31 Ağustos 2014 Pazar

Mon oncle d'Amérique

Hiroşima'ya atom bombası atılmasından tam 14 yıl sonra 1959'da çektiği Hiroshima, Mon Amour / Hiroshima, My Love / Hiroşima, Sevgilim filmiyle kalbimde taht kuran Alain Resnais, Fransız Yeni Dalga akımının anlaşılması en zor yönetmenlerinin başında geliyor. Sinema tarihinin en verimli yönetmenlerinden biri olan Resnais son zamanlarında hasta yatağından dahi direktif vermiş, ölümünden hemen önce Berlin Film Festivali'nde gösterilen son filmi Aimer, boire et chanter / Life of Riley / Sevmek, İçmek ve Şarkı Söylemek, festivalde Alfred Bauer Özel Ödülü'nü almıştı. Berlin Film Festivali'nden kısa bir süre sonra, 1 Mart 2014 tarihinde 91 yaşında aramızdan ayrılan Alain Resnais ardında sinema tarihinin en ilginç, en anlaşılmaz filmlerini bıraktı dersem oldukça doğru bir tespit olacak. (Bu arada hemen belirteyim: Alain Resnais'nin tüm filmleri arasında anlaşılmazlık hususundaki birinciliği tartışmasız olarak 1961 yapımı L'année dernière à Marienbad / Last Year at Marienbad / Geçen yıl Marienbad filmine veriyorum.)
Son günlerde film izlemek için arşivimize el attığımızda hep "Fransız Yeni Dalga" filmleri öne çıkıyor. Yeniden bu kadar çok haşır neşir olunca bu akıma, Chris Wiegand'ın "Fransız Yeni Dalga Sineması" kitabını da okumaya başladım. Jean-Luc Godard'ın 1962'de "Vivre sa Vie / My Life to Live / Hayatını Yaşa" filmindeki karakterine söylettiği "hikaye çok aptalca ama çok güzel yazılmış" cümlesi Fransız Yeni Dalga akımının da temel taşı gibi. Fransız Yeni Dalga akımındaki filmlerin hikayelerini Godard'ın dediği gibi aslında aptalca bulmuyorum. Bu filmler bana herşeyden önce karmaşık geliyor, belki bu karmaşıklık da çok güzel olmalarını sağlıyor.
Alain Resnais'nin 1980 yapımı Mon oncle d'Amérique / My American Uncle / Amerikalı Amcam filmi, Resnais'nin filmlerinde hep değindiği bellek sorunsalına uygun bir filmi olmuş. Filminde anlatmak istediklerinin bilimsel dayanaklarını, filminde yer alan üç ana karakterin öyküleri bireysel yürürken veya birbirleriyle kesişerek sürerken bir Davranışbilimi Profesörünün insan davranışları, insan beyni ve belleği üzerine sunduğu teorileriyle açıklamaya çalışıyor. Bir yanda bilimsel teoriler, bir yanda kurgusal hayatlar birbirine karışırken, Resnais yarattığı film karakterlerinin sevdiği sinema oyuncularının ( Jean Gabin, Danielle Darrieux ve Jean Marais) filmlerinden karelerle de filmindeki geçişleri süslüyor.
Filmin adını aldığı Amerikalı Amcaya gelince, her üç karakterin birer cümleyle değindiği ütopik amca elbette filmde hiç bir zaman ortaya çıkmıyor!

Kafanız karışacak, zaman zaman kaybolacaksınız ama yine de izlemekten keyif alacağınız güzel bir deneysel film Mon oncle d'Amérique / My American Uncle / Amerikalı Amcam. İyi ki Fransız Yeni Dalgacılar filmleri, kitapları çok sevmişler, üretmişler ve filmseverlere bir dolu eser bırakmışlar, bırakıyorlar ve bırakacaklar.

30 Ağustos 2014 Cumartesi

30 Ağustos Zafer Bayramı...


.

29 Ağustos 2014 Cuma

Kreutzersonate

Başucu kitaplarım gibi başucu müziklerim de vardır. Ruh halime, zamanın getirdiklerine, götürdüklerine, yapmak istediklerime, gerçekleştiremediklerime göre değişir dinlediklerim. Son zamanlarda başucu müziklerimden birisi Ludwig van Beethoven’dan Kreutzersonate / Kroyçer Sonat. Fazıl Say’ın da Patricia Kopatchinskaja ile yorumladığı ve “Bu sonatı her çaldığım gün mutlu olurum. Derinden mutlu olurum.” dediği Beethoven’ın 9 Numaralı La Majör keman sonatının oldukça hüzünlü bir öyküsü var. Sonatla ilgili detaylar icin meraklısına şuradaki linkin oldukça faydalı olduğunu söyleyebilirim. Beethoven, Kroyçer Sonat’ı dönemin ünlü kemancısı George Bridgetower'a ihtaf etmiş ve kendisi piyanoda, Bridgetower da keman ile bu eseri ilk kez 1803'te icra etmişler. Fakat Bridgewater Beethoven'in önem verdiği Kontes Giulietta Guicciardi adındaki bir kadın hakkında ileri geri konuşunca öfkelenen Beethoven bu eserini Bridgetower’a ithaf etmekten vazgeçmiş ve yine o dönemin en ünlü kemanisti olarak bilinen Rodolpho Kreutzer’e adamış. İşte Beethoven’ın 9 Numaralı La Major keman sonatının adı böylelikle Kroyçer Sonat olarak müzik tarihine yerleşmiş. İşin ilginç tarafı Rodolpho Kreutzer kendisine ithaf edilen, adıyla anılan bu eseri hiç çalmamış, üstelik "anlaşılmaz" olarak nitelemiş. Sonatla tanışıklığım yeni değil ama utanarak itiraf etmeliyim ki Lev Nikoleyevich Tolstoy’un bu sonatın adından etkilenerek yazdığı romandan çok yeni haberim oldu. Beethoven’ın sonatını bestelemesinden yaklaşık 84 yıl sonra, ilk kez 1887'de Yasnaya Polyana'da (Rusçası Я́сная Поля́на: Lev Nikoleyevich Tolstoy'un doğduğu, kitaplarını yazdığı ayrıca da gömülü olduğu evi) sonatı dinleyen Tolstoy acaba neler düşündü de sonatın adını verdiği, çok tartışılan, yayınlandığı gibi sansürlenen eserini yazdı diye kafa yordum öncelikle. Kroyçer Sonat (Крейцерова соната)’ıyla ilgili 11 Ağustos 1889 tarihinde günlüğüne şöyle bir not düşmüş sevgili Lev Nikoleyevich Tolstoy: “Bugün hiç bir şey yapmadım, mantar toplamaya çıktım ve Kroyçer Sonat’ı düşündüm.” Tolstoy’un 1889'da yazımını tamamladığı uzun bir tren yolculuğunda geçen Kroyçer Sonat’ını yeni okumaya başladım. Mantar toplamaya gidemeyeceğim ama bu yakınlarda bir tren yolculuğu yapmak hiç fena olmaz diye düşünüyorum! :)

