29 Ekim 2012 Pazartesi

Cumhuriyet Bayramı'mız kutlu olsun!

Cumhuriyet Bayramı'mız kutlu olsun!.

16 Ekim 2012 Salı

La maman et la putain

Sevgili(m) kocam, Cumartesi günü “ bu akşam Can Öztaş’ın filmini izleyeceğiz” dediğinde şaşırdım önce, yeni bir Türk yönetmenin filmini mi izleyeceğiz diye… Sonra hemen ayırdına vardım muzip bir söyleyiş oyunu yaptığını ve aslında Jean Eustache’ın başyapıtı La maman et la putain / The Mother and the Whore / Anne ve Fahişe filmini izleyeceğimizi algıladım.
Sinema dergilerinin duayeni ve en vazgeçilmezi Cahiers du Cinéma’ya göre Fransız sinemasının tek gerçek “Mayıs ‘68” filmi olan, Jean Eustache’ın yazıp yönettiği La maman et la putain, Cumartesi akşamımızı taçlandırdı diyebilirim.
Görünürde bir aşk üçgeni öyküsünü anlatır görünen La maman et la putain filmi salt diyaloglara dayalı bir film. 215 dakika boyunca, 20'li yaşlarındaki işsiz, güçsüz, parasız, pek bilmiş, kafası karışık entellektüel Alexandre (Jean-Pierre Léaud tek kelimeyle döktürüyor rolünü), Alexandre’ın parasal açıdan bağımlı olduğu, evinde yaşadığı, küçük bir butik işleten 30lu yaşlarındaki Marie (Bernadette Lafont canlandırıyor) ve Alexandre’ın Saint-Germain-des-Près’nin 'Varoluşçu' kafelerinden Les Deux Magot’da görüp tanıştığı (asıldığı demek daha doğru olacak) Veronika (Françoise Lebrun çok güzel oynamış cinsel açıdan kimseyi takmayan kadını)’nın sürekli “bıdı..bıdı ..bıdı..” ama yer yer felsefi konuşmalarını izliyorsunuz. Bu diyaloglar üzerinden de satır aralarında Mayıs ‘68’yi yaşayıp, daha henüz 4 yıl geçmişken ideallerini kaybetmiş Alexandre’ın özünde ’68 kuşağının hayal kırıklıklarına bir bakış atıyorsunuz.
Alexandre haksız değil , “Dünyadaki her şey bana karşı duruyor olmalı. Kültürel bir devrim oldu, 68 Mayısı… Rolling Stones, Black Panthers, Filistinliler, Yeraltı ve ve birkaç yıl içinde ortada hiçbir şey yok!” derken. Umarsızlık her yerde ve her şekilde karşına çıkıyor farkında olanların bile… Sonra Alexandre’ın şu sözleriyle irkilip kendinize geliyorsunuz; “68 Mayıs’ında bir gün kafe tıklım tıklımdı ve herkes ağlıyordu. Bütün kafe ağlıyordu. Çok güzeldi… Çünkü göz yaşartıcı bomba atılmıştı. Hergün oraya gitmesem bunların hiç birini göremezdim. Ama orada, o anda gözlerimin gördüğünün ötesinde, gerçeklikte bir yarık açıldı.”
Şuradan okuduğum üzere, Jean Eustache’ı tanıyanlar bu filmin aslında kendisi ile o dönemde sevgilisi olan ve başrollerden birini oynayan Françoise Lebrun’un (Buğulu bakışlı, kendi cinsel devrimini sakınmasız yaşayan Veronika rolü) ilişkisinden izler taşıdığını söylemişler. Bu durumda sinefillerin belleğine kazınan kafası karışık, bilgiç entellektüel Alexandre yönetmenden ciddi yansımalar taşıyor bir bakıma.
Rolünün üstesinden hakkıyla gelmiş Jean-Pierre Léaud ve Jean Eustache’ın belirttiği “Alexandre rolünü Jean-Pierre Léaud için yazdım” öngörüsünü fazlasıyla doğrulamış. 1981’de geçirdiği araba kazasında kısmi olarak hareketsiz kalan ve 1982’de hayatına kendi elleriyle son veren sevgili Jean Eustache’ı 1972’de çektiği La maman et la putain filmi, alıp sinema tarihinde en tepelere yerleştirmiş. Filmden sonra pek çok makale okudum yönetmen hakkında ve Luc Moullet’nin Jean Eustache için yakıştırdığı başlığı pek sevdim. “Jean Eustache: Blue Collar Dandy” ya da benim öngördüğüm çevirimle “ Mavi Yakalı Başkaldıran”. Hemen belirteyim; ‘Dandy’ sözcüğüne “Başkaldıran” yakıştırmam kesinlikle Jean Eustache’ın ayrıksı kişiliğinden kaynaklanıyor ve O’nun bu halinin tüm filmlerine yansımış olmasından.
La maman et la putain filmi “İçinden Filmler Geçen Filmler” kategorime de yerleşiyor elbette gönderme yaptığı filmlerle… En çok aklımda kalan sahnelerden birinde, Alexandre iki kolunu açıp, yatak örtüsünü tutarak kendini yatağın üzerine bırakıverirken şöyle söylüyor “Bir filmde görmüştüm. Filmler sana nasıl yaşayacağını, nasıl yatak yapacağını öğretir.” Gönderme yaptığı film, Yeni Dalga akımının karmaşık yönetmeni Jean-Luc Godard’ın “Une femme est une femme” filmidir.
La maman et la putain filminin içinden Varoluşçuların sıklıkla gittiği kafeler dışında ünlü Varoluşçu Jean-Paul Sartre da geçiyor. Veronika, Alexandre ve Alexandre’ın bir arkadaşı, bir kafede otururken “ayyaş” diye nitelendirdikleri Sartre’ın da orada olduğunu öğreniyoruz. Bu sahne sonrasında acaba “İçinden Düşünürler Geçen Filmler” diye yeni bir kategori mi açsam diye düşünmedim değil :-)!

