31 Temmuz 2013 Çarşamba

Je suis né d'une cigogne


Göçmen kuşlar sınırları sorunsuz geçebilir
ama ya insanlar?!!!

Bir zamanlar, en alttaki başlıklardan algılayabileceğiniz üzere, Tony Gatlif filmleriyle haşır neşirdik. Arşivimizde uzun zamandır bulunan ama nedense diğer filmlerini izlerken gözümüzden kaçan Tony Gatlif’in 1999 yapımı Je suis né d'une cigogne / The Children of the Stork / Bir Leylekten Doğdum filmini çok yeni izledik. Tony Gatlif, yazıp yönettiği gerçeküstü Je suis né d'une cigogne / The Children of the Stork / Bir Leylekten Doğdum filmini, 1997 yapımı Gadjo Dilo filminin başarısının ardından bu filminin oyuncularıyla gerçekleştirmiş. İşsiz Fransız Otto (Romain Duris) ve Alman asıllı aykırı kız arkadaşı Louna (Rona Hartner)’nın bir gün yeter artık deyip, Bonny ve Clyde ya da À bout de souffle tarzı yollara düşmelerinin öyküsünü izliyoruz Je suis né d'une cigogne filminde. Aralarına ailesinin Fransızlaşması için yoğun çaba harcadığı göçmen Müslüman Ali katılıyor ve bu çılgın üçlü yollarına devam ederken yaralı bir leyleğe rastlamalarıyla hayatlarının bir hedefi oluşuyor: Konuşan yaralı leyleği tedavi ettirmek ve Frankfurt’taki akrabalarının yanına ulaşmasını sağlamak!
Bir kamyonun altında Fransa’ya gelen Faslı Miloud’a adanan Je suis né d'une cigogne / The Children of the Stork / Bir Leylekten Doğdum filmi göçmenlik sorununa hayli gerçeküstü yaklaşsa ve pek de anlaşılamamış olsa da Tony Gatlif söylemek istediklerini kendince ifade etmiş diye düşünüyorum. Herşeyi olduğu gibi değil de soyutlayarak anlasın diye izleyicisine bırakmış. Tembel izleyici istemeyen yönetmenlerden, her daim yolların filmlerin yapan ve yolların memleketi olduğunu söyleyen Tony Gatlif.
Filmde hoş göndermeler var. Bunlardan bir tanesi Ali ve ailesi yemek masasındayken çalan kapıya giden annenin gözetleme deliğinden bakıp “postacı gelmiş” dediğinde Ali’ye “Postacı kapıyı iki defa çalar” dedirterek The Postman Always Rings Twice filmine Gatlif’in yapmış olduğu göndermeydi. Bu arada, çılgın üçlünün en entellektüel üyesi olarak Ali yolculukları boyunca kah kitap kah gazete okuyarak ve özlü sözler söyleyerek sadece Otto ve Louna’yı değil, izleyiciyi de etkiliyordu.
Göçmenliğin çok ciddi bir sorun olduğu, giderek daha da büyük sorunlara yol açacağı aşikar bir Dünya’da sınırların kalktığı günler gelir mi gelmez mi bilinmez ama umarım hiç bir üst kuvvet bu sorunu kökten giderecek çözümlere yönelmez!
İzlediğim diğer Tony Gatlif filmleri için başlıklara tıklayabilirsiniz:
*Korkoro/Liberté/Freedom/Özgürlük
*Transylvania
*Caco’nun Yolculuğu (Vengo)
*Zano’nun Yolculuğu (Exils)
*Swing
*Sokaklar Özgürdür (Mondo)
*Stéphane’ın Yolculuğu (Gadjo Dilo)

29 Temmuz 2013 Pazartesi

"Denize Kıyısı Olmayan Kentleri
Nedense Çok Sevemedim !"

Bir vapurda yolculuk ederken, başka bir vapuru fotoğraf karesine hapsettim 28 Temmuz sabahında. Ne kadar çirkinleştirsek ve çirkinleştirmeye hiç aralıksız devam ediyor olsak da, Dünya'nın en güzel kenti olarak kalmayı başarıyor "Dersaadet" !