Kroyçer Sonat üzerine pek çok film de çekilmiş. Elbette öncelikle Rusça 1987 yapımı olan Sofiya Milkina ve Mikhail Shvejtser’in birlikte yönettikleri Kreytserova sonata filmini edinip izlemek üzere belleğime not ediyorum. Güzel, nitelikli filmleri yeniden çevirmekte ve çoğu zamanda da bozmakta hiç bir sakınca bulmayan Hollywood sineması, 2008’de de bu filmi tekrar yorumlamış: Rusça orjinalini izledikten sonra, 2008 yapımı The Kreutzer Sonata filmini de izleyebilirim diye belleğime usulca kaydediyorum.

27 Ağustos 2014 Çarşamba

"The Beatles" Kurşun Kalemleri

50 yıl önce bugün Amerika turneleri kapsamında Cincinnati'de konserdeydi "The Beatles" üyeleri... 50. yıl anısına yaptırtılan kurşun kalemler kızımın kişisel müzesine yerleşiyor...

26 Ağustos 2014 Salı

Un homme et une femme

Claude Lelouch’un 1966 yapımı Un home et une femme / A Man and A Woman / Bir Kadın Bir Erkek filmini Jean-Louis Trintignant sebebiyle ayrı severim. Bir klasik olan filmden uzun uzun bahsetmeyeceğim ama aşağıdaki diyaloğun her daim favorim olduğunu söyleyebilirim.
Adam: “Bazı şeyler ciddi değilken film gibi deriz.
Neden filmler ciddiye alınmazlar, düşündün mü?”

Kadın: “Bilmiyorum.”
Adam: “Belki her şey yolunda olduğu zaman gittiğimiz için.”
Kadın: “Olmadığı zaman mı gitmeliyiz?”
Adam: “Neden olmasın?”

25 Ağustos 2014 Pazartesi

Obchod na korze

Slovak yönetmen Ján Kadár ve Çek yönetmen Elmar Klos’un onyedi yıllık işbirlikteliklerinin en önemli filmlerinden olan 1965 yapımı Obchod na korze / The Shop on Main Street / Ana Caddedeki Dükkan filminin çekimleri Doğu Slovakya’da Sabinov kasabasında tamamlanmış. Ladislav Grosman’ın aynı adlı romanından yazar ve yönetmenlerle birlikte senaryosu kotarılan Obchod na korze filmi, izleyicilerini 1942 yılının Nazi Almanyası işgalindeki Çekoslavakya’ya götürüyor. Yahudi soykırımına farklı bir açıdan yaklaşan film, 1966 yılında “en iyi yabancı film Oscar”’ını almış. Filmin çekildiği zamanda Çekoslovakya olan ülkeden, malumunuz, sonradan Slovakya ve Çek Cumhuriyeti olarak 2 ayrı ülke oluşturuldu. Obchod na korze / The Shop on Main Street / Ana Caddedeki Dükkan filmi her ne kadar Slovakya ve Çek Cumhuriyeti arasında çekişmelere sebep olmuş olsa da filmin Slovak filmi olarak kayıtlarda yer aldığını belirteyim hemen.
Nazi işgali altındaki Çekoslovakya'da işbirlikçi yerel faşist liderler, Naziler'in Yahudiler üzerine olan katı uygulamalarını sorgusuz sualsiz kasabadaki Yahudi komşuları üzerinde uygulamaya başlarlar. Yahudiler ve Yahudi dostları olanlar yakın takibe alınıp, bir nevi göz hapsinde tutulurlar. Yahudiler'in sahibi olduğu dükkanlar, işletmeler “arileştirme” politikası kapsamında sahiplerinin elinden alınarak yavaş yavaş ari (aryan) olan kasaba sakinlerinin denetimi altına verilir.
Görevlendirilenler dükkanlarda duracak, tüm kazanılan parayı alacak ve olanı biteni kontrol edeceklerdir. Kasabanın ana caddesinde, yaşlı dul bir kadın olan Rozalia Lautmannová'ya ait olan küçük tuhafiye dükkanının denetimi için de kasabanın yoksul marangozu Tono Brtko görevlendirilir. Tono Brtko ve karısı tuhafiye dükkanından gelecek paralarla zenginleşeceklerini umut ederler. Ancak Tono dükkana gidip gelmeye başlayınca, raflarda duran kutuların içlerinin savaş yüzünden çoktan boşalmış olduğunu görecektir.
Az işiten ve olup bitenleri anlayamamanın verdiği şaşkınlık içindeki yaşlı kadın ile çok fazla politikaya bulaşmayan, aslında gerçeğin farkında olan ama vurdumduymazlıkla olanlara yaklaşıp, faşist yönetimin maşası olan Tono arasında şahane tuhafiye dükkanında tuhaf bir ilişki başlayacak, Tono yaşlı kadını tanıdıkça kendisini farklı bir çatışmanın içinde bulacaktır.
Yaşlı kadın dışarıda olan bitenden habersiz kendi saf dünyası içinde yaşamaya devam ederken, Tono olabildiğince dükkanda O'na yardım etmeye çalışacak ve yaşlı kadının eski mobilyalarını onaracaktır. Faşist yönetim son keskin adım olan, Yahudiler'i trenlere doldurup kamplara gönderme eylemine giriştiğinde Tono’nun nasıl davranacağı konusunda en az Tono kadar siz de geriliyorsunuz ve nefesinizi tutarak izliyorsunuz dükkanın hemen dışında Yahudiler sıraya konulmuş götürülmeyi beklerken eşzamanlı olarak küçücük tuhafiye dükkanı içinde Rozalia ve Tono arasında gerçekleşen filmin en vurucu sahnelerini.
İzlediğim onca Yahudi soykırımı üzerine yapılmış olan Amerikan filmlerinden çok farklı bir boyutta Obchod na korze / The Shop on Main Street / Ana Caddedeki Dükkan filmi. Sıradan bir kasabada sıradan kasaba sakinlerinin faşist düzenle birlikte nasıl evrimleştiklerini izlerken, yaşlı kadın ve Tono arasındaki diyaloglar ve gerçeküstü sahneler sizi alıp başka bir Dünya’ya taşıyor.

