29 Eylül 2011 Perşembe

Flickan

İsveç filmlerine ya da aslında rahatlıkla genelleyebilirim tüm İskandinav sinemasına hükmeden bir yalnızlık olgusu var. Kastettiğim etrafınız doluyken bile hep hissedilen, gözlerinizden akan, hep çalan, kulaklarınızda fısıldayıp duran bir yalnızlık ezgisi. Bunu oluşturan sanırım bireylerin yetiştiriliş, yaşayış, anlayış tarzları, ortamları. Bireylerin üzerine adeta ikinci bir ten gibi yapışmış olan yalnızlık, bir ilk film olan Fredrik Edfeldt’in 2009 yapımı Flickan / The Girl / Kız Çocuğu filminde, dokuzbuçuk yaşındaki ana karakterin gözlerinden o kadar belirgin yansıtılmış ki film bittiğinde dahi etkisinden kurtulamadım.Kız ÇocuğuBilerek, bilmeyerek çocukların omuzlarına üstesinden gelemeyecekleri sorumluluklar yüklenilebiliniyor zaman zaman. Filmde ismine hiç değinilmeyen dokuzbuçuk yaşındaki kız çocuğunun ailesi (anne, baba ve ağabey) bir yardım kuruluşu kanalıyla Afrika’ya gitmeye karar veriyor. Başta herşeyi kızlarını da götürecekleri şekilde ayarlıyor aile ama son dakikada yaşı küçük olduğu için kız çocukları kabul edilmeyince doğal olarak yapılması beklenen bu programlarını iptal etmeleriyken hiç de öyle olmuyor. Yarı bohem halayı çağırıp, kız çocuklarını bıraktıkları gibi Afrika’nın yolunu tutuyor yaşı tutan çocukları küçük kızın ağabeyi ile birlikte aile… Kendine ait hoş bir hayal dünyası olan küçük kız, sorumsuz halası, sevgilisiyle tekne seyahatine çıkınca bir başına kalıyor kasabanın dışındaki kocaman evlerinde… Aslında halasının sevgilisine, halasının ağzından mektup yazıp, bu seyahati gizlice ayarlayan kendisi "Flickan"´ın... Sürdürmesi gereken yüzme dersleri,bir erkek arkadaşa karşı ilk farklı hisler, evde tek başına kaldığını öğrenmemesi gereken komşular, meraklı ve acımasız arkadaşlarla geçirilen yeknesak yaz günleri, parasızlık, düzensiz beslenme, hatta "beslenememe", küçük kızın, ailesiyle birlikte yaşarken steril olan hayatını, yavaş yavaş bir keşmekeşe çeviriyor. Afrika’dan ailesi tarafından postalanan bir kartpostaldaki yerliyi görmesinin ardından, artık dayanamayıp yüzünü çamurla sıvaması, içsel patlamalarını ilk kez dışa vurması oluyor küçük kızın.Flickan
FlickanMerakla beklerken bundan sonra ne olacak diye bahçelerine zorunlu iniş yapan balonlu adam filmin sürprizi oluyor. Gökyüzünde uçarken küçük kızın gözlerinde nihayet yalnızlık hissetmiyorsunuz, hissedilen sadece dinginlik belki artık terkedilmişliğini kabulleniş ve içinde kaldığı bu durumla başetme kararı.Flickan
Küçük kız çocuğunun tek başına geçirdiği 1981 yazı bence ilerideki ruhsal hayatını fazlasıyla etkileyecek bir dönüm noktası. Tüm bu durumu çok konuşma kullanmadan, görüntülerle gayet güzel aktarmış Fredrik Edfeldt ve bu sebepten farklı bir film olmuş Flickan / The Girl / Kız Çocuğu . Yönetmenin yeni filmlerinin, merakla peşinde olacağım bundan sonra.

28 Eylül 2011 Çarşamba

Akihiko Shiota’nın Sineması

Akihiko Shiota’nın 2001 yapımı Gaichû / Harmful Insect / Haşere filminin sonlarında, ana karakter 13 yaşındaki yedinci sınıf öğrencisi Aoi Miyazaki’nin arabada arkasına dönüp baktığı sahne zamanın durduğu en ağır sahnelerden biridir benim için.Aoi MiyazakiAoi durur, bakar, bütün film boyunca mektuplaştığı altıncı sınıftaki öğretmeninin buluşma noktalarına geldiğini görür, hiçbir tepki göstermez, salt bakar, bakar durur, arabadan inmez. Araba hareket eder, Aoi ekranda kaybolur !
Akihiko Shiota’nın sinemasıyla çok yeni tanıştım, arşivimizde yerlerini alan ergenlik çağının sorunlarıyla bezeli her iki filmini de (diğer filmi 1999 yapımı Gekkô no sasayaki / Moonlight Whispers / Ayışığı Fıısıltıları) birbirinden acımasız buldum.
Meraklısı yönetmenin röportajına şu linkten ulaşabilir: Midnight Eye / Visions of Japanese Cinema / Akihiko Shiota

Germania anno zero

Almanya’nın “sıfır yılı” olarak adlandırılan 1945, Alman Ulusu'nun yakın geçmişiyle hesaplaştığı, savaş günahlarını affettirmek için çok ciddi bedel ödemeye başladıkları yıldır.

Roberto Rossellini’nin “Savaş Üçlemesi” olarak bilinen filmlerinin son halkası olan 1948 yapımı filmi adını doğrudan “sıfır yılı”’ndan alır: Germania anno zero / Deutschland im Jahre Null / Almanya, Sıfır Yılı Filmin öyküsünü de yazan Rossellini, bombardımanla yerle bir edilmiş, yanıp yıkılmış, harabeye dönmüş 1945 yılının Berlin’inde 12 yaşındaki Edmund’un gözünden olan biteni aktarmaktadır.