Le Amiche

Le Amiche / The Girlfriends / Kız Arkadaşlar filmi, sevdiğim İtalyan yönetmen Michelangelo Antonioni’nin ilk dönem çalışmalarından oldukça hoş bir film. 1955 yapımı siyah-beyaz film Cesare Pavese’nin Tra donne sole / Among Women Only / Sadece Kadınlar Arasında isimli romanından bir uyarlama. Sevdiğim başka bir İtalyan yazar Italo Calvino’ya göre Torino kenti, bütün melankolisiyle hükmediyor ve kalbinde yer alıyormuş Cesar Pavese’nin bu romanında. Film vizyona girdiğinde, Italo Calvino, "Pavese’nin inceliğinden zerre kadar eser yok" diyerek kıyasıya eleştirmiş Michelangelo Antonioni’yi. Romanı okumadığımdan yorumda bulunamayacağım bu eleştiriye ancak titiz bir yönetmen olarak Michelangelo Antonioni’nin de kendine has bir sinema dili olduğundan romanın vermek istedikleriyle ters düşmedİğini düşünüyorum.
Aşağı yukarı izlediğim bütün filmlerinde kafaları karışık kahramanları perdeye aktaran Michelangelo Antonioni’nin ilk dönem filmlerinden itibaren bu geleneğini bozmamış olduğunu görüyorum. Elbette bu filmde senaryonun aslı Pavese’nin romanına dayandığı için kahramanların kafa karışıklığı durumunu Pavese’nin kalemine borçluyuz. O zaman şöyle de bir genelleme yapabiliriz :) İtalya’da herkesin kafası karışık ! İtalyan yazarları ve yönetmenleri de bu durumu çok güzel aktarmış eserlerine.
Torinolu Cesare Pavaese 1949’da yayınlanan Tra donne sole romanında hemen II. Dünya Savaşı sonrasındaki Torino’yu anlatırken, sınıf farklılıklarına da çok zarif bir biçimde yaklaşmış. Tırnaklarıyla kazıya kazıya bulundğu mevkiye ulaşmış olan Clelia adındaki hırslı kadın kahramanın seneler önce ayrıldığı memleketi Torino’ya, bir mağaza açılışı sebebiyle dönüşü ve kaldığı otelde, yan odadaki genç kadının intihara teşebbüsüyle, bir anda kendini Torinolu zengin ve şık kadınların arasında buluvermesini izlerken, 50'ler´in Türk filmlerini anımsamadan da duramadım. Filmin bazı sahnelerindeki diyaloglar eski Yeşilçam filmlerini aratmayacak tarzdaydı doğrusu!
İzlediğim en hoş istasyon sahnelerinden birisiyle nihayetlenirken film, bir Yeşilçam filmi olsaydı "esas kız" mutlaka trenden atlar veya "esas oğlan" hızla koşarak, treni yakalayıp kompartımana atlar diye düşünmekten de kendimi alamadım..!

Bir anda kolaylıkla arkadaş bulup, samimi olabilme yeteneğinin, Kürre-i Arz'ın neresinde olursa olsun, kadınlara mahsus bir durum olduğu gerçeğini bize kanıtlayan bir film olarak, usuma yerleştiriyorum Michelangelo Antonioni’nin Le Amiche filmini.
Önceki Michelangelo Antonioni ile ilintili girdilerim için başlıklara tıklayabilirsiniz.
*Gerçekliğin korkunç bir yanı var...
*Antonioni'nin Yalnızları
*"Gece" Güzeldir!
*Ruh Büzüşmeleri
*Shivaree söylüyor: "Goodnight Moon"
*Bulutların Ötesinde Ne Aranabilir?
*Hayaller...Gerçekler...
*Gazanfer Bilge Otobüsünü Göreceksin!