Filmle ilgili son notum Rozalia Lautmannová'nın keyifle gramofonda dinlediği "Tumba" şarkısına ilişkin olacak. Kocasının sevdiği aşk şarkısını, az duyan kulaklarıyla ancak gramofonun içine girerek duyup eşlik eden Rozalia'nın sahneleri muhteşemdi.

Bu arada, "tuhafiye" ne hoş bir sözcük değil mi?

22 Ağustos 2014 Cuma

Le signe du lion

1959’da neredeyse 40 yaşında olan Éric Rohmer ilk uzun metrajlı filmini çeker. “Yeni Dalga”’nın ilk filmlerinden olan Le signe du lion / Sign of the Lion / Aslan Burcu filminin çekimleri sadece bir haftalık bir sürede tamamlanır. Ancak ticari başarısızlığa uğrayan film gösterime 1962 yılında girer ve Rohmer’in bundan sonra 8 sene boyunca film çekmemesine sebep olur. Claude Chabrol’un yapımcılığını üstlendiği, Jean-Luc Godard’ın hoş bir cameo ile yer aldığı Le signe du lion / Sign of the Lion / Aslan Burcu, “Yeni Dalga” üyelerinin ciddi destek verdiği bir film olarak Dünya’nın en güzel kentlerinden birinde oldukça sinir bozucu bir öyküyü anlatmakta.
22 Haziran’da başlayıp 22 Ağustos’ta sonlanan filmde, Paris’te yaşayan Amerikalı bohem Pierre Wesselrin’in hayatından belirli kesitleri izleriz. Siyah-beyaz gerçekçi bir Paris’in neredeyse tümünde dolaştırır Rohmer izleyicisini…
2 Ağustos 1959'da 40 yaşına girecek olan ve en asil burç olarak değerlendirdiği, kazananların burcu aslan burcu olduğu için gurur duyan Pierre, bir gün bir telgrafla zengin halasından kendisine ve kuzenine miras kaldığını öğrenir. Parisli arkadaşlarından borç alarak muhteşem bir parti düzenler, nasılsa halasından gelen paralarla hepsini ödeyecektir. Ancak işler umduğu gibi gitmez, mirasın tamamının diğer kuzenine bırakıldığını öğrenir Pierre ve 5 parasız, arkadaşsız Paris sokaklarında yapayalnız kalır, nehir kıyısında yatar kalkar, pazar artıklarından, yere atılmış döküntülerden yiyecek bulmaya çalışır.
Sokakların prensi bir evsizle yolu kesişir ve Saint Germain cafelerinde küçük oyunlarla üç beş kuruş kazanmaya çalışırlar. Yine böyle bir uğraşı içindelerken kendisini tanıyan bir arkadaşı Pierre’e noterden gelen bir mektubu uzatır ve mirasın bırakıldığı kuzeninin bir kazada vefat ettiğinden mirasın artık tek sahibinin kendisi olduğunu öğrenir Pierre. "Deus ex machina !" Bir mucize gerçekleşmiş ve kötü günler bitmiştir!
Éric Rohmer’in bir Éric Rohmer filmiymiş gibi durmayan Le signe du lion / Sign of the Lion / Aslan Burcu filminde Jean-Luc Godard şahane bir cameo’ya imza atar ve filmdeki partide her zamanki vurdumduymazlığıyla Bartok plağını dinler !


Éric Rohmer ile ilgili diğer izlenimler için lütfen tıklayınız:
Éric Rohmer’den Ahlak Üzerine Altı Hikaye
Contes des Quatre Saisons / Dört Mevsim Öyküleri
La boulangère de Monceau

