30 Aralık 2011 Cuma

2012'ye girerken...


2012 Giller Masa Takvimi
Giller.com.tr´den alınmıştır.

23 Aralık 2011 Cuma

İskenderiyeli Hipatya’nın İzinde…

Alejandro Amenábar’ın 2009 yapımı Agora filmi izleyiciyi Roma İmparatorluğu’nun kalelerinden olan İskenderiye’ye götürüyor. Zaman 4. yüzyılın sonları...

Tarihte bilinen bugüne eseri kalmış ilk matematikçi kadın olarak anılan erdemli, akıllı, güzeller güzeli Hipatya (Hypatia)’yı, Amenábar’ın filmi vesilesiyle öğrenmek aslında kabul ediyorum oldukça utanç verici. Herşeyden önce bir kadın olarak erkek egemen bir dönemde kendisini bilime ve felsefeye adamış Hipatya hakkında okumakta bu kadar gecikmemeliydim. (Ah tabii bu arada, çok da farklı değil içinde bulunduğumuz dönemler , erkekler hep egemen maalesef ! Ama böyle gitmez diyerek inancımı ve çizgimi de belirteyim hemen.) Filmi izlediğimden beri yani son bir kaç gündür Hipatya hakkında okuyorum. İki eğitici makale için ilgilenenler şu linklere tıklayabilirler: Hypatia - (Ali Nesin) ve Hypatia and Her Mathematics - (Michael A. B. Deakin)HipatyaAntik çağda bilimin ve sanatın merkezi olan İskenderiye’de bilim adamı ve filozof Theon’un kızı olan Hipatya, tarihin bilinen en kapsamlı kütüphanesi olan İskenderiye Kütüphanesi’nde (Museion) öğrencilerine felsefe, astronomi ve matematik dersleri vermiş. Yaşadığı yıllarda kadının adı bile geçmezken, Hipatya, yalnız erkeklerden oluşan ve kendisini pür dikkat saygıyla dinleyen öğrencilerinin hayranlığını kazanmış.

Bilinçli, akıllı, özgür bir kadın olan Hipatya tüm eğitimini babası Theon’a borçludur. Kadının köle olarak görüldüğü bir toplumda, babası kızını insan gibi yaşaması için küçük yaşlarından itibaren yönlendirmiş, O’nun Grek felsefesi ve matematik eğitimi almasını sağlamış. Theon, Batlamyus (Ptolemy)'un “Syntaxis”’inin yorumunu ve Öklid (Euclid)’in “Elements”’inin gözden geçirilmiş metnini yazarken kendisine büyük ölçüde yardımı kızı Hipatya yapmış. Hipatya ayrıca matematik üzerine birçok kitap da yazmış ancak bu kitaplardan bugüne sadece parçaları kalabilmiş. Yazılanlar İskenderiye yangını ile Serapis tapınağının azgın halk tarafından yakılıp yıkılmasında zarar görmüş.