İtalyan yeni gerçekçiliğinin en önemli filmlerinden birini daha gerçekleştirmiş olan Roberto Rossellini, Germania anno zero filminin tüm dış çekimlerini Berlin’de yapmış, filmini de 1946’da prematüre olarak ölen oğlu Romano Rosselini’ye adamıştır.Edmund yıkıntıya dönüşmüş Berlin sokaklarındaÇok değil birkaç yıl öncesinin pohpohlanan üstün ırk Hitler gençlerinden olan Edmund Koeler, savaşın hemen ertesinde yıkıntıya dönüşmüş 1945 Berlin’inde ailesiyle birlikte hayatta kalma mücadelesi vermektedir. Yarı yatalak hasta babası, yabancı askerlerle düşüp kalkmakla suçlanan ablası, Berlin teslim olduktan sonra yakalanıp müttefik kuvvetlere esir düşmemek için polisten saklanan asker ağabeyi ile Alexander Meydanı (Alexanderplatz) yakınlarında bombalanmaktan harabeye dönüşmüş evlerinde üç kişilik yemek kartıyla 4 kişi karınlarını doyurmaya çalışmaktadırlar. Edmund, Berlin sokaklarında yiyecek bulabilmek için dolaşırken halen Nazi sempatizanlığını sürdüren, pedofil öğretmenine rastlar. Öğretmeni kendisine müttefiklere satması için Hitler’in konuşmasının olduğu bir plak verir. Plak dönerken Hitler’in “Sadece iyi günde değil, özellikle kötü günde halkıma gücümü tekrar verip güvenebileceğim, ayağa kaldırabileceğim ve kaldırmak zorunda olduğum koca Alman halkına ‘Ey Alman halkı, gönlünüzü ferah tutun!" diyebileceğim için bahtiyarım! Galip geleceğiz! Zafer bizi bekliyor!" diyen sesinin Berlin’in harabe kalıntıları üzerinden ekrandan akması oldukça ironiktir.

Sorunlu, hastalıklı öğretmeni Edmund’la zaman zaman süren iletişiminde ‘zayıf düşenler ölmeyi hak edenlerdir’ mottosuyla adeta Edmund'un beynini yıkayarak babasına son vurucu darbeyi yapmasını sağlayacaktır. Edmund’un babasının hayatını sonlandırmadan hemen önce babanın dudaklarından dökülenler belki de tüm Alman Ulusu’nun Hitler ile hesaplaşmasının, pişmanlığının en yalın anlatımıdır: “Her şeyim alındı benden.Birikimlerimi enflasyon, oğullarımı ise Hitler aldı. Buna isyan etmem gerekirdi ama kendi kuşağımdaki birçok insan gibi çok güçsüzdüm. Felaketin yaklaştığını gördük fakat önlemek adına hiçbir şey yapmadık. Sonuçlarını ise ancak şimdi anlayabiliyoruz.”EdmundÖğretmeninin dolduruşuyla babasını öldüren Edmund’un gözlerindeki keder, yalnızlığı, pişmanlığı, çaresizliği Berlin’in bir iskelete dönüşmüş görüntülerine karışırken Edmund’un kendisini de sonlandırması karşısında sadece sessiz kalabiliyorsunuz. 1947 yazının Berlin sokaklarında çekilen bu film bence film değil; savaş ile ilgili gerçeğin ta kendisi. Bir çocuğun gözünden savaşın anlamsızlığına karşı verilen en iyi duruş, olabilecek en iyi yanıt!
Roberto Rossellini’nin “Savaş Üçlemesi”nin ilk iki filmi Roma, città aperta / Rome, Open City / Roma, Açık Şehir (1945) ve Paisà / Paisan / Hemşeri (1946) filmleridir. Bütün Yollar Roma’ya Çıkar başlığı altında üçlemenin ilk filmi Roma, città aperta günceme daha önce konuk olmuştu. Üçlemenin ikinci filmi en kısa zamanda izlenecek filmler listemdedir ve zamanı geldiğinde günceme elbette konuk olacaktır.

26 Eylül 2011 Pazartesi

Utvandrarna

İsveçli yazar Vilhelm Moberg’in “Utvandrarna / Göçmenler “ romanı (roman serisi demek daha doğru olacak, dört kitaptan oluşuyor tüm tema) 19. yüzyılın ortasında “yeni toprak, yeni ülke” hayalleriyle Ljuder’den (Güney İsveç’de küçük bir köy) Amerika’ya göç eden bir avuç İsveçli’nin öyküsünü anlatır. Göç edenler arasında yazarın kendi akrabaları da vardır. Bengt Forslund “Utvandrarna / Göçmenler “ romanını senaryolaştırır ve Jan Troell 1971’de filme çeker. Ortaya yaklaşık 3 küsur saatlik destansı Utvandrarna / The Emigrants / Göçmenler filmi çıkar.

Öykünün başladığı 1844 yılında Ljuder köyüne gücünü dinden ya da kanundan alan dört kişi hükmetmektedir. Herkes otoriteye uymak zorunda ve koyulan kuralları sorgulayamamaktadır. Köylüler, çiftçiler kısıtlı topraklarını ekip biçip, karınlarını doyurmaya çalışmaktadırlar. Hayat hayli zordur.Karl OskarKristina Babası tarlada sakatlanınca çiftliğin işlerini devralan Karl Oskar (Max von Sydow) Kristina (Liv Ullmann) ile evlenir, birbiri ardına çocukları olur. Yağmur, kuraklık, yangın derken kısıtlı toprakları tüm ailenin doymasına yetmemektedir. Karl Oskar’ın hayali yeni toprak Amerika’ya gitmektedir. Kızları Anna yediği lapadan dolayı hastalanıp ölünce başta Amerika hayallerine karşı çıkan karısı da göç etmeyi kabul eder.