24 Temmuz 2013 Çarşamba

Sala Samobójców

Leh yönetmen Jan Komasa 1981 doğumlu. Polonya’nın dünyaca ünlü Lódz Film Okulu’nu bitirmiş. 16 dakikalık ilk kısa film çalışması olan Fajnie, ze jestes / Nice to see you / Seni Görmek Güzel, 2004’te Cannes Film Festivali’nde, uluslararası genç sinemacıların/sinema öğrencilerinin yarıştığı Cinéfondation bölümünde ilk üçe kalmış. Jan Komasa, 2011 yapımı ilk uzun metrajlı filmi Sala samobójców / Suicide Room / İntihar Odası filmi, sadece Polonya’da değil, Avrupa’nın pek çok yerinde de geniş bir izleyici kitlesine ulaşmış.
Filmi izleyip, arşivimize dahil etmemizin ilk nedeni açıkçası, bu filmin Polonya’da son yıllarda sinema dünyasında neler olup bitiyora bir örnek teşkil etmesiydi. Üstelik film, giderek herşeyin sanallaştığı bir dünya ortamında, salt Leh gençliğini ilgilendiren sorunları değil, dünyanın herhangi bir başka, "uygar" (buradaki kasıt dijitalliğin girdiği her yer) ülkesinde olabilecek gençlerin sorunlarını da sergiliyor. “Herşey giderek değerini yitirirken dejenerasyon tam anlamıyla tepe noktasına yükseliyor” fikrini kanıtlayan bir film olarak Sala samobójców / Suicide Room / İntihar Odası, biraz duyarlı bir insansanız, izlerken ve izledikten sonra canınızı acıtan bir film.
Yönetmen Jan Komasa, Daze Dijital sayfasında okuyabileceğiniz üzere, yazıp yönettiği filminin senaryosunun, Japonlar'ın “Hikikomori” kavramını duyduktan sonra kafasında oluşmaya başladığını söylemiş. Vikipedi’den öğrendiğime göre “Hikikomori”, Japonca “Elini ayağını çekmek” anlamına geliyormuş. Yaşamdan elini ayağını çekerek, temel ihtiyaçlar dışındaki tüm zamanlarını odasının içinde geçirenler kastediliyormuş. Japon psikiyatr Tamaki Saitō'nun tıp literatürüne kazandırdığı bu hastalığın tek müsebbibi bilgisayar da değilmiş. 90′lı yıllardan beri Japonya’da, kendini ailesiyle yaşadığı evin bir bölümüne kapatıp sosyal yaşamı tamamen reddeden ergenleri ve gençleri tanımlamak için de kullanılıyormuş bu kavram.
Filme dönersek, Dominik (genç Leh oyuncu Jakub Gierszal iyi bir oyunculuk sergiliyor) adında, üst gelir düzeyine sahip başarılı bir anne-babanın çocuğu var karşımızda. Okulun güzel kızlarıyla haşır neşir lise son öğrencisi olan Dominik, mezuniyete az bir zaman kala, arkadaşlarıyla beraber gittikleri bir partide, bir erkek arkadaşıyla öpüşmeye zorlanmasından sonra, bu öpücük üzerinden ciddi bir alaya alınıp aşağılanıyor arkadaşlarınca. Tam da bu sıralarda, internette rastladığı, vücuduna zarar veren birisine tesadüfen yazdığı mesaja yanıt gelmesiyle, “intihar odası” olarak adlandırılan sanal bir kulübe davet ediliyor. Üyelerin ölümü takıntı haline getirdikleri bir oda burası. Bundan sonrası, gerçek dünyayla ilişiğini kesen Dominik’in kendini adeta bu sanal odaya hapsetmesinin öyküsüne dönüşüyor.
Filmde sanal kulüple ilgili çekimler animasyona evriliyor. Çok fazla bana hitap eden bir film olmadı Sala samobójców / Suicide Room / İntihar Odası ama “nereye gidiyor dünyamız?” için izlenip, dersler çıkarılması gereken bir film. Salt, “Hikikomori” kavramını öğrenememi sağladığı için bile bir iz bırakmış film olarak yer alacak belleğimde. Nedir bakalım kıssadan hisse; sanal dünyalar sanal kabuslara kolaylıkla dönüşür!