Uzun uzadıya Hipatya’nın yaşamından bahsetmeyeceğim ama trajik sonu açıkçası beni biraz daha fazla yazmaya zorluyor filmle ilgili kısa izlenimlerime geçmeden. Kaynaklar, Hipatya’nın her türlü dogmatik düşünceye karşı olduğunu belirtiyor. Çünkü filmde de geçtiği üzere “Tanrı’ya inanmıyorsunuz !” diye itham edildiğinde, suçlandığında, Hipatya “Ben felsefeye inanırım.” diyor. Hipatya’nın trajik sonunu hazırlayan dogmalara karşıtlığı önce dinsizlikle ve cadılıkla suçlanmasına sonra da İskenderiye’de Çok Tanrıcılık'a karşı başlatılan seferberlikle beraber acımasızca katledilmesine giden yolun önünü açıyor. Rahip Cyril (Kiril)'in İskenderiye'ye başpiskopos olmasının ardından Hipatya için kötü günler de başlıyor. Yetkilerini genişletme çabasındaki Cyril acımasız ve körü körüne iktidar bağımlısı biri. Cyril’in çatışma içinde olduğu kişileriden biri de Hipatya’nın eski öğencisi, kentin yeni valisi olan Orestes. Hipatya’nın bir büyücü, dinsiz olduğu söylentileri giderek kentte yayılıyor ve halk adeta Hipatya’nın katliamı için kışkırtılıyor. Olanlar olacak, Vali Orestes ile yine Hipatya’nın öğrencilerinden, Kireneli Piskopos-Filozof Syneisus’un, Hipatya’yı koruma çabaları fayda etmeyecektir. 415 yılında Cyril'in keşişleri, Hipatya’nın ders verdiği Museion'un önünde toplanırlar. Pusuya yatan Parabolaniler (yani İsa'nın askerleri olduklarını düşünen Hristiyanlar), Hipatya’nın arabasını durdurup etrafını sararlar. Giysilerini zorla çıkartarak onu bir kiliseye sokarlar. Koridorlarda sürükleyip sunağın önüne getirirler. Bir şeyler söylemek isterken Hipatya’nın üzerine çullanırlar. O’nu öldürdükten sonra bedenini sokaklarda sürükleyip, midye kabuklarıyla etini kemiklerinden sıyırırlar ve en sonunda Hipatya’yı yakarlar. Kolay çözüm de bu değil midir; katlanamadığını yok edersin ve kurtulursun !
Theon ve HipatyaHipatya ders anlatırkenAlejandro Amenábar’ın Agora filmine dönersek, bir dönem filmi olarak oldukça iyi bir uyarlama olduğunu düşünüyorum filmin. Doğrudan Hipatya üzerinde yoğunlaşmamış film ama geçtiği dönemi, Hipatya’nın yaşadığı zamanda Hristiyanlığın yükselişini, İskenderiye Kütüphanesi’nin ayaklanmayla basılıp bir ahıra dönüştürülmesini gayet dozunda aktarmış. Hipatya ile önce O'nun kölesi olan ama sonra acımasız bir Parabolani halini alan Davus'un iletişimi de çok hoş kurgulanmış bence Hipatya'nın hayatına. Ancak, sanırım belki dini, politik kaygılarla Hipatya’nın katliamını oldukça yumuşatarak vermiş Agora filmi.

Filmi izledikten sonra hangisinin beni daha çok üzdüğünün açmazında kaldım uzun bir süre; Pagan inanışın simgesi olarak düşünüldüğü için İskenderiye Kütüphanesi’nin bağnaz Hristiyanlar tarafından yakılışı mı, insanlığın bilimden uzaklaştıkça Ortaçağ karanlığına sürüklenişi mi, erkek egemen bir toplumda üstüne bir de körü körüne bağlandıkları dogmaları silah olarak kullanan erkeklerin karşısında kendini bilime adamış, dogmalara meydan okuyan bir kadının yok edilişi mi?

Bağnaz düşüncenin, bağnazların kendilerine yer bulamayacağı bir Dünya düşlemek çok mu iyimserlik acaba?

HipatyaSon olarak, 2010 GOYA Ödülleri’nin çoğunu toplamış olan Agora filminde, İskenderiyeli Hipatya’nın dik duruşunu, sevdiğim oyunculardan Rachel Weisz’ın çok güzel canlandırdığını da söylemeden geçemeyeceğim. Elbette tarih ve sinemaseverlerin ama öncelikle hemcinslerimin mutlaka izlemesi gereken bir film Agora filmi !