Karl Oskar’ın kardeşi Robert oldukça cimri bir çiftlik sahibinin yanında ırgat olarak çalışmaktadır. Robert ve aynı odayı paylaştığı arkadaşı Arvid’in de hayali yeni ülke Amerika’da şanslarını aramaktır. Robert’in Amerika ile ilgili kitaptan en iyi pirincin okyanusun öte yanından geldiğini okurlar ve ilk kritik soru Arvid’den gelir: “Okyanus ne kadar büyük ?”

İsveç Kilisesinin öğretisine isyan eden Papaz Danjel dinini özgürce yaşabilmek için Amerika’ya gitmek istemektedir. Dışlanmış bir dul kadın olan Ulrika ile kızı Elin de Papaz Danjel’in öğretisine sığınmıştır.

Daha önce Minnesota’ya göç etmiş olan oğullarının yazdığı gibi verimli topraklara kavuşmak üzere Fina Kajsa ve karısı da Amerika’ya gitmek istemektedir.

Sözün kısası, ya karınlarını doyurabilmek ya da inançlarını özgürce yaşayabilmek için biraraya gelen bu bir avuç İsveçli köylü yeni toprak, yeni dünya Amerika hayalleriyle köylerini arkalarında bırakarak hayli zorlu bir yolculuğa çıkarlar. Yolculuğun ağır şartlarına dayanamayanlar Atlantik üzerinde yolculuğu tamamlayamaz ve yolda ölürler. Sonunda Amerika’ya ayak basabilenler tren ve gemiyle Minnesota’ya devam eder, düşledikleri araziye kavuşurlar. Daha önce Minnesota’ya göç etmiş olan Fina Kajsa’nın oğlunun yazdığı gibi değildir vardıkları noktada karşılaştıkları.Karl Oskar'ın toprağıGöç etmek tüm gemileri yakmak demektir. Daha iyi bir hayat için tüm zorluklar göğüslenmeye çalışılır, tüm sonuçlara katlanılır. Bir avuç İsveçli’den zorlu yolculuğu atlatabilenler yeni bir hayat kuracakları arazilerine kavuşur ama Karl Oskar toprağını belirleyip, işareti koyduğunda bilirsiniz ki asıl iş o an başlamaktadır. Üstüne üstelik yeni toprak, yeni dünya Amerika çok değil bir on-onbeş yılın içinde iç savaşa sürüklenecek, daha acımasız öyküler işte asıl o zaman başlayacaktır.
Film için tek söyleyebileceğim olumsuz yan süresinin oldukça uzun tutulmuş olması. Elbette izlenmesine izleniyor, üstelik Vilhelm Moberg’in romanının başka türlü uyarlanmasının da mümkün olacağını sanmıyorum. Ana karakterler Max von Sydow ve Liv Ullmann dışında tüm diğer yan karakterlerle beraber film, İsveçli köylülerin Amerika’ya göç etme destanına dönüşürken anlatılan İsveçlilerin gerçeği ama rahatlıkla başka uluslar için de geçerli olabilir, olmuştur da tüm anlatılanlar diye düşünmeden edemiyorsunuz. İleride 157 dakikalık daha kısa bir süresi olan devam filmi "Nybyggarna" veya İngilizce adıyla The New Land'i (1972) de izleyebilmek umuduyla !

Büyükada’da İkibinonbir Eylül’ünün
Son Pazar Günü

Haftasonumuz hem arşivimize yeni katılan filmlerle hem de Alman arkadaşlarımın ziyareti sebebiyle gerçekleştirdiğimiz “Dersaadet” gezileriyle dolu dolu geçti. Film listemde ilk olarak Cumartesi akşamı izlediğimiz, sevgili(m) kocamın favori filmlerinden olan Jan Troell’in 1971 yapımı Utvandrarna / The Emigrants / Göçmenler filmi var. Bu destansı filmden elbette bahsedeceğim ama önce Büyükada’nın İkibinonbir Eylül’ünün son Pazar gününde, fotoğraf karelerine hapsedilmiş birkaç yalnız sokağı, evi, narın hem kendisi hem çiçeği, martısı ve kedisi konuğu oluyor Ay’dan İzlenimler’in…(Fotoğraflara tıklayın, büyüsünler.)Mavi panjurlu evKediYalnız Sokak
KediHem çiçeği hem kendisi narınNar Ağacı ve Beyaz EvBisiklet
Kediler ve Martı

22 Eylül 2011 Perşembe

Fikret Kızılok söylüyor: "Zaman... Zaman... Hımmmmm, o zaman..."

Fikret Kızılok
Fikret Kızılok
(10 Kasım 1946 – 22 Eylül 2001)



Duruşuyla, şarkılarıyla yeri doldurulamayacak Fikret Kızılok aramızdan ayrılalı on yıl omuş…

”Şarkılarımı kendim yazdım; düşündüm, besteledim, çaldım ve söyledim. Bu bütünlüğe inandım. Aşk mektuplarımı başkasına yazdırmadım. 13 altın plağım oldu. Zaman Zaman, Yana Yana, Not Defterim, Yadigar gibi uzunçalar ve de kaset-disklerim. "Meşhur"luğun bir hastalık olduğunu bilerek ortalıkta fazla görünmedim, sadece işimi yaptım, şarkılarımı söyledim. . . “ demişti.