Defalarca izlenmesi gereken, sinefillerin arşivlerinin köşetaşı olan bir film La maman et la putain. Bu arada, Jean Eustache’ın filminin Yeni Dalga’nın çok ötesinde olduğunu da belirterek, yönetmenin filminin içinden tek bir sahneyle geçtiğini de söyleyip noktalıyorum bugünkü günce notlarımı. Meraklısı ilgili sahneyi arayıp bulsun !

9 Ekim 2012 Salı

"Leziz yemekler, keyifli sohbetler !"

Ayrı birey AY Hanım ve arkadaşları "Koyu Mavi", "Kaz Dağları Perisi" ve de "Yaratıcı Elişi Perisi" bu öğlen geleneksel "Cadılar" buluşmasındaydılar!!!
``Yemek bahane, sohbet şahane !´´ derler, çok doğru söylerler :-)
Bu kez güne damgasını vuran lezzetli hünnap (günnap ya da dikenli iğde de deniliyor) ve incir ezmeli fındıklı lokumdu.

7 Ekim 2012 Pazar

Turkuaz bir balon bıraktım gökyüzüne


7 Ekim Balonu - Kızımın doğumgünü bugün!

3 Ekim 2012 Çarşamba

Akibiyori

Yasujirô Ozu’nun filmleri Japonya’nın Batılılaşma (çağdaşlaşma/modernleşme) sürecini yalın bir biçimde, çok basit bir konudan yola çıkarak sakin sakin aktarır. Doğu’ya özgü biçimde telaşsız, koşuşturmasız, dingin bir anlatım Ozu’nunki, kamerası izleyiciyi asla yormuyor.
Ayako
Akiko
Yasujirô Ozu, 1960 yapımı Akibiyori / Late Autumn / Geç Sonbahar filminde kızı Ayako'yu evlendirmek isteyen anne Akiko'nun ölmüş olan kocasının üç arkadaşından iyi bir koca adayı bulmalarını istemesiyle başlayan küçük bir konuyu yanlış anlamalar silsilesi, her bir karakterin bireysel yorumlarıyla modernleşen Japon toplumunun anlatısına dönüştürmüş. Ozu asla eleştirmiyor anlatırken, salt olayı veriyor, izliyor ve kendi yorumlarınızı yapıyorsunuz. Ozu filmlerini izlerken aynı zamanda geçtiği dönemdeki Japon aile hayatını da yakından keşfediyorsunuz.

2 Ekim 2012 Salı

Le Derniere Combat

Luc Besson’un ilk uzun metrajlı, 1983 yapımı Le Derniere Combat / The Last Battle / Son Dövüş filmi, belirsiz bir zamanda, muhtemelen büyük bir savaşın ardından, konuşma yetisini kaybetmiş çok az insanın kaldığı bir Dünya'da geçiyor. 92 dakika boyunca, siyah-beyaz, kum yığınlarının arasından gökdelenlerin ucunun göründüğü, su bulabilmek için insanların boruların, dehlizlerin içinde dolaştığı, gökten balıkların yağdığı, ortalıkta hiç kadının ve çocuğun görünmediği bu Dünya'da, adlandırılmamış bir adamın mücadelesini izliyoruz.
Luc Besson’un senaristlerinden de biri olduğu (bu arada, diğer senarist filmin adlandırılmayan ana karakterini de canlandıran Pierre Jolivet'dir) bu filminde anlattığı savaş sonrası Dünya'yı inanılmaz inandırıcı buldum. Adı olmayan ana kahramanın, filmdeki diğer önemli karakterlerden biri olan doktor ile birlikte, doktorun resmettiği figürlerin önünde (mağara zamanına dönüş), derme çatma düzenekle pişirdikleri balıkları keyif alarak yedikleri sahne etkiliyor beni. Uygarlık öğrenilen, öğretilen ve her ne olursa olsun kaybedilmeyen bir olgu bence…

Gün batımında Tavşan Adası

İkibinoniki yılının ekim ayının ilk gününün batımında Tavşan Adası ! (Fotoğraflayan Alman arkadaşım)