19 Aralık 2011 Pazartesi

NEPAL GECESİ

Nepal Gecesi

"Durmaya vaktimiz yok. Hepinizi çağırıyorum
Ancak bugün varız bunu bilesiniz
Yüreklerimiz yarılmadan, burkulmamışken daha
Hepinize gelin diyorum. Hepinizi çağırıyorum."
Taaaaaa Nepal'e gidip, Himalayalar'ı görüp gelen, ışıltılarla bezeli, sevgili "Kaz Dağları Perisi", Rabindranath Tagore’nin yukarıdaki dizeleriyle davet etti bizleri evindeki “Nepal Gecesi”’ne. En güzel “Eski yıl uğurlama / Yeni yıl karşılama” buluşmalarından biri olarak kişisel müzelerimize kaydedilen 17 Aralık 2011 Cumartesi akşamında, üç kuşaktan (çok genç, genç ve büyümekte olan gençler!) davetli tüm konuklar biliyoruz artık; Nepal nerededir, ‘Namaste !’ (içimdeki Tanrı içindeki Tanrı’yı selamlar) ne demektir, ‘Om’ (evrenin doğuşundaki ilk ses) ne kadar derin anlamlar içermektedir, Nepal’de ne yenir, ne içilir, yemekler nasıl hazırlanır, dal (mercimek) ve bat (pirinç) ne demektir, samosa (sebzeli börek) nasıl bir lezzettir, Nepal’in Yak (Tibet öküzü) peyniri nasıl bir tattır, Masala çayıyla nasıl kafa bulunur, aşramlarda Nepalli gurulardan neler öğrenilir, güne erken başlanır, gün erken bitirilir ama hayat hep sakindir, guruların deyimiyle “Kirlilik zihindedir, burası yani aşram çok temiz ! / Dirt is in your mind, the place is very clean !” sözüyle akan sular nasıl durur, temiz olmadığını düşündüğünüz yerlerde bile yaşanabilir, hijyenik olmayan yemek bile yenebilir ve süt içilebilir, asla hasta olunmaz, enfeksiyon kapılmaz, hayat her daim bir karmaşa da olsa zamanın daha yavaş aktığı yerler sonsuz mutluluk köşeleridir. Gidip görmek ya da dinlemek gerekir !

Işık (Güneş) Doğu’dan yükselir !

13 Aralık 2011 Salı

2011 YILININ SON DOLUNAYI

10 Aralık Cumartesi akşamında Kadıköy dönüşü, Beşiktaş Barbaros Hayrettin Paşa İskelesi'nde fotoğraf karesine dondurulan 2011 yılının ışıltılı Boğaz Köprüsü üzerindeki son Dolunayı...10 Aralık 2011 Dolunayı

2 Aralık 2011 Cuma

La battaglia di Algeri

İtalyan yönetmen Gillo Pontecorvo (1919 – 2006), Internet Movie Database kayıtlarında yılı 1966 olarak görünen La battaglia di Algeri / The Battle of Algiers / Cezayir “Bağımsızlık” Savaşı filminde, yirminci yüzyılın en önemli bağımsızlık savaşlarından olan Cezayir’in Fransız sömürgeciliğine başkaldırısını dökümanter bir dille, gerçeğe en yakın şekilde anlatır.

1954 – 1957 yılları arasında Front de libération nationale (FLN) / National Liberation Front / Cezayir Ulusal Kurtuluş Cephesi’nin dört yöneticisinin yakalanma süreçlerine odaklanan filmde bir yandan da Cezayir halkının nasıl bilinçlendiği, direnişe katılımı adım adım aktarılmaktadır.Front de libération nationale (FLN)Politik bir film olmasının ötesinde toplumsal bir gerçekliğe, bir olguya dönüşen La battaglia di Algeri / The Battle of Algiers / Cezayir “Bağımsızlık” Savaşı ‘nın 1971 yılına dek Fransa’da gösterimi yasaklanmış, Amerika ve İngiltere gösterimleri ile 1971’den sonra Fransa’daki gösterimlerinde Fransızların Cezayirlilere uyguladığı işkence sahneleri sansürlenmiş.