23 Temmuz 2013 Salı

Les bien-aimés

Christophe Honoré’nin yazıp yönettiği , şimdilik son filmi olan, 2011 yapımı Les bien-aimés / Beloved / Sevgililer filmini izlememin ilk sebebi, yönetmenin gerçek hayatta anne-kız olan Catherine Deneuve ve Chiara Mastroianni’yi birlikte anne-kız rolünde bu filminde oynatmış olmasıydı. 139 dakikalık Les bien-aimés filmi, bir çift topuklu kırmızı ayakkabı yüzünden fahişeliğe başlayan anne Madeleine ile kızı Vera’nın 1964 – 2007 tarihleri arasındaki yaşantılarına ağırlıklı olarak aşk hayatları üzerinden yaklaşıyor. Filmi izlemeye başladığımda, Christophe Honoré’nin, Jacques Demy’in sevdiğim filmlerden olan 1964 yapımı Les parapluies de Cherbourg / The Umbrellas of Cherbourg / Cherbourg Şemsiyeleri filminden çok etkilenmiş olduğunu düşündüm. Belki de Les parapluies de Cherbourg filminin yapım yılı sebebiyle kendi senaryosunu 1964’ten başlatmıştır diye düşünmeden de edemedim. Gencecik, daha 17 yaşındaki Catherine Deneuve çok hoş bir karakter çiziyordu Les parapluies de Cherbourg filminde. Ancak, şuradan okuyarak, Christophe Honoré’nin Catherine Deneuve’ü filmi için seçmesinin sebebinin Jacques Demy’nin filmi yüzünden olmadığını, tek nedenin daha önce bir kaç filminde birlikte çalıştığı kızı Chiara olduğunu öğreniyorum.
Les bien-aimés / Beloved / Sevgililer filminin kendisinden çok filmdeki hoş detaylar daha çok ilgimi çekti diyebilirim. Öncelikle Christophe Honoré, Çek sinemasına bir saygı duruşunda bulunmuş bu filmiyle. Filminin erkek kahramanlarından Madeleine'nin aklını karıştıran yakışıklı Çek Jaromil Passer’in adını ünlü Çek yönetmenleri Jaromil Jires ve Ivan Passer’den oluşturmuş, üstelik bu kahramanın yaşlılığını da Çek asıllı yönetmen Milos Forman’a oynatmış. Aynı zamanda filmdeki doktor Jaromil Passer karakteri, Milan Kundera'nın ünlü "Nesnesitelná lehkost bytí / The Unbearable Lightness of Being / Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği" romanının ana kahramanı doktor Tomáš'a da bir gönderme olmuş. (Bu arada, Milos Forman’ın pek çok filmini izlemiş olduğum halde hiç günceme konuk etmediğimi fark ediyorum. Belleğim beni yanıltmıyorsa Jaromil Jires’in Valerie a týden divu / Valerie and Her Week of Wonders filmini seneler önce izlemiştim. En kısa sürede yeniden izlemek üzere kendi kendime not alıyorum hemen. Bu arada hiç Ivan Passer filmi izlemediğimin de ayırdına varıyorum. İzlenecek ne çok film var daha diye hayıflanıyorum !)
Kızımın ve sevgili(m) kocamın hoşlanmadıkları, sadece benim yüzümden tahammül ederek sonuna dek izledikleri bir film olarak DVD raflarına kaldırdığımız Les bien-aimés / Beloved / Sevgililer filmi, gerçek hayatta da anne-kız olan, bir anne-kızın öyküsüyle beraber hemen jenerikte çalan “Ces bottes sont faites pour marcher” şarkısıyla da belleğimde bir yer buluyor kendine. Fransızca versiyon elbette önce Nancy Sinatra’nın söylediği “These boots are made for walking” olarak şarkının orjinalini ve bu orjinal de Stanley Kubrick’in 1987 yapımı Full Metal Jacket filmini anımsatıyor. Ancak, sanırım, tarihlerde bir karışıklık söz konusu; şarkının orjinali olan “These boots are made for walking” şarkısının ilk kaydı 1966’da yapılmış olmasına rağmen filmde 1964 yılının ayakkabı mağazası görüntülerinde Fransızca olarak bu şarkıyı duyuyoruz. Filmin müziklerini, Christophe Honoré’nin başka filmlerinin müziklerini de yapmış olan Alex Beaupain gerçekleştirmiş bu arada.

Edebiyatımızın ayrıksı yazarı L.Erbil

Okuyucularıyla birlikte en çok Vapur öyküsündeki, düşle gerçeklik arasında Boğaz’ın üzerinde başkaldıran "vapur"u özleyecek sevgili Leylâ Erbil'i...