19 Ağustos 2014 Salı

Buda as sharm foru rikht

Makhmalbaf Ailesi, İran sineması denilince akla ilk gelen isimlerdendir. İranlı yönetmen, senarist, film editörü ve yapımcısı olan baba Muhsin Makhmalbaf'ın eşi Marziye, kızları Samira ve Hana ile oğlu Maysam, kısaca tüm aile sinemayla yoğrulmuştur. Ablası ve ağabeyinden sonra, daha henüz 18 yaşındayken çektiği ilk uzun metrajlı filmi, 2007 yapımı Buda as sharm foru rikht / Buddha Collapsed Out of Shame / Utancından Yıkıldı Buda sayesinde tanıştığım Makhmalbaf Ailesi'nin en genç üyesi Hana Makhmalbaf, yürek burkan, oldukça etkileyici filmiyle kalbimi kazanıverdi bir solukta.
Orta Afganistan'da, Kabil'in 230 km kuzey batısında, Bamyan vadisinde bulunan sarp kayalıklara oyularak yapılmış devasa iki adet heykeldi Bamyan Budaları (tandis-ha-ye buda dar bamiyaan). Denizden 2.500 metre yüksekte bulunan, 6. yüzyılda inşaası tamamlanan bu heykeller, Taliban tarafından put oldukları ve putperestliğe ait oldukları gerekçesiyle 2001 yılında dinamitlenerek yok edildiler. Bizler de, tüm Dünya, izledik bir güzel bu heykellerin yıkılışını.
Hana Makhmalbaf’ın babası Muhsin Makhmalbaf’ın 2001 yapımı Kandahar filmini sanırım çoğunuz hatırlarsınız. Kandahar filminde, haber bültenlerinde sıklıkla dinlediğimiz, gözlemlediğimiz Afganistan’ın içinden daha gerçek insan öykülerine değinmişti Muhsin Makhmalbaf. O tarihte kendisiyle yapılan bir söyleşide şöyle demiş Muhsin Makhbalbaf: "Bence Afganistan'daki Buda heykellerini kimse yıkmadı, o heykeller insanlıktan utanç duyduğu için kendisi yıkıldı. Dünyanın Afganistan gerçeğine karşı gösterdiği duyarsızlıktan utandı ve daha fazla dayanamadı. Dünya’nın en büyük Buda heykelleriydiler ama milyonlarca insanı kurtarmak için büyüklüğün hiç bir işe yaramadığını gördüler."
Babasının bu metaforu küçük kızı Hana Makhmalbaf’ın 2007 yapımı filminin hem fikrini hem de adını oluşturmuş, annesi senaryosunu kotarmış ve filmin açılışını dinamitlenerek yok edilen bu heykellerin görüntüsü oluşturmuş. Şuradaki linkten ayrıntılı bir söyleşisine de ulaşabileceğiniz Hana Makhmalbaf, ortaya hazmetmesi çok kolay olmayan, yaklaşık 80 dakikada söylemek istediğinden çok daha fazlasını söyleyen muhteşem bir film çıkartmış. Komşu çocuğu Abbas’ı kıskanarak okula gitmek için çabalayan küçük kız Baktay ile Abbas’ın ve görüntüde oyunmış gibi olsa da hükmetmeye, kendilerinden olmayanı ezmeye yönelik programlanmış Taliban çocuklarının karıştığı müthiş öyküde Afganistan’ın başına gelenleri öylesine vurucu bir şekilde özetlemiş ki Hana Makhmalbaf, tek kelimeyle büyüleniyorsunuz. Abbas’ın “öl Baktay, ölürsen özgür bırakılırsın” çığlığı nasıl acıtan bir ironidir öyle ! Hakikaten oturduğunuz rahat koltuğunuzda, Baktay’ın, o küçücük kızın onurlu direnişini izlerken siz de utanıyorsunuz ekran karşısında. Elinizden tek gelebilen de bu!

17 Ağustos 2014 Pazar

Pisi Linux 1.0 çıktı.

http://www.pisilinux.org 'dan erişilebilecek Pisi Linux'un 64 Bit olan kararlı sürümü yakınlarda son kullanıcıya sunuldu. Pisi Linux 1.0'ı http://www.pisilinux.org/indir ´den, KDE, LXDE, XFCE ve Minimal seçenekleriyle indirebilir ve USB veya DVD'ye yazdırarak kurabilirsiniz. Zaten kurulu bir RC2 Pisi'si olanlarsa, gerekli güncellemeleri yaparak yollarına devam edebilirler.

15 Ağustos 2014 Cuma

Hideous Kinky

Bazı oyuncular keşfedilmek ve sevilmek için bekler bazı filmlerinin izlenmesini diyerek Kate Winslet’ın oyunculuğuyla kalbimi yakaladığı filminden bahsetmek istiyorum “Ay’dan İzlenimler”’in takipçilerine... Kate Winslet’ın ilk anımsadığım filmi elbette uluslararası üne kavuştuğu 1997 yapımı Titanic filmi. Ancak bu filminde bir türlü ısınamamıştım ünlü İngiliz oyuncuya. Arada başka filmlerini de izledim ve Titanic faciasından sonra, ancak Stephen Daldry’nin 2008 yapımı The Reader / Der Vorleser / Okuyucu filmiyle biraz ısındım sayılır oyunculuğuna. Sonra birdenbire, çok yeni izlediğim Gillies MacKinnon’un 1998 yapımı Hideous Kinky filmindeki oyunculuğuyla Kate Winslet hakikaten yakaladı kalbimi. Belki bu biraz canlandırdığı karakterin erdemlerinden ve bu filmin geçtiği/çekildiği Marakeş’teki bohem hayattan kaynaklanıyor ama tereddütsüz söylüyorum; çok güzel bir hippi/bohem anne olmuş Kate Winslet Hideous Kinky filminde.