Bugün Fikret Kızılok şarkıları dinleyin !

21 Eylül 2011 Çarşamba

La Vie de Bohème

Sevdiğim Fin yönetmen Aki Kaurismäki'nin arşivimizde eksik olan filmlerini yavaş yavaş tamamlamaya çalışıyoruz. Dün akşam izlemek üzere arşimize yeni eklenen filmlerinden 1992 yapımı siyah – beyaz La Vie de Bohème / The Bohemian Life / Boheemielämää / Bohem Hayatı filmini seçtik Kaurismäki'nin.
Kaurismäki kardeşler filmlerinde Türk motiflerine sıklıkla yer verirler. La Vie de Bohème / The Bohemian Life / Boheemielämää / Bohem Hayatı filminin içinden geçen Türk motifi ise Türk işi terlikler. Aki Kaurismäki ‘nin Henri Murger'ın "Scènes de la vie de Bohème / Bohem Hayatından Sahneler " adlı romanından uyarladığı ama elbette Kaurismäkivari yorumladığı La Vie de Bohème filmi Rodolfo (ressam), Marcel (yazar) ve Schaunard (müzisyen) isimli üç bohem sanatçının 1960lı yılların Paris’inde kesişen hayatlarını aktarır. Karakterlerden yazar Marcel aslında tahliye edildiği için hiçbir eşyasını alamadan çıktığı kira evinde yeni kiracı müzisyen Schaunard’ın eşyalarını kullandığını görünce masanın üstündeki terlikleri tutarak “Ya bunlar ? Bunlar, sevdiğimin bana verdiği Türk işi terlikler değil mi ?” diye sitem eder.Schaunard, Marcel ve RodolfoBilenler bilir, Henri Murger’in eserinin en tanınmış uyarlaması Giacomo Puccini'nin yaptığı La Bohème isimli dört perdelik operadır. Seneler önce Atatürk Kültür Merkezi’nde izlemiştim La Bohème operasını. Belleğimde en çok Mimi’nin (operada Şair olan Rodolfo’nun sevgilisidir Mimi) aryaları yer etmiştir. Operayı herkes sevemez hatta çoğunluk anlamsız bile bulabilir bu sanat dalını. Kaurismäki filminde hem Henri Murger’e hem de opera sanatına hoş göndermeler yapmış. Filmin ana karaterlerinden ressam Rodolfo zorunlu olarak mezarlıkta geçirdiği gecenin sabahında Henri Murger’in mezarına konulmuş gülleri alarak Mimi’ye götürür. Rodolfo’nun resmini satın almak isteyen bir alıcı resmin değeriyle ilgili pazarlık yaparken “ve bu akşama iki opera bileti” diyerek kapatır aralarındaki pazarlığı, Rodolfo pes ederek “opera can çekişen bir sanat dalı ama olsun” diyerek alır parayı ve biletleri.

Kaurismäki aslında Henri Murger’in eserini öncelikle Helsinki’de çekmek için uyarlaması üzerine senelerce çalışmış ama sonuçta olamayacağına kanaat getirince Paris’e giderek tüm filmi orada Fransızca olarak çekmiş. Bir Kaurismäki filmindeki karakterleri Fince değil de Fransızca dinlemek öncelikle ters geliyor kulağa ama takdir ediyorum kendisini. Madem konu Paris’te geçiyor, üstelik bohemlerin hayatı anlatılan, elbette Fransızca konuşulmalı değil mi ?RodolfoMimiÖykü çok bilinen bir öykü olduğu için biraz bahsedebilirim diye düşünüyorum. Ancak yukarıda haddim olmayarak kullandığım 'Kaurismäkivari' yorumla ne demek istediğimi ancak filmi izlerseniz algılayabilirsiniz. Aki Kaurismäki filmini Puccini’nin yorumundan fazlasıyla soyutlamış çünkü yaratım aşamasında kendisinin belirttiği gibi filminin burjuva bestecinin fantazilerine esir olmasını istememiş. Kaurismäki’nin uyarlamasında Rodolfo Arnavut bir ressam olarak yorumlanıp, yasadışı yollarla Paris’te kaldığı için sınırdışı ediliyor. Rodolfo kendi ülkesine gönderilince sevgilisi Mimi başka bir adamla birlikte oluyor. Rodolfo yeniden yasadışı yollarla Paris’e dönünce iki sevgili bir araya geliyorlar gelmesine ama mutluluk kalıcı olamıyor.
Bu balık başka balık !Geç keşfettiğim Aki Kaurismäki’nin sinemasını tereddütsüz ayakta alkışladığımı yine dile getirmek istiyorum. Tüm diyaloglar inanılmaz güzellikte, çok fazla absürd nokta var (sipariş edilen çift başlı balık, Rodolfo'nun resmettiği otoportresine annem demesi gibi). Abartısız diyebilirim ki sonuna kadar farklı bir "Scènes de la vie de Bohème” uyarlaması bu güzel film. Sinema meraklılarının izlemesi, edinmesi gerek.

Aki Kaurismäki ve ağabeyi Mika Kaurismäki filmleriyle zaman zaman günceme konuk olmuşlardı. Diğer izlenimler için lütfen başlıklara tıklayın:
Pidä huivista kiinni, Tatjana
Leningrad Cowboys
Mies vailla menneisyyttä
Tulitikkutehtaan tyttö
Bir Kez daha Zombie ja kummitusjuna

Kız Kulesi her dem izler durur Boğaz'ı

Kız Kulesi4 Eylül 2011 Pazar günü anneler ve kızları (ben, kızım, kardeşimin eşi ve kızı) Boğaz'ın incisi Kız Kulesi'ndeydik. Aklımızda Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun dizeleri, gözlerimizde Topkapı Sarayı ve Boğaz Köprüsü...Elbette olmazsa olmaz martılar !Topkapı SarayıBoğaz Köprüsü ve Martı
Bu geç girdinin sebebi fotoğraf makinamın azizliğindendir !
Geç olsun güzel olsun ! :-)
Tıklayın fotoğraflara, büyüsünler !