18 Temmuz 2013 Perşembe

Dans Paris

Fransız Yeni Dalga akımının çağdaş temsilcisi kabul edilen Christophe Honoré’nin yazıp yönettiği, 2005 kışının Paris’inde toplam 31 günde çekimlerini tamamladığı ve Yeni Dalga’ya bir saygı duruşu olarak nitelendirilen "Dans Paris / Inside Paris / Paris’te" filmi, çok fazla beklentim olmaksızın izleyip DVD raflarımıza kaldıracağım bir filmken, öncelikle oyuncuları, sonrasında içinden geçirdiği Moskva slezam ne verit / Moscow Does Not Believe in Tears / Moskova Gözyaşlarına İnanmıyor repliği ve elbette farklı Paris görüntüleriyle kalbimin bir köşesine usulca yerleşiyor. Oyuncular demişken, Romain Duris’i ilk olarak “Ben yol filmleri yaparım çünkü yollar memleketimdir.” diyen Tony Gatlif’in Gadjo Dilo / Crazy Stranger / Çılgın Yabancı filminde izlediğimi, Louis Garrel’i ise Bernardo Bertolucci'nin sinema tarihinin pek çok klasikleşmiş yapıtına göndermelerle dolu olan Dreamers / Düşler-Tutkular-Suçlar filminde ilk kez gördüğümü ve bu filmlerden beri pek çok filmleriyle oyuncuları takip ettiğimi belirteyim.
İki erkek kardeşi oynayan Romain Duris (sevgilisinden ayrılarak baba evine dönen depresif ağabey Paul’ü canlandırıyor) ile Louis Garrel (asi tavırlı, umursamaz, kadınlar arasında uçuşan küçük kardeş rolünde)’in bir tam gün ve gecede geçen öykülerini bize adeta röntgenlendiren yönetmene, bir izleyici olarak keyifle yaptığımı söyleyebilirim bu işi. (Jonathan daha filmin en başından bizlere ‘sana söylüyorum ey sevgili izleyici!’ deyip, Christophe Honoré’nin filmine bir güzel davet ediyor !)

Dans Paris / Inside Paris / Paris’te filminin bir sahnesinde Louis Garrel’i birdenbire Gus Van Sant’in Last days / Son Günler film afişi ile David Cronenberg’in A History of Violonce / Şiddetin Traihçesi film afişi önünden geçerken görmek ayrıca keyif veriyor!

Son notum filmin soundtrack’iyle ilintili olacak noktalarken güncemi. Christophe Honoré’yle ilk olarak 2002 yılında 17 fois Cécile Cassard / Seventeen Times Cecile Cassard / 17 Kez Cécile Cassard filminde birlikte çalışmaya başlayan ve Dans Paris / Inside Paris / Paris’te filminden sonra da pek çok filminin müziklerini yapan Alex Beaupain’in “Avanat la haine / Nefretten Önce” şarkısı gerçekten pek anlamlı ve Romain Duris ile filmde sevgilisini oynayan Joana Preiss pek de güzel yorumlamışlar şarkıyı. Bu arada, Romain Duris’in Kim Wilde’ın “Cambodia” şarkısı çalarken mırıltılarıyla eşlik ettiği sahnenin filmin en hoş sahnelerinden biri olduğunu da ekleyeyim girdimin sonuna...

15 Temmuz 2013 Pazartesi

Nybyggarna

Jan Troell’in Utvandrarna / Göçmenler filmi, 19. yüzyılın ortasında “yeni toprak, yeni ülke” hayalleriyle Ljuder’den (Güney İsveç’de küçük bir köy) Amerika’ya göç eden bir avuç İsveçli’nin öyküsünü anlatmaktaydı. Yönetmenin bu filminin devamı olan 1972 yapımı Nybyggarna / The New Land / Yeni Ülke filminde Karl Oskar ve ailesinin Minnesota topraklarındaki zorlu hayatını izliyoruz. Ön planda Karl Oskar (Max von Sydow) ve Kristina (Liv Ullmann)’nın adım adım evlerini inşa etmelerini, topraklarını ekmelerini, arka arkaya doğan çocuklarıyla genişleyen ailelerini izlerken arka planda “Yeni Dünya”’daki altın arayışı peşindeki insanları, Amerikan İç Savaşı’nı, yerlilerin topraklarının ellerinden alındığı yetmiyormuş gibi bir de acımasızca katledilişini izliyoruz.
Hüzünlü bir destan Nybyggarna ! Yeni bir ülke yeni umutlar demek ama bedeli çok ağır olabiliyor çoğu zaman.