Psikanaliz öğretisini kuran ve geliştiren Yahudi kökenli tanınmış hekim/psikolog Sigmund Freud’un torunu olan ünlü İngiliz ressam Lucian Freud’un kızı Esther Freud’un yarı otobiyografik romanı Hideous Kinky’den uyarlanan filmde bohem anneleriyle birlikte Londra’dan Marakeş’e gelen 8 ve 6 yaşlarındaki iki küçük kızın gözlerinden bir kesiti izliyor, küçük kızkardeşin (filmdeki adıyla Lucy) anlattıklarıyla 1970'lerin başında doğu felsefesi ve kültürü açısından kendini keşfetmeye çalışan bohem annenin başına gelenleri öğreniyoruz. Filmde 25 ya da belki biraz üstü yaşlarındaki genç anne Julia’nın neden iki kızıyla birlikte Londra’dan Fas’ın orta yerine geldiğinin sebepleri üzerinde çok hatta hiç durulmamış. Julia, bir şair olan kızlarının babalarıyla evli değil, parası ve düzenli bir geliri yok. Algılayabildiğimiz şair babanın başka eşi/sevgilileri ve çocukları da olduğu. Ucuz bir otelde kalan üçlü, Londra’daki şair babadan gelecek çekleri bekliyorlar umutsuzca. Bir de bez bebekler yapıp satarak para kazanmaya çalışıyor Julia.
Günlerden bir gün bu çılgın anne ve pırıl pırıl iki meraklı küçük kızın hayatlarına, sokaklarda gösteriler yaparak üç beş kuruş kazanan, üçkağıtçı ama çok çekici Faslı Bilal giriyor. Filmin adı da Bilal’ın sürekli sarfettiği “hideous” ve “kinky” sözcüklerinden geliyor. Kızlar bu sözcükleri oyun haline getirip tekrarlıyorlar. Sözcüklerin birebir karşılığı tam olarak yok Türkçemizde ama "hideous" için korkunç, çirkin sözcüklerini birarada kullanabiliriz, "kinky" için de rüküşe varacak kadar tuhaf, hatta ucube diyebiliriz. Marakeş’in egzotik atmosferinden Bilal’in köyüne doğru çölde birlikte yolculuğa çıkıyorlar… Julia onca parasızlığa rağmen bu göçebe hayattan, kendini keşfetmekten çok memnun görünüyor. Ama büyük kız Bea en vurucu biçimde haykırıyor annesine: “Başka maceraya gerek yok anne! Okula gitmek istiyorum. Bir çantam olsun istiyorum.” Normal olmak isteyen Bea, bohem kalmak isteyen Julia, ablasını ve annesini izleyip bizlere anlatan Lucy… Çölden ve bohem yaşamlardan hoşlanıyorsanız beklentilerinize karşılık veren bir film olacaktır Hideous Kinky. Filmden geriye kalan elbette hiç tükenmeyecek olan bir “normal olmak ve normal kalmak” ya da “normal olmamak ve normal olmayı reddetmek” sorunsalı !
Filmin soundtrack’i hiç fena değil. Türk neyzen Kudsi Ergüner’in neyinin tınıları dışında, Jefferson Airplane’in en tanınmış iki şarkısı birden, Somebody to Love / Sevecek Biri ve White Rabbit / Beyaz Tavşan, arz-ı endam ediyor filmde. Sevecek birini arayıp bulmak ve beyaz tavşanın peşini bırakmamak gerek diyerek özetleyebiliriz de durumu !

14 Ağustos 2014 Perşembe

Verba volant, scripta manent !

Ali Özgentürk’ün yazıp yönettiği 1997 yapımı Mektup filmini izlerken nedense Michelangelo Antonioni'nin beklentilerim doğrultusunda sonuçlanmayan ama pek sevdiğim yalnızlık/yabancılaşma üçlemesinden herhangi bir filmini izliyormuş hissine kapıldım. Hatta, en kısa sürede yeniden mi izlesem diye düşünmedim değil sırasıyla L'Avventura / The Adventure / Serüven, La Notte / The Night / Gece ve son olarak favorim olan L'Eclisse / Eclipse / Tutulma filmlerini…
Mektup filmi, çok küçük yaşta annesiyle beraber Amerika'ya yerleşen nükleer mühendis Ragıp'ın (Tarık Akan canlandırıyor) İstanbul'a gelmesiyle başlıyor. Ragıp öldüğünü sandığı babasının hayatına dair izleri, kendisine yardımcı olan rehber bir kadınla beraber araştırıyor. Babasının aşık olduğu kadınlar, babasını tanıyan kumarhane sahipleri, mafya liderleri, yaşlı komünist arkadaşlarıyla konuşuyor. Her konuştuğu farklı ve tuhaf profiller çiziyor babasıyla ilgili. Ragıp, bir yandan da sürekli İstanbul’un kendisi için tehlikelerle dolu olduğunu düşünen annesi ve karısının Amerika’ya çabucak dönmesi için açtıkları baskıcı telefonlarla başetmeye çalışıyor.
Babasını arama/tanıma yolculuğunda Ragıp'ın yaşamını değiştiren iki vurucu olay birden oluyor. Önce kendisine yardımcı olan rehbere aşık oluyor Ragıp; akabindeyse babasının sahte bir cenaze töreni düzenlettirerek ortadan kaybolduğunu, aslında halen yaşadığını öğreniyor. Bir mafya liderinden babasının yıllar önce kendisine yazdığı mektubu edinerek bulmasına buluyor babasını lakin bu kez de babası Ragıp’ı tanımamakta ısrar ediyor. Ragıp’ın babasını bulma yolculuğu tüm hayatını değiştiren, aslında kendisini bulma/kaybetme yolculuğu olup çıkıyor… Filmin beklenmedik bir şekilde sonuçlandığını da belirteyim daha fazla açıklama yapmadan.
Mektup almak, mektup yazmak çok önemli. Farkındasınızdır, dijitaleştiğimizden beri bildiğimiz eski zamanlardaki gibi mektuplar falan yazılmıyor artık… Oysa "verba volant, scripta manent" :) Bu sebeple, bir babadan oğula yazılmış olan ve filme adını da veren mektubu olduğu gibi günceme konuk etmek istiyorum.
"Hayatımızın en güzel günleriydi ve ben yaşadım. Belki de bir gün yaşadım lafını bu denli kolaylıkla söyleyebilmek için bir su gibi hayatın içinden geçtim. Kölelik dönemlerini hala sürdüren köylerden, adına uygarlık deyip de birbirimizi pek güzel kandırdığımız şehirlerde, dostluklar,ihanetler ve kadın tuzakları arasından hızla ama çok hızla geçtim. Bütün bunların bir anlamı var mıydı senin için diye sorarsan, sana öfkeyle şu cevabı verebilirim: Olmaz olur mu? Burda üç kere yinelemek istiyorum: Oğul, oğul, oğul... Hiçbir yanlışın ve yenilginin hesabını acıyla sormadım kendime. Hep aklın ve zekanın ışığıyla aşmaya çalıştım zamanı. Bir baba, işte bu derece yalnız ve didakdiktir. Belki de sırf bu yüzden artık zamanımı doldurdum. Onuruyla öleceğine yakın ortadan kaybolan kedileri bilir misin? Öyle çok güldürür ki beni. Çok gülerim nedense işte. Belki ve şimdi kendime böyle gülmeliyim. Hiç değilse denemeliyim. Hayatımızın en güzel günleriydi. Ve ben yaşadım. Birgün, belki de hiç gelmeyecek bir gelecekte, hayatımız bize kim olduğumuzu söyleyecektir. Umarım hiç beklemediğin bir anda karşına çıkıp sana kim olduğunu söyleyecek olan hayat, aynı zamanda sana benim de kim olduğumu söyler..."

