere aklımın bir köşesine yerleştirdiğim filmlerden biri de bu.

Benim ilk izlediğim Fassbinder filmi aslında adının duyulmasını da sağlayan 1974 yapımı Angst Essen Seele Auf / Korku Ruhu Kemirir isimli filmidir. Film Faslı göçmen Ali ile kendisinden 20 yaş büyük Alman Emmi Kurowski'nin evliliği üzerine kurgulanmıştır. Almanya'daki kimlik ve göçmen sorunlarına eğilmektedir. Bu filmden zihnimde yer edinmiş bir cümle var ve günceme filmi izlediğim tarih olan 3 Ekim 2007'de de yazmıştım. Das Glück ist nicht immer lustig !
(Mutluluk her zaman keyif vermez !)


Dört Mevsim Satıcısı HansFassbinder oldukça kendine özgü, çok üretken, ilginç bir sinemacı. 37 yıl sürecek kısacık yaşamında hareket ettiği nokta "elimde sadece bu belirli zaman var" ile şekillenmiş ve geride bıraktığı filmlerle aslında uzun soluklu bir yaşam olmuş onunkisi. Sıradan insanların acı repliklerle dolu filmlerini yapmış hep. İkinci izlediğim Fassbinder filmi Händler der vier Jahreszeiten / The Merchant of Four Seasons / Dört Mevsim Satıcısı (Tüccarı) isimli 1972 yapımı film. Seyyar manav olan Hans'ın sıradan öyküsüdür anlatılan. Hor görülen, sevilmeyen, takdir edilmeyen Hans'ın çıkmazları, çareyi ölüm pahasına alkolde arayışı yürek burkar film boyunca.

6 Mart 2009 Cuma

Portakalı soydum, başucuma koydum...

Portakal, hep benimle kal...

5 Mart 2009 Perşembe

Ben Panter, Pembe Panter!

Pembe Panter ve Müfettiş ClouseauAdını paha biçilemez bir elmastan alan Pink Panther / Pembe Panter 1963'ten beri dünyamızı pembeleştiriyor.

Kızım Peter Sellers'in Müfettiş Jacques Clouseau'yu canlandırdığı Pembe Panter'li film serisini çok sever ve ne zaman birlikte film izlemek istesek ve de hangi filmi izleyeceğimize dair karar vermekte zorlansak tekrar tekrar izlediği halde yine "Pembe Panter" ilk söylediği film adı olur.

Pembe Panter'e ilişkin herşey, yönetmen Blake Edwards'ın çekici ve zengin bir hırsız hakkında komedi unsurlarının ağır bastığı bir film yapma niyetiyle başlamış. Pahalı taşlara meraklı hırsızın hedefi, bir prensese ait Pembe Panter adlı elmas olacaktır. Filmin çekimleri sürerken Edwards, izleyicinin dikkatini çekecek, sembol olacak çizgi bir karakter olmalı diye düşünmüş. Animasyon ustalarının kapılarını çalarak onlardan filmin açılış jeneriğinde rol alacak, pembe bir panter yaratmalarını istemiş. Edwards kendisine sunulan 150 çizimden Hawley Pratt'ın eskizinde karar kılmış ve böylelikle Pembe Panter'in sinema ve sonrasında televizyon serüveni başlamış. Henry Mancini'nin ölümsüz müziği ile Pembe Panter'in kocaman, uçuk pembe bir elmasın tam kalbinde ortaya çıkması sevimli panteri inanılmaz ünlendirmiş ve küçük büyük her izleyicinin kalbini kazanmasını sağlamış.

The Pink Panther / Pembe Panter isimli ilk filmde başrol kesinlikle David Niven (zarif, çapkın ve zengin hırsız Sir Charles Lytton rolü) diye düşünülürken, sarsak ve savsak, beceriksiz ama kendine güvenli, olayları tamamen tesadüf eseri çözen ve Burberry marka trençkotunu üzerinden çıkarmayan polis müfettişi Jacques Clouseau rolünü Peter Sellers yoktan var etmiş ve aslında yardımcı rol olan bu rolü zirveye taşımış. Üstelik Müfettiş Jacques Clouseau rolü için ilk düşünülen isim değil Peter Sellers. Aslında ilk anlaşılan isim Peter Ustinov iken kendisi son anda oynamaktan vazgeçince biraz da çaresizlikten Peter Sellers bulunulmuş. Kime niyet kime kısmet diye boşuna denmiyor güzel Türkçemizde; Pembe Panter serisi ve Jacques Clouseau karakteri Peter Sellers ile sadece özdeşleşmemiş, ölümünden sonra Peter Sellers ile Pembe Panter’in de öldüğü düşünülürken, izleciler de devamında ısrar edince, Blake Edwards Peter Sellers'lı serinin tüm filmlerini kolaj haline getirerek 1982 yılında Trail of The Pink Panther / Pembe Panter’in İzinde’yi yaratmış. Böylelikle bu filmle Peter Sellers’a da veda etme şansını yakalamış. Pembe Panter'in İzinde filminde Peter Sellers, senaryoda ‘uçağı kaybolarak’ yok edilmişti... Müfettiş Clouseau yani Peter Sellers tüm aramalara rağmen bulunamadı ve bu gizemli kayboluşu sonrasında adı hep Pembe Panter’le birlikte anıldı.

3 Mart 2009 Salı

Geçmiş Zaman Geçer Gider...

Ayhan Işık ve Gülistan GüzeyÖmer Lütfi Akad'ın 1952 yapımı Kanun Namına / In the Name of The Law filmi Türk sinema tarihinde dönüm noktası sayılıyor. Akad bu film ile sinemamıza özgün bir anlatım getirmiş, bir sinema dili oluşturmuş ve kamerayı sokaklara taşımış. Kanun Namına İstanbul'da yaşanan gerçek bir olaydan esinlenilerek Osman Fahri Seden tarafından senaryolaştırılmış. Başrolde bu filmle üçüncü filmini gerçekleştirmiş olan erken kaybettiğimiz Ayhan Işık var. Filmin diğer oyuncuları arasında Gülistan Güzey, Muzaffer Tema, Neşe Yulaç, hatta figuran rollerinden birinde Muhterem Nur ve daha da önemlisi 1950'li yılların güzelim İstanbul'u var. Beyazıt'ın meydan gibi meydan olduğu zamanı bu filmde görünce içiniz sızlıyor.

1953'teki 1. Türk Film Festivalinde Kanun Namına filmi “en başarılı film”, yönetmeni Ömer Lütfi Akad “en başarılı yönetmen”, senarist Osman Fahir Seden “en başarılı senaryo” ödüllerini almış. Ayhan Işık ise Turan Seyfioğlu, Orhon M. Arıburnu ve Atıf Kaptan ile beraber “en iyi erkek oyuncu” ödülünü paylaşmış.