10 Temmuz 2013 Çarşamba

The Loneliest Planet

Rus asıllı Amerikalı kadın yönetmen Julia Loktev, Nuri Bilge Ceylan’ın jüri başkanlığındaki 31. İstanbul Film Festivali’nde Altın Lale’yi kazanmıştı 2011 yapımı The Loneliest Planet / Yalnız Gezegen filmiyle. Seyrederseniz, Nuri Bilge Ceylan'ın bu filme bu ödülün verilmesinde çok etkili rol oynamış olduğu düşüncesine kapılacaksınız, sakın şaşırmayın ! Gecikmeli olarak izlediğim filmin gidişatını değiştiren aşağıda fotoğraflarını gördüğünüz krılma sahnesinde, erkeklerin ve kadınların bir küçücük sahneyi nasıl olup da birbirinden tam zıt bir biçimde algıyabileceğine olabilecek en güzel örnek olduğunu düşünüyorum bu filmin.

Şurada okuduğum röportaja göre, Julia Loktev bir festival sebebiyle Gürcistan’da bulunduğu sırada aklına Tom Bissell’in “God lives in St Petersburg / Tanrı St Petersburg’da Yaşıyor” kitabının içinde yer alan “Expensive Trips to Nowhere / Hiçbiryer için Pahalı Turlar” adlı kısa öyküsü gelmiş ve “neden bu öyküyü filme dönüştürmeyeyim” demiş. Öykünün orjinali Kazakistan’da geçiyormuş ama Gürcistan’daki Kafkas dağlarının dinginliği de gayet güzel oturmuş Loktev’in uyarlamasında. Filmin üç ana oyuncusundan Gürcü rehberi oynayan karakterin (ki ünlü Gürcü dağcı Bidzina Guajabidze canlandırmış bu rolü ve başlangıçta Himalayalar'a planlanmış bir seyahatim var diyerek kabul etmek istememiş filmde oynamayı. Yine de deneme çekimini yapmış ve çocuklarının etkisiyle filmde olmayı kabul etmiş. Hiç oyunculuk denemesi olmamasına rağmen doğallığından ve bir bakıma da hep dağlarda, doğada kendisini oynadğından olsa gerek filmde harikalar yaratmış bence.) Türkiye’ye komşu Gürcistan’ın Gürcü rehberinin eski karısının gidip Hollanda’da bulduğu yeni sevgilisi bir Türk ve bu vesileyle nedendir bilmem ama Türkleri de geçirivermiş filminin içerisinden Loktev. Uyarlanan öyküyü okumadım, dolayısıyla bilmiyorum öyküden bir Türk geçiyor mu ama bu kurgunun Loktev’den kaynaklandığını düşünüyorum.
Gael García Bernal kendisine senaryo gönderildiğinde, çocukken Mihail Yuryeviç Lermontov'un "Geroy naşevo vremeni (Герой нашего времени) / A Hero of Our Time / Çağımızın Bir Kahramanı" adlı romanını okuduğunu ve o günden beri Kafkasya'ya gitmenin hayallerinde yer aldığını belirterek rolü kabul etmiş. Bunun üzerine yönetmen Julia Loktev hoş bir sürprizle, Gael García Bernal'in canlandırdığı Alex karakterine, nişanlısı Nica'nın (Hani Furstenberg canlandırıyor) bu kitaptan bir parça okumasına yer vererek filminin içinden geçirmiş Lermontov'un yazmış olduğu tek romanı. Cep telefonu kullanmayan ve birlikte kitap okuyan bir çift ! Bu sahne, filmin en romantik sahnesiydi kanımca. Hemen buradan bir selam gönderiyorum The Reader / Der Vorleser / Okuyucu filmine !
The Loneliest Planet / Yalnız Gezegen filmini izlemeyi bitirdiğimde, aşkın tek kişilik olduğu inancımın pekişiyor olduğunu duyumsuyorum sonsuz güzellikteki Kafkaslar'ın dinginliğinde.

7 Temmuz 2013 Pazar

Αν... (An...) / (What if...) / (Şayet...)