Filmin ana tema ve jenerik müzikleri Hasan Cihat Örter'e ait. Ayrıca, sevdiğim Tunuslu udi Anouar Brahem'in ‘‘Khomsa'' albümünden bazı parçalar da kullanılmış. Filmde rehber rolündeki Zişan Uğurlu aynı zamanda bir kulüpte şarkı da söylüyor. Aşağıdaki karelerde göreceğiniz üzere, Bülent Somay ve Ayşe Tütüncü ile Erkan Oğur'u da izlemek ayrıca hoştu... Filme konuk olan Erkan Oğur'un "Bir Sevda Şarkısı" çok dokunaklı...


Mektup filmiyle ilgili son notum yönetmenler arası güzel bir selamlaşmaya ilişkin olacak. Ali Özgentürk, 1996’da Bernardo Bertolucci’nin Stealing Beauty / Çalınmış Güzellik filmiyle kendisine gönderdiği selama, bir yıl sonra Mektup filminde hoş bir karşılık vermiş: Bir diyalogta; : “Babasına takmış bir film yönetmeni vardı. Kimdi ? Galiba Bertolucci.” cümleleriyle yer almış ünlü İtalyan yönetmen.

13 Ağustos 2014 Çarşamba

BACALL DA GİTTİ...

Yıldız yağmuru sürüyor. Lauren Bacall da, "Big Sleep" içinde uyumaya gitti.

12 Ağustos 2014 Salı

Goooooood morninggggggg Vietnaaaaaam

Elveda Robin Williams
ya da çok sevgili

"Mork from Ork"

11 Ağustos 2014 Pazartesi

"Yayılan kestane ağacının altında ben seni sattım,
sen de beni." *

George Orwell'ın anti-ütopik romanı Nineteen Eighty-Four / Bindokuzyüzseksendört'ü yazalı 65 yıl geçmiş. Michael Radford tarafından Nineteen Eighty-Four / Bindokuzyüzseksendört'ün sinemaya uyarlanmasının ise bu yıl 30. yılı...

Tekrarda her zaman yarar vardır !


Big Brother içimizde !
George Orwell (asıl adıyla Eric Arthur Blair)'ın 1947-1948 yılları arasında yazdığı anti-ütopik romanından Michael Radford tarafından uyarlanan 1984 yapımı Nineteen Eighty-Four / Bin Dokuz Yüz Seksen Dört tekrar tekrar izlemekten her karesi zihnime yerleşmiş filmlerdendir. Hemen George Orwell'ın kitabında öngördüğü 1984 yılının kitabını yazmayı bitirdiği 1948 yılının son iki rakamının tersi olduğunun notunu düşeyim burada !

"Bin Dokuz Yüz Seksen Dört" romanında gözü kulağı, her köşe bucağa ulaşan otorite tarafından izlenmeyi "Big Brother (is watching you!) / Büyük Birader (sizi gözetliyor !)" kavramıyla açıklayan George Orwell da İngiliz istihbaratı tarafından izlenmiş. İngiliz arşivleri, George Orwell’in İngiliz istihbaratının dikkatini ilk olarak 1929 yılında çektiğini belgeliyor. Belgelere göre, o sıralar Paris’te yaşamakta olan Orwell, sol eğilimli ‘İşçilerin Hayatı’ adlı bir yayından muhabirlik teklifi almış. 1942’de İngiliz yayın kuruluşu BBC’de Hintçe servisinde çalışan Orwell, İngiliz polisi Scotland Yard'ın yazdığı rapora göre sol görüşü ve bohem giyim tarzıyla koyu bir komünist olarak nitelendirilmiş ancak İngiliz yazarı yirmi yıl boyunca izleyen İngiliz iç istihbarat servisi MI-5, bu raporu çürüterek Orwell’ın komünizmden çok uzakta olduğunu ve güvenliğe bir tehdit oluşturmadığını belirtmiş. Sosyalist olmasına karşın hem "Animal Farm / Hayvan Çiftliği" hem de "Nineteen Eighty-Four / Bin Dokuz Yüz Seksen Dört" romanlarında Stalin rejimini kıyasıya eleştiren Orwell, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört romanında sosyalizme ya da İngiliz İşçi Partisi'ne bir saldırı kastetmediğini fakat komünizm ve faşizmde kısmen gerçekleşmiş bozukluklara değindiği açıklamasında bulunmuş.
2+2=?
Üç süper devlete ayrılmış bir dünyada, “Big Brother / Büyük Birader”in yönetimindeki “Oceania / Okyanusya” isimli totaliter süper devlette yaşayan ana kahramanımız Winston Smith, işleyebileceği en büyük suçu işler; düşünür ! Oysa Okyanusya'da amaç özgür düşünceyi kaldırmak için her tarafa yerleştirilmiş ekranlar, mikrofonlar aracılığıyla halkı kontrol altında tutmaktır. İktidardaki parti Yenikonuş'la (Newspeak) dildeki sözcük sayısını azaltmakta ve düşünme sınırlarını giderek daraltmayı amaçlamaktadır. Düşünmek gereksizdir, sadece itaat etmek yeterlidir.
Ayrıca bkz.:"The Principles of Newspeak"

Düşünen Winston Smith önce evinde gözetlenmesi mümkün olmayan bir köşe bulmaya çalışır. Küçük hilelerle evdeki ekranın görüntü alanı dışında kalmak için çaba sarfeder; ardından sevgilisi Julia ile özgürce buluşabileceğini sandığı bir antikacı dükkanındaki odayı kiralamakla izlenmekten kaçmayı başardığını sanır.