20 Eylül 2011 Salı

The Panic in Needle Park

The Panic in Needle Park“New York'un Batı Yakası'nın 72. Cadde'siyle Broadway'in kesiştiği nokta Sherman Meydanı’dır ancak eroin bağımlıları buraya Needle (İğne) Park der.”

Jerry Schatzberg’in 1971 yılının New York’unda geçen ve o yıllarda hakikaten yukarıda belirtildiği gibi “İğne Park” olarak tanımlanan Sherman Meydanı’nındaki eroin bağımlılarını konu edinen yarı belgesel tadında diyebileceğim The Panic in Needle Park filmi çok yalın bir anlatıma sahip. Film “Esrar Bitti” başlığıyla bizde tanınıyor ama ben “İğne Park’ta Uyuşturucusuz Zamanlar” demeyi tercih ediyorum. Filmde yer alan oyuncular dışında İğne Park’ta oynayan pek çok kişi gerçekten oralarda sokaklarda yaşayan, İğne Park’ın müdavimi uyuşturucu bağımlılarıymış.

Film, küçük ölçekte hırsızlıklarla hayatını sürdüren eroin bağımlısı Bobby ile Bobby vasıtasıyla uyuşturucuya alışan Helen’in umutsuz aşkını anlatıyor. Bobby rolünde Al Pacino var ve sinema dünyasındaki ikinci rolü bu film. O kadar başarılı bir performans sunuyor ki Pacino, bundan sonra kaptığı rol Francis Ford Coppola’nın The Godfather / Baba filmindeki sinema severlerin belleklerine adeta kazınacağı Michael karakteri oluyor.

Filmde İğne Park’ı Helen’in gözlerinden izliyoruz. Bobby’e olan tutkusuyla uyuşturucu bağımlısına ve bununla beraber uyuşturucu bulabilmek bir sokak fahişesine dönüşen Helen rolünü Kitty Winn üstlenmiş ve 1971 Cannes Film Festivali’nde “En İyi Kadın Oyuncu” ödülünü almış.

Uzun uzun her türlü uyuşturucu bağımlılığının kötülüğü üzerine ahkam kesmeyeceğim. Film 1970li yılların New York sokaklarını gerçekten belgesel tadında sergilediği için ilginç ve seyre değer bir film. Ayrıca hemen belirtmeliyim ki The Panic in Needle Park filmi, “İçinden Türk Motifleri Geçen Filmler” kategorimle arşivimizde yerini alan bir filmdir.
Bobby bir minibüsün arkasından çaldığı televizyonu yaşlı bir kadına satmaya çalışırken, kadın 12 dolar veririm dediğinde; "Uf bu be! Ne istersen seyredersin bununla. Chicago mu istiyorsun, Chicago'yu seyredersin. Hatta Türk kanalları bile izlenebiliyormuş diyorlar.” diyerek son noktayı koyar ve 25 doları kapar kadından ! (O dönemde tek kanallı televizyon yayınımızın olduğunu eklememe gerek var mı?)Türk kanalları bile izlenebiyor !

Pardus 2011.2

Pardus 2011 serisinin ikinci ara sürümü Pardus 2011.2 CERVUS ELAPHUS, Pardus geliştiricilerinden Gökçen Eraslan'ın, dün duyuru listelerine attığı e-posta ile bildirilmişti! Az önce güncellemeler geldi, yüklendi ve sorunsuzca Pardus üzerinden bu girdi yapılmakta... Bu ara sürüm, Pardus'un isimlendirme geleneğini bozmayarak Anadolu'daki tehlike altında bulunan türlerin isimlerini taşımaya devam ediyor! Bu ara sürüm için seçilen isim ise yeryüzünde yaşayan en büyük geyik türlerinden olan "Cervus Elaphus" yani Türkçe olarak tanımlarsak "Kızıl Geyik" ! 2011.2'den evvel kullandığım 2011.1 (DAMA DAMA) ve daha da öncesi sürüm olan 2011'deki bazı önemsiz, ufak eksiklik ve hataların düzeltildiğini düşünüyorum.
Pardus 2011.2
Pardus 2011.2 Cervus Elaphus
KIZIL GEYİK

18 Eylül 2011 Pazar

Jedes Herz ist eine revolutionäre Zelle !

Bolluk İçindeki Günleriniz SayılıAvusturyalı yönetmen Hans Weingartner'ın 2004 yapımı Die fetten Jahre sind vorbei / The Edukators / Bolluk İçindeki Günleriniz Sayılı filmi, Jan, Peter ve Jule'dan oluşan anti-kapitalist üç gencin kapitalist zenginleri kendi yöntemleriyle eğitme dersi olarak özetleyebileceğim bir film.