İtalya Komünist Partisi üyesi olan ama 1956’da Sovyetlerin Macaristan’ı işgalinin peşi sıra partisinden istifa ederek kendisini bağımsız bir solcu olarak nitelendiren Gillo Pontecorvo, her zaman üçüncü dünya ülkelerinin ulusal kurtuluş hareketlerini, direnişlerini desteklemiş, “İnsanların hayatlarının en zor süreçlerinde verdikleri tepkileri mercek altına almak istedim.” diyerek sinemasının yönünü belirtmiş. Gillo Pontecorvo’nun filmlerini incelediğimizde ideallerini gerçekleştirdiğini ama ne yazık ki istediği verimlilikte film çekemediğini gözlemliyoruz yönetmenin. Bunun sebebi olarak rahatlıkla La battaglia di Algeri / The Battle of Algiers / Cezayir “Bağımsızlık” Savaşı filminin Fransızları hayli kızdırmasını ve buna bağlı olarak da filmlerine para desteği sağlayacak yapımcı bulamamasının söylenebileceğini düşünüyorum.La battaglia di AlgeriFransız sömürgesi olan Cezayir’in bir ulus olabilme yolundaki uzun ve kanlı savaşının başlangıç temelleri, yönetmen ne kadar taraflı da olsa oldukça “tarafsız” aktarılmış kanımca. Yer yer Cezayir direnişinin, başka çıkar yol olmadığı için sivillleri hedef alan eylemleri, izleyiciye “daha ne bekliyorsunuz, sahip çıkmaya çalıştıkları, sizin işgal ettiğiniz, sömürdüğünüz kendi vatanları” meşrulaştırmasını ama aynı zamanda çelişkisini de birlikte getiriyor.

Sinir bozucu, sindirmesi güç, belleğinizde uzun süre yer edinecek filmlerden biri La battaglia di Algeri / The Battle of Algiers / Cezayir “Bağımsızlık” Savaşı . Sinema arşivi olanların olmazsa olmazlarından mutlaka !

1 Aralık 2011 Perşembe

“Vapur” Öyküsündeki Vapur !

VapurLeylâ Erbil ‘in düşle gerçeklik arasında Boğaz’ın üzerinde başkaldıran “Vapur”’u içimi aydınlatıyor, aydınlatmaya devam edecek her an...
* Leylâ Erbil / Gecede / İlk basım 1968

29 Kasım 2011 Salı

Server Tanilli geçti bu Dünya'dan.

Server Tanilli'yi yitirdiğimizin haberini geçiyor ajanslar. 'Tarih, hiçbir toplumun önüne çözemeyeceği sorunlar koymaz.' diyen Server Tanilli kitaplarıyla aramızda olmaya devam edecek...

24 Kasım 2011 Perşembe

Öğretmenler Günü

Bugün, yeni nesilleri yaratan, yaratmaya devam edecek olan sevgili öğretmenlerimizin günü.

Öğretmenler Günü vesilesiyle güzide kurumumuz Darphane’nin 1998 yılında bastırdığı, Cumhuriyetimizin en önemli öğretmenlerinden ve Milli Eğitim Bakanları’ndan Hasan Ali Yücel’in portresinin yer aldığı hatıra parayı günceme konuk ediyorum. 19 Aralık 1922'de öğretmenliğe başlayan Hasan Ali Yücel, 1934 yılında milletvekili seçilerek Meclis’e girmiş, 28 Aralık 1938’de Milli Eğitim Bakanı olmuştur. Yedi yıl beş ay sürdürdüğü bakanlık döneminde ünivesite reformu, Köy Enstitüleri’nin kurulması, dünya klasiklerinin çevrilerek Türkçe’ye kazandırılması, Devlet Konservatuarı’nın açılması gibi pek çok önemli iş gerçekleştirilmiştir.Hasan Ali YücelOğlu Can Yücel’in “Ben Hayatta En Çok Babamı Sevdim” şiirinde dediği gibi;”…. Çağın en güzel gözlü maarif müfettişi…”/ “…En son teftişine çıkana değin…” yaşamı boyunca eğitim için hep koşturup durmuştur.

.

22 Kasım 2011 Salı

...Ve Karşınızda Nepal...