Geçen yıldan kalan, çok samimi bulduğum bir Yunan filmi Αν... ("An..." / "What If..."). Anlık kararların, zamanda, kişisel yaşamların şekillenişinde aldığı rol üzerine bir film denebilir. Aslında paralel evrenlerin izdüşümleri gibi algılanabilecek bir söylemi varmış gibi görünse de, öyle değil.
Filmin en başında, sanki biraz Pedro Almodóvar - Woody Allen lezzeti alıyormuş gibi sansak da, o da değil! Biraz Hollwood esintisi, biraz da Avrupa filmi gibi sanılsa da, hiç değil; özgün bir Yunan filmi bence.
Sinüs dalgaları çizen hayatın iniş-çıkışları, hüzünden mutluluğa geçişimleri, kimi yerde gerçeküstücü sayılabilecek sahne geçişleri ile örülmüş bir "patch-work" yahut kolaj. Farklı bakış açılarıyla değişik etmenleri algılamak olası. İleride yeniden izler miyim bilemem fakat, izlersem, yeni algılamalarım olacağını duyumsuyorum.
Filmde, Antik Grek Tiyatrosu'ndan serpintileri de görebildiğimi ifade etsem, filmi izleyen herkesin algısıyla örtüşemediğim ortaya çıkabilir belki. Laterna, bir motif olarak, nostaljinin tam ortasında insanı hüzünlendiriyor. Yerleşik değerlerin değişimiyle beraber, eskiye tutunmak isteyen, kök salmışlık duygusunun, derinlerden yüzeye çıkışının simgesi olarak, laternanın, yerinde kullanıldığını, kullanılmamış olsaydı, filmin aynı film olamayacağını belirtebilirim.
Le Bonheur (1965)'deki gibi öyle bir sekans görüyoruz ki, filmdeki TV'de ne oluyorsa, filmin kendi gerçekliğinde de, o oluyor. Bu da, ezoterik doktrinlerin, Hermetizm'in "Yukarıda ne varsa, aşağıda da o vardır." yaklaşımıyla örtüşüyor. Le Bonheur (1965)'de tek kişi (erkek) üzerinden böyle bir sekans yakalanabilirken, filmimizde, iki kişi (erkek ve kadın) olarak bu göndermeyi bulabiliyoruz.
Dalga dalga metaforik göndermeler, fonda Yunanistan'ın ekonomik krizinin yansımaları, bu meyanda TV'de izlenen gösteriler, ayaklanmalar, alt-gerçeklik ile üst-gerçeklik boyutunu filme katmış... Bu bağlamda, daha derin bir biçimde, bir yara olarak ana-oğul psikolojik ilişkileri, sevgilinin aldatması, kadın ana karakterin "mimar", erkek ana karakterinse "yönetmen" oluşu, insan-insan ve insan-toplum ilişkiler yumağı, filmin iyi kotarılmış, iyi pişirilmiş ve taze, leziz, kaliteli malzemeler kullanılmış bir "aşure" olduğu saptamasına götürüyor bendenizi! En eleştirilecek yanı bu, hep, daha önce yapılmış bir şeylerden izler bulabilmek mümkün; güzel olansa, bu halin, filmin özgünlüğünü zedelemiyor izlenimini de birlikte getirişi paradoksal olarak.
Kabullenmek, yüzleşmek gibi kavramlar sıcak ve samimi bir dil, Atina'nın Plaka semti, karı-koca ilişkilerinin belki biraz Yunanistan-Avrupa Birliği ilişkilerine gönderme gibi algılanması, felsefi bakışlarla kederli olma pahasına gerçekliğe dönüş, aynaya bakarak aslında bireyden yola çıkıp da topluma ayna tutma gibi izdüşüm ve çağrışımlar, filmden zihnimde geriye kalanlar.
Fikirsel olaraksa, öküz ölünce ortaklık bozulacağına yeni bir öküz alınır, herkes için geçerli bir doğru olan an vardır, kaderden kaçış yok ama kaderimizi nasıl güzelleştirebileceğimiz ve ona nasıl yön verebileceğimiz kendi elimizde diye özümsenebilecek fikirler uçuşturabiliyor bu film kafanızda. Camdan bakan Eleni karakterinin, pencereyi kaparken laternacının camda yansıyan görüntüsü gibi kimi olağanüstü incelikteki çekimler de akılda kalıcı.
Müzikler dingin, yeni ile eski karması, sentezi oluşturulmuş film müziklerini seçerken. Anladığım, yönetmen çok film izlemiş ve izlediklerini zihninde harmanlamış. Başka işlerini de görmek gerek.