Berlin'de yaşayan Jan ve Peter, zenginlerin evlerine girerek tüm eşyalari belirli bir sistematiğe göre üst üste düzenleyen, eşyaların yerlerini değiştiren, kaotik bir biçimde girdikleri zenginin evini alt üst eden çok yakın iki arkadaş. Tek bir şey çalmadan "eğitmenler" imzalı ya ""Die fetten Jahre sind vorbei. / Bolluk içindeki günleriniz sayılı." ya da ""Sie haben zu viel Geld. / Çok paranız var." notlarını bırakarak evlerden ayrılıyorlar. Zenginlere kendilerince bir nevi eğitim veriyorlar !Kaotik BaşkaldırıMülkiyet, varlık, fırsat eşitisizliklerine bu tavırlarıyla isyan ediyorlar. Kendilerine otomatik olarak karşı gördükleri sisteme başkaldırıları bu. Ama başkaldırıları istedikleri gibi gitmiyor. İşin içine aşk giriyor ! Peter'in kız arkadaşı Jule'un kirasını ödeyemediği için tahliye edildiği evin badanasını yapmak üzere Peter Barcelona'ya gittiği için Jan yardım edince, Jule ve Jan arasında başlayan yakınlaşma üç gencin hayatını farklı biçimde yönlendiriyor.Her yürek devrimci bir hücredirJule ve Jan badana yaptıkları evin duvarlarına özlü sözler bırakarak, Jule'ün arabasına çarptığı ve bu yüzden 94500 Euro borçlandığı eski 68'li çiçek çocuk yeni sonuna kadar kapitalist Hardenberg'in evine girip de ortalığı birbirine kattıklarında Jule'ün telefonunun evde kaldığından haberleri yoktur. Ertesi gün farkettiklerinde Peter'e olaydan hiç söz etmeden eve tekrar girip telefonu bulup almak isterler ancak Hardenbeg'e yakalanırlar. Sonra...
Sonrası zorunlu bir adam kaçırma (çok ilgisiz ama bana nedense Marco Bellocchio'nin Aldo Moro'nun Kızıl Tugaylar tarafından kaçırılmasını konu edinen Buongiorno, notte filmini anımsatıyor bu sahneler) olayının ardından bir kulübede birlikte geçirilen zorunlu süre zarfında herkesin birbirini daha yakından tanıması, havada uçuşan sözler, hesaplaşmalar, dersler, gerçekler, yalanlar gündeme geliyor ve dünyayı değil kendilerini kurtarmak için adamı kaçırdıklarını birbirlerine itiraf ediyorlar. Devrimi sevmişlerdir, sevmeye de devam etmektedirler elbette. Peki ya sonuç ? Üç anti-kapitalist ve bir kapitalistin birlikte geçirdiği zorunlu süre en yüksek faydayı yine ne yazık ki zengin kapitaliste sağlıyor. Zengin kapitalistin altını çizdiği gibi: "Otuzundan önce devrimci olmayanın cesareti, otuzundan sonra kapitalist olmayanın aklı yoktur." [Yok mudur ? Ya sahip oldukların, bir gün sana sahip olurlarsa ? Modern kölelik deyip geçiştirebilecek misin !?]

Filmin gösterime sunulmuş farklı sonlara sahip versiyonları var. Arşivimize katılanın sonu bence hoş ve şaşırtıcı olanı. Açıkçası "Manche Menschen ändern sich nie ! / Bazı insanlar asla değişmez !" notunu duvarda gördüğüm anda bu da böyle mi bitecekti diye düşünürken (ki bazı gösterimlerde film burada kesiliyormuş), devam eden sahneler ve jenerik akışı bittiğindeki görüntü usunuzdaki gülümsemeyi yüzünüze taşıyor.
Die fetten Jahre sind vorbei filmini ve müziklerini sevdim. Filmde Leonard Cohen'in ünlü "Hallelujah" şarkısının Jeff Buckley yorumu var ancak soundtrack'de Jeff Buckley yorumu yerine nedense Lucky Jim'in yorumuna yer verilmiş.
Filmden bana kalan şu sözlerle sonlandırıyorum günce notlarımı: "Bütün devrimlerde kesin olan bir şey vardır. Bazısı işe yaramasa bile en önemli şey en iyi fikirlerin hayatta kaldığıdır. Bu kişisel devrimler için de geçerli. İyiye giden şeyler, sende varolan şeyler, seni daha güçlü kılar."

16 Eylül 2011 Cuma

Gelmiş geçmiş en baştan çıkarıcı (sapkın) sanat: Sinema

Sloven filozof Slavoj Žižek’in yazıp, oynadığı (anlattığı, kafa karıştırdığı demek daha doğru olacak !), Sofia Fiennes’in yönettiği 2006 yapımı The Pervert's Guide to Cinema / Sapığın Sinema Rehberi’ni hayli yoğun bir günün akşamında izlediğimden olsa gerek, adamakıllı kafamı yorduğundan beklentimin altında keyif aldım. Bu sebeple en yakın zamanda daha sakin bir kafayla bu rehberi izlemek ilk hedeflerimden biri ! Slavoj Žižek’in hemen başlarda söylediği gibi; “Cinema is the ultimate pervert art. Cinema doesn't give you what you desire, it tells you how to desire. / Sinema gelmiş geçmiş en sapkın sanattır. Size neyi arzu edeceğinizi değil, nasıl arzu edeceğinizi anlatır.” Sinema ekrandan size akan ya da kimi zaman sizi ekrana çeken büyülü bir dünyadır ! Slavoj Žižek’in filmlerdeki kurmaca ve gerçeklik hakkında yorumda bulunurken, filmlerde kullanılan müzik/ler üzerine, Karl Marx'a hoş bir göndermeyle yaptığı uyarlamayı kısaca genellersek şöyle nokta koyabiliriz: 'Sinema da bir nevi afyondur !'