"Taaaaaa Nepal'e gitmeliyim; Himalayalar'ı görmeliyim!" diyen "Kaz Dağları Perisi" arkadaşım döner dönmez Nepal'den daha ayakkabılarının üzerindeyken Nepal tozları buluştuk bu öğlen. Bize göre başka bir dünyadan, daha yavaş akan bir zamandan, eğitimini tamamlamış olarak bir dolu anı ve fotoğrafla dönmüş arkadaşım. Sığdırabildiği kadarını aktardı gözleri ışıl ışıl... Gitmiş, görmüş ve hatta bir süre o başka dünyada yaşamış kadar oldum dersem yalan olmaz... Şimdilik arkadaşımın çektiği iki fotoğrafı, Katmandu'ya genel bakış ile Pokhara Vadisi'ndeki Phewa Gölü fotoğraflarını paylaşıyorum.KatmanduPhewa Gölü

Nepal defteri, çayı ve bozuk paralarıSamsaraNepal bozuk paralarım, Nepal çayım ve el yapımı defterim dışında sinema arşivimizi de unutmamış "Kaz Dağları Perisi" ve Hint yönetmen Pan Nalin'in 2001 yapımı Samsara filmini getirmiş. Himalayalar'da geçen mistik bir aşk öyküsü olan Samsara'yı elbette Nepal çayı eşliğinde ve mümkün olabilecek en kısa sürede izlemeyi planlıyorum.

Boğaziçi İskeleleri

Ne zaman Boğaz gezisi yapsak, aklımda hep Orhan Veli Kanık’ın “…Urumelihisarı’na oturmuşum / Oturmuşta bir türkü tutturmuşum…” dizeleriyle Boğaziçi İskeleleri’nde dolaştığımın ayırdına vardım.

Fotoğraf klasörlerini düzenlerken, bugünden tam bir yıl bir gün önce yaptığımız Rumelihisarı'ndan Ortaköy’e Boğaz gezisi fotoğraflarını ayırdım bugünkü günce notlarımda kişisel müzeme eklenmeleri için…

Dönüşte her zamanki gibi Ortaköy’ün yaramaz kedilerinden biri yolumuzu gözlüyordu.Rumeli HisarıAnadolu HisarıKandilli İskelesiArnavutköy İskelesiÇengelköy İskelesiOrtaköy İskelesiOrtaköy Kedisi
[Fotoğrafların üzerine tıklayın, büyüsünler!]

21 Kasım 2011 Pazartesi

Ömer Lütfi Akad geçti bu Dünya'dan.

Ömer Lütfi AkadTürk Sineması’nın “Koca Çınar”’ı, ustaların ustası, en önemli ve
en üretken yönetmenlerimizden Ömer Lütfi Akad 19 Kasım 2011’de aramızdan ayrıldı…


Kanun Namına filmiyle sinemamızın polisiye filmleri arasında,
Vesikalı Yarim filmiyle de aşk filmleri arasında birer klasik yaratmış olan Ömer Lütfi Akad, diğer tüm nitelikli filmleri, Işıkla Karanlık Arasında adındaki kendi anıları doğrultusunda Türk Sineması’nı ölümsüzleştirdiği kitabıyla sinemamızın unutulmayacak yönetmenlerinden biri olarak her zaman saygıyla anılacak.