Totaliter devletin en güçlü örgütü “Düşünce Polisi”´nin, elbette ulaşamadığı en küçük bir delik bile yoktur. "Büyük Birader"´e karşı bütün yurttaşların hayatı yakından denetlenmekte, kafasından şüpheli düşünceler geçirenler kolayca belirlenmekte ve kısa zamanda önce dönüştürülmekte sonra da yok edilmektedirler. Winston Smith de "Düşünce Polisi"´nin gazabından kurtulamayacak ve yakalanarak kendisini meşhur 101 No.'lu odada bulacaktır.4 ya da 5 ?Beyni yıkanan Winston Smith'in mutlak gerçeğin değiştirilemeyeceğine dair olan inancı, İç Parti yetkilisi O'Brien tarafından yerle bir edilir: İki kere iki dört değil, beş eder… Winston, dayanılmaz işkencelerden geçtikten sonra eninde sonunda bunu kabul edecektir: İki kere iki beş eder… 2 x 2´nin 5 olarak kabul edilmesi yetmez; özümsenmesi istenir. Daha doğrusu bazen 3 bazen 2, düzen ne isterse o, ki bazen hepsi birden eder 2 x 2 ! O'Brien "Big Brother / Büyük Birader"in amacını net bir biçimde Smith'e özetler: "İçindeki her şey ölmüş olacak. Sevgi, arkadaşlık kurabilme yeteneklerin, yaşama sevincin yitmiş olacak, gülmeyeceksin, merak duymayacaksın, cesaret gösteremeyeceksin, onur duymayacaksın. Bomboş olacaksın. Seni boşaltıp yerine kendimizi koyacağız."
Kestane Ağacı KahvesiOtoritenin elinde tuttuğu gücün şiddeti ve acımasızlığı insanın acıya olan dayanıksızlığıyla birleşince, iktidarın zaferi kaçınılmaz olur; "Yayılan kestane ağacının altında herkes birbirini satabilir !"
1984Bu arada Eurythmics'in aynı isimli albümü (dolayısıyla film müzikleri / soundtrack) her ne kadar yönetmen Michael Radford tarafından hayal kırıklığı olarak nitelendirilmişse de bence "Sexcrime (nineteen eighty-four)" ve "For the Love of Big Brother" şarkıları oldukça hoş tatlar bırakıyor.
*"Nineteen Eighty-Four / Bin Dokuz Yüz Seksen Dört", "Ay'dan İzlenimler"'e ilk kez 25 Kasım 2009'da konuk olmuştur.

10 Ağustos 2014 Pazar

Quo Vadis?


Seçimlerimiz
hayatlarımızı
belirler !


.

9 Ağustos 2014 Cumartesi

Rosso İstanbul

Son bir kaç gündür kızımla birlikte sonsuz bir keyifle gerçekleştirdiğimiz "Ferzan Özpetek Film Günlerimiz"'de benim daha önce izlediğim O'nun ise ya henüz izlemediği ya da izleyip belleğinde fazla yer tutmayan Ferzan Özpetek'in filmlerini izliyoruz. Elbette en sevdiğim Ferzan Özpetek filmi olan 2001 yapımı Le Fate Ignoranti / The Ignorant Fairies / Cahil Periler filmiyle başladık film günlerimize... Sonra sırayı Saturno Contro / Saturn in Opposition / Bir Ömür Yetmez alıyor...
Mutlaka kitabını da alıp okumalıyız diyor kızım ve Ferzan Özpetek'in Rosso İstanbul / İstanbul Kırmızısı başucu kitaplarımın arasında usulca yerini alıyor kızım kitabı alır almaz. Dün gece kitabı bir solukta bitirirken, Ferzan Özpetek'in "hayatı bir kez daha anlatmayı denemek için hayatlarından parçalar çaldığı" arkadaşlarından / kitabının karakterlerinden biri olan Neval'a söylettiği Can Yücel dizeleri usumda asılı kalıyor: "Her bahar gitmek isterim. Gittiğim olmadı hiç. Ama olsun... İstemek de güzel."

Sonbahar geliyor...

7 Ağustos 2014 Perşembe

7 Ağustos 2014 İstanbul'da bir kedi...

Küresel ısınma sonucu bocalayan iklimler, hava koşulları, bugün de İstanbul'u etkiledi. Mini hortumlu, dolulu, yağmurlu, selli, fırtınalı, şimşekli hava öğleden sonra, akşama doğru megaköy'ü etkisi altına aldı. Aşağıdaki kedi, şanslı kedilerden olsa gerek.
Fotoğraf Internet ortamında anonim olarak paylaşılmıştır; benimle ilgisi yoktur.

4 Ağustos 2014 Pazartesi

Rüzgârlar

Selim Evci’nin yazıp yönettiği 2013 yapımı Rüzgârlar / Winds / Άνεμοι filminin ana karakterinin Gökçeada (İmroz)’nın kendisinin olması öncelikle cezbediyor izleyeni. Bir söyleşisinde şöyle demiş Selim Evci: “Gerçekten Gökçeada’nın karakterini yansıtan bir film olduğunu düşünüyorum Rüzgârlar ’ın. Doğrusu bu filmde biz Gökçeada’yı da rüzgârıyla, sesiyle, dalgasıyla bir karaktere dönüştürmeyi önemsedik. Çok güzel bir ada; şelalesi, ovası, nehri, dağı ile müthiş bir ada. (..) Ama insanı az. Keşke az olmasaymış. Keşke 1960’ların sonuna kadar o süregelen renkli yaşam devam edebilseymiş; çünkü altmışların sonuna kadar adada 9.000 Rum nüfusu varmış. Daha sonra şu anki duruma doğru ilerleme olmuş. Şu anda 100-150 civarında yaşlı Rum yaşıyor sadece. Keşke o boş evlerde dolu dolu hayatlar olsaymış. Ama gidince zaten o soruyu soruyorsunuz: Nerede bu insanlar?”