Film meraklılarına sinema tarihinin önemli bazı filmlerine farklı gözlüklerle bakmayı sağlayan The Pervert's Guide to Cinema / Sapığın Sinema Rehberi’ni önererek, The Pervert's Guide to Cinema / Sapığın Sinema Rehberi’nin içinden geçen filmlerin listesiyle sonlandırıyorum günce notlarımı:

Possessed (1931) / Clarence Brown

The Matrix (1999) / Andy and Larry Wachowski

The Birds (1963) / Alfred Hitchcock

Psycho (1960) / Alfred Hitchcock

Duck Soup (1933) / Leo Mc Carey

Monkey Business (1931) / Norman Z McCleod

The Exorcist (1973) / William Friedkin

Testament of Dr Mabuse(1933) / Fritz Lang

Alien(1979) / Ridley Scott

The Great Dictator (1940) / Charles Chaplin

Mulholland Drive (2002) / David Lynch

Alice in Wonderland (1951) / Clyde Geronimi, Wilfred Jackson and Hamilton Luske

The Red Shoes (1948) / Michael Powell

Dr. Strangelove (1963) / Stanley Kubrick

Fight Club (1999) / David Fincher

Dead of Night (1945) / Alberto Cavalcanti

The Conversation (1974) / Francis Ford Coppola

Blue Velvet (1986) / David Lynch

Vertigo (1958) / Alfred Hitchcock

Psycho Theatrical Trailer (1960)

Solaris (1972) / Andrei Tarkovsky

The Piano Teacher (2001) / Michael Haneke

Wild at Heart (1990) / David Lynch

Lost Highway (1996) / David Lynch

Dune (1984) / David Lynch

Persona (1966) / Ingmar Bergman

Eyes Wide Shut (1999) / Stanley Kubrick

Blue (1993) / Krysztof Kieslowski

In the Cut (2003) / Jane Campion

The Wizard of Oz (1939) / Victor Fleming

Frankenstein (1931) / James Whale

10 Commandments (1956) / Cecil B. DeMille

Dogville (2003) / Lars Von Trier

Alien Resurrection (1997) / Jean-Pierre Jeunet

To Catch a Thief (1954) / Alfred Hitchcock

Saboteur (1942) / Alfred Hitchcock

Rear Window (1954) / Alfred Hitchcock

North by Northwest (1959) / Alfred Hitchcock

Stalker (1979) / Andrei Tarkovsky

Kubanskie Kasaki (1949) / Ivan Pyryev

Ivan the Terrible (Part Two)(1945) / Sergei Eisenstein

Pluto's Judgment Day (1935) / David Hand

City Lights(1931) / Charles Chaplin

Zihnim ne kadar yorgun olsa da bu filmin içinden geçen ancak henüz arşimizde yer almayan filmleri de not edebildim bu arada. İlk hedefim en yakın zamanda daha sakin bir kafayla bu rehberi yeniden izlemekse, biliniz ki günce takipçilerim ikinci hedefim de eksik filmleri en kısa sürede edinebilmektir !

Tavşan Adası

Tavşan AdasıBir adada sürekli yaşayabilme düşüncesini oldum olası sevmişimdir. Salt bir düşünce, hayal olarak mı kalacak bu isteğim bilemiyorum ama bir adada doğmamış olmam sonradan adalı olamayacağım anlamına gelmiyor değil mi? Kimbilir diyerek bu hayalimin peşinden koşmak üzere hemen daha geçen haftasonu sokaklarını keşfe çıktığımız İstanbul’un Adaları’ından sonra sevdiğim başka bir adaya, Bodrum’un Tavşan Adası’na değinmek istiyorum.

Helenistik dönemde Halikarnassos Kralı Mausolos Bodrum- Gümüşlük ve Tavşan Adası (Myndos) arasına bir geçit inşa edilmesini emretmiş. Kral Mausolos ve sevgilisi Artemisya Tavşan Adası'na gidip Tavşan Adası’nda yaşayan tavşanları besler ve muhteşem günbatımını izlerlermiş. Berrak denizin içinden, tarihi kalıntıların üzerinde yürüyerek Tavşan Adası’na ulaşmak ayrı bir keyiftir ancak devam eden arkeolojik kazı çalışmaları sebebiyle artık Tavşan Adası’na geçişe izin verilmiyor. Bu sebeple yine yürüyebilir ama elbette adaya çıkmadan dönebilirsiniz sadece.

Alman arkadaşlarım yeniden Bodrum'dalar... Dün fotoğraf karesine dondurdukları Tavşan Adası fotoğrafı "Ay'dan İzlenimler"'in bugünkü konuğu... Gelecek haftasonu Dersaadet'e geliyor arkadaşlarım. Yine büyük olasılık "Mutluluk Kapısı"'nın iki yakasında fotoğraf karelerinde buluşmamızı donduruyor olacağız !

14 Eylül 2011 Çarşamba

Kuroi Ame / Siyah Yağmur


...
Shokichi: Söyle bana. Hiç anlamıyorum. Amerika neden atom bombasını kullandı? Kazandıkları halde…
Shigematsu Shizuma: Ben de merak ediyorum. Kimileri savaşı çabucak bitirmek için olduğunu söylüyor.
Shokichi: Öyleyse neden Tokyo değil? Neden Hiroşima?
Shigematsu Shizuma: Bilemiyorum.
Shokichi: Gerçeği bilmeden nasıl ölebiliriz? Böyle ölemem, kobay faresi gibi !
...