Filmler için ses kayıtları yapan Murat, Gökçeada´da çeşitli sesleri kaydedip fotoğraflar çekmektedir, amacı Ada ile ilgili bir fotoğraf sergisi açmaktır. Bu çalışmaları sırasında adada tek başına yaşayan 80 yaşlarındaki Madam Styliani ile tanışır. Aralarında bir dostluk gelişirken Murat, Madam´ın kendi sesinden anılarını kaydetmeye başlar. Madam Styliani’nin torununun Fransa’da yaşadığını öğreniriz anlattıklarından, neden Gökçeada’dan kopamadığını, anılarına sıkı sıkı bağlı olmanın ne demek olduğunu ve ötekileştirmenin gayet bilinçli bir şekilde adım adım nasıl uygulandığını görürüz Ada’da.
Madam Styliani’nin şu yalın sözleri Ada’nın yakın tarihinde olan biteni en öz bir biçimde anlatıyor aslında: “Kocam Yanni, yaşlandıktan sonra süngerciliği bırakıp çiftçiliğe başladı. Fakat sonra devlet toprakları almaya başladı. Bir yumurta 12 kuruş; arazilerin metrekaresine verdiler 14 kuruş! Ne yapalım diye düşündük, hayvancılığa başladık; keçi aldık. O da yasaklandı vre! Adadan bir kilo etin bile dışarı çıkarılması, yani satılması yasaklandı. Et var mı diye valizleri arıyorlardı. Bakamaz olduk hayvanlara, saldık adaya; herkes saldı. Kocam yeniden süngerciliğe başladı, denize açıldı, bir daha da geri dönmedi. Biz 9 bin kişiydik bu adada, neden 200 kişi kaldık? Herkes böyle gitti. Çocuklarımızı gönderdik. Okul yok, iş yok, ne yapalım? 64’e kadar vardı, Rum okuluna gidiyordu çocuklar; sonra yasaklandı. Burada yalnız ölüm var vre, doğum yok artık. Adada çok güzel yaşardık. Ne zaman ki Kıbrıs meselesi oldu, her şey değişti. Adaya cezaevi kurdular saldılar mahkûmları. Sonra hırsızlık, yangın, tecavüz... Hep işittik. Boşaldı köyler, herkes bir gecede kaçtı. Ama ben bırakıp gidemedim.
Selim Evci, Gökçeada’ya ilk gittiğinde terk edilmiş, çoğu yıkıntıya dönüşmüş taş evleri görüp, insansızlıklarının nedenini merak edince Gökçeada’yı anlayan, oradaki Rum halkını anladığını hissettiren bir film yapmak istemiş. İyi ki de yapmış ve varolanı belgeleyip, izleyicisine ve geleceğe Gökçeada’nın güzel “ Rüzgârlar ”’ını bırakmış…

1 Ağustos 2014 Cuma

The Zero Theorem

Sevdiğim yönetmenlerden Terry Gilliam’ın distopya üçlemesi olan 1985 yapımı Brazil, 1995 yapımı Twelve Monkeys / Oniki Maymun ve son olarak 2013 yapımı The Zero Theorem / Sıfır Teorisi filmlerinin yapım yıllarının, kendi hayatımla ilgili önemli dönüm noktalarına denk geldiğinin ayırdına vardım aniden. Olmadık imgeler olmadık imgelere yol açar, tesadüfler hayatımızın akışını değiştiren olgulardır ve mutluluk anlıktır gibi bir dolu cümle geçip gitti aklımdan dün akşam izlerken; hak ettiği kadar ilgiyi bulamamış, az anlaşılır The Zero Theorem / Sıfır Teorisi'ni. Brazil üniversiteye başladığım yıla, Twelve Monkeys / Oniki Maymun kızımın doğduğu yıla ve The Zero Theorem / Sıfır Teorisi sevgili ağabeyimi sonsuzluğa uğurladığımız yıla denk geliyor… Bir başlangıç, bir doğum ve bir ölüm… Nafile hayatların özeti gibi !

Brazil’de, o tarihte Dünya'dan ne anlıyorsam onun resmini çizmeye çalışmıştım. The Zero Theorem / Sıfır Teorisi ’nde de, şu anda Dünya'dan ne anlıyorsam onu resmetmeye çalıştım.” demiş Terry Gilliam… İnsanlarla iletişim kurmaktan çekinen, varoluşuna tahammül edemeyen ve bu yüzden sürekli acı çeken, “ben neden varım” dan başlayarak hayatın anlamını çözmeye çalışan ayrıksı bir bilgisayar dahisi var The Zero Theorem / Sıfır Teorisi’de. Qohen Leth’in öyküsü aslında biraz da her sabah neden bugünü yaşıyorum diyen, kapitalist sistemin çarklarında kaybolan insanların da öyküsü. Mancom adında herşeyin kontrol altında tutulduğu bir şirkette çalışan Qohen Leth, her şeyin, aslında hiç bir şeye eşit olduğunun ispatlanmaya çalışıldığı projeye karışınca, varlıkla hiçlik arasında gidip gelmeler de başlar. 0'ın, %100'e veya 1'e eşitlenmesine çalışılmakta ve bu eşitliğin, evrenin oluş-yok oluş sürecine ışık tutacağı düşünülmektedir..

Terry Gilliam’ın 1998 yapımı Fear and Loathing in Las Vegas / Las Vegas’ta Korku ve Nefret filminden öykünerek The Zero Theorem / Sıfır Teorisi için “Matrix’te Korku ve Nefret” yakıştırması da yapılabilir rahatlıkla… Las Vegas’ta Korku ve Nefret’te uyuşturucuların ‘psychedelic’ etkileri altındaki karakterlerden, Sıfır Teorisi’nde sanal gerçekliğin ‘psychedelic’ etkilerine geçiyoruz. Herşeyin denetim altında olduğu bir Dünya’ya ne kadar dayanabilirsiniz? Dayanabilir misiniz sahiden? Mancom'da, adeta Big Brother göndermesi yapıldığı dikkat çekiyor. Sanal gerçeklikler, sanal boğuntulara dönüşmeden kendinizi kurtarabilir misiniz? Dünyamız giderek çarpıklaşıyor, çürüyor ve filmin tema müziğine dönüşmüş muhteşem “Creep” şarkısının vurucu sözleri Sıfır Teorisi kapanırken düşündürtüyor: “What the hell am I doing here? I don't belong here. // Ne bok yemeye buradayım? Ben buraya ait değilim.”