Bu diyalog, Shôhei Imamura’nın 1989 yapımı siyah-beyaz Kuroi Ame (黒い雨)/ Black Rain / Siyah Yağmur filminin 1950 yılına geçiş yapılmış olan sahnelerinde yer alıyor. Filmi izlediğim sırada ve sonrasında zihnimi fazlasıyla meşgul ediyor bu diyalogda geçen sorular. Yanıt bulamıyorum. Atom bombasının kullanımı ile ilgili mantıklı bir açıklama yapıp kendimi ikna edemiyorum!
Kuroi Ame / Black Rain / Siyah Yağmur 6 Ağustos 1945 sabahı Hiroşima’da başlıyor. Shigematsu Shizuma ve ailesi, Amerika Birleşik Devletleri uçaklarının atom bombasını Hiroşima üzerine bırakmasından önceki son 'normal' sabahlarını yaşamaktalar. Shigematsu çalışmakta olduğu fabrikaya gitmek üzere trene binmiş, karısı Shigeko evde ve yeğeni Yasuko dayısının evine ulaşmaya çalışmakta. Saat tam 08:15 iken insanlık tarihindeki en ağır olaylardan biri gerçekleşir: Bomba Hiroşima’ya düşer, kent yerle bir olur ve bomba kente düştüğü ilk anda 80.000 kişiyi öldürür.Atom bombasıShizuma ve ailesi saldırıdan ölmeden kurtulmuşlardır. Normal bir savaşta veya saldırıda bu durumu şans olarak nitelendirebilirsiniz. Ölmemiş, kurtulmuşlar diye sevinebilirsiniz. Oysa bombanın ardından yaşananları izledikçe tüm “Hibakusha”ların bomba anında ölmüş olmalarının kendileri için daha iyi olacağı sonucuna varıyorsunuz. (Hemen not düşeyim: Atom bombaları patladığı anda Hiroşima ve Nagazaki'de bulunup hayatta kalanlar “Hibakusha"(被爆者) olarak adlandırılıyorlar. Japon Hükümeti'nin verilerine göre 31 Mart 2011 itibariyle 219.410 "Hibakusha" halen hayatta imiş.)Shizuma AilesiFilmin özellikle atom bombasından kurtulan Shizuma ailesinin yerle bir olan Hiroşima’yı bir baştan diğer başa katederek Shigematsu’nun çalıştığı fabrikaya ulaşmalarını izlediğiniz sahnelerde insanlığınızdan utanıyorsunuz. Filmde daha sonra bombanın atılmasından beş yıl sonrasına geçiş yapılıyor ve hayatta kalanların boğuştuğu hastalıklar, fiziksel ve psikolojik travmalar Shizuma ailesinin dışında farklı başka karaterlerle de izleyicilere aktarılıyor. Ancak bomba anında neler olduğu, kentteki görüntüler geriye dönüşlerle film boyunca veriliyor. Film üzerine daha fazla ayrıntıya girmeden Shôhei Imamura’nun bu filmi üzerine söylediklerine yer vermek istiyorum.

Richard Phillips tarafından 2000 yılında kendisiyle yapılan röportajda Hiroşima ve Nagazaki’de binlerce insan ölmüş olmasına rağmen atom bombalarının atılmasının Amerika Birleşik Devletleri tarafından haklı gerekçelere oturtulduğunu ve üstelik bu durumun pek çok ülke tarafından da kabul gördüğünü belirtmiş Shôhei Imamura. Ne acı değil mi? “Pasifik’te savaşı başlatan Japonlar (Pearl Harbour baskını) sonuçlarına da katlanmalı görüşüne sahip pek çok gazeteci “ diye eklemiş Imamura… “Filmim atom bombası sonrasında insanların karşılaştığı radyasyonun etkileri üzerine. Siyah yağmura maruz kalan pekçok insan korkunç sağlık sorunları yaşadı ve acı çekerek öldüler. Masuji Ibuse’nın romanından uyarlanan filmimde her şeyi koyamazdık, roman çok ayrıntılıydı ama filmimde seçici olmak zorunda kaldık. Bomba mağdurları ile görüşürken onların gözlerinin içine bakmak inanılmaz derecede zordu.”
Uzun bir süre etkisinden kurtulamayacağım, içinde hiçbir umut kırıntısının olmadığı bir film Kuroi Ame / Black Rain / Siyah Yağmur . Elimden gelen sadece üzülmek ve öfkelenmek.

13 Eylül 2011 Salı

"Ada Vapuru Yandan Çarklı"

Cebimizde Jak Deleon'un "Bir Tutam İstanbul" kitabı, 11 Eylül Pazar günü İstanbul'un soylu güzelleri olan Adalar'ı keşif günümüzdü.
Kitaptan okuduğumuza göre; Bizans'ın Prens Adaları'nı 17 Nisan 1453'te fetheden Osmanlılar, tepelere kırmızı renk veren demir madenlerinin bolluğu ve alaca maki örtüsü nedeniyle "Kızıladalar" adını uygun görmüş.

[Fotoğraflara tıklayın, büyüsünler !]

Kabataş'tan Adalar'a doğru yola çıktık ağır ağır...
Adalar'a jetonKabataş'tan Kalkan Adalar Vapuru
Boğaziçi Köprüsü'nü ve Haydarpaşa'yı selamlamayı unutmadık !
Boğaziçi KöprüsüHaydarpaşa
Martılarla yarışırken Adalar göründü ufukta...
Sırasıyla el salladık Kınalı, Kaşık, Burgaz ve Heybeli'ye...
KınalıadaKaşık AdasıBurgazadaHeybeliada
Sonunda martısıyla, kedisiyle, faytonuyla Büyükada !
BüyükadaBüyükada'nın MartısıBüyükada'nın KedisiFayton Cafe
Vapur yolcularını bekliyor kente götürmek üzere...
Hüzünle karışık ayrılık vakti gelir Ada'dan !
Bekler yolcularını vapurlarAda'dan ayrılık vakti...Yeniden görüşmek üzere Büyükada'da...