16 Kasım 2011 Çarşamba

Caco'nun Yolculuğu

VengoTony Gatlif’in 2000 yapımı Vengo / İntikam filminin içinden neyiyle birlikte Kudsi Ergüner geçiyor. ‘Bulena’ ve ‘Naci en alamo’ şarkılarında neyini üflüyor usta sanatçımız. Flamenkoyu sevin ya da sevmeyin, flamenkoya katlanın ya da katlanmayın bu filmdeki flamenko yorumlarıyla gerçekten başka dünyalara yolculuk ediyorsunuz.Kudsi ErgünerKudsi ErgünerTony Gatlif’in Transylvania / Transilvanya , Gadjo Dilo / Crazy Stranger / Çılgın Yabancı ve Exils / Exiles / Sürgündekiler filmlerindeki karakterler kendilerini yollara vururken, Vengo filmindeki ana karakter gururlu ve güçlü Caco çok sevdiği kızının ölümünden sonra kendisini adeta Endülüs topraklarına hapsetmiş, içsel yolculuğuyla başbaşa bırakmış kendini. Düzenli olarak kızının mezarını ziyaret ediyor, anıların gömülmesine izin vermiyor, acısını sonuna dek yaşıyor, yansıtıyor bir de ayrıca engelli yeğeni Diego ile en korumacı safhada ilgileniyor Caco. Aslında yeğenine bu kadar düşkün olmasının sebebinin bölgedeki diğer güçlü Çingene ailesi ile aralarındaki kan davasından kaynaklandığını gözlemliyoruz film ilerledikçe. Diego’nun babası diğer ailenin oğlunu öldürüp Fas’a kaçmıştır. Diego’nun babası, Caco’nun ağabeyi Fas’ta sürgün ve yalnızken, Caco da Endülüs’te, kendi topraklarında sürgün ve yalnızdır.Caco ve DiegoÖlüm, intikam, acı, iç burukluğuna bir de flamenko ezgileri ve dansları eklenince Tony Gatlif, Vengo filmiyle İspanyol Çingenelerini ölümsüzleştirmiş, neyle, tasavuffla, sufilikle, sema ayinleriyle bezeli flamenkoyu filminin asıl kahramanı yapmış. Elbette gözleriyle herşeyi yansıtan Caco karakteri ile gerçekte engelli olup olmadığını ayırtedemeyeceğiniz Diego karakterleri de belleklere kazınıyor diyebilirim.

15 Kasım 2011 Salı

Swing

"Manouche Jazz ya da Jazz Manouche", Fransa'da Çingene kökenli müzisyenlerin yarattığı bir caz türüdür. (‘Manouche’ Fransızların Çingenelere verdikleri adlardan biridir.) "Gypsy Swing" olarak da adlandırılan bu akımın kökeni 1920'lerin sonu ile 1930’ların başlarına dayanır ve efsanevi Çingene gitarist Django Reindhardt tarafından tüm dünyaya tanıtılmıştır.
Tony Gatlif’in 2002 yapımı Swing filminde, büyükannesinin Alsace’daki evinde yaz tatilini geçiren, Çingeneler'in yaptığı müziğe hayran 10 yaşındaki zengin Fransız çocuğu Max’in gözünden Çingenelerin mahallesinde konuk oluruz; evlerine, müziklerine, yaşantılarına... Max duyup aşık olduğu Çingene müziğinin peşinde koşmaya kararlıdır.

Filme adını veren "Swing" adındaki 10 yaşındaki Çingene kız çocuğu yaşıtı Max’e, diskçalar karşılığında takas ettiği gitarı, Django Reindhardt ‘ın gitarı diye yutturur! Max, Swing’in babası olan gitar virtüözü Miraldo’dan gitar dersleri almaya başlar, aldığı gitar dersleri karşılığında okuma-yazma bilmeyen Miraldo’nun, resmi makamlara gönderdiği mektupları yazar.

Bir yanda Çingeneler'in müziği üzerinden kültürlerinin içinde dalıverirken, öte yandan kendi başına buyruk, erkek gibi bir kız olan Swing’in albenisine kapılır Max… Swing'le birlikte dağ, tepe, bayır doğayı tanır; muhtemel ilk aşkını yaşamaktadır ama bilirsiniz işte; yaz gelir ve geldiği gibi geçer ! Üstüne üstelik o bir “gadjo”´dur Çingeneler arasında !MaxSwingMiraldo

Sokaklar Özgürdür !

MondoTony Gatlif’in Jean-Marie Gustave Le Clézio'un aynı adlı öyküsünden uyarladığı 1995 yapımı Mondo masal tadında bir film ve yönetmenin izlediğim en naif filmi. MondoMondo adında, on yaşındaki bir Çingene çocuğunun Nice sokaklarında bütün bir yaz başına gelenleri izleriz filmde. Anne babası, hiçbir yakını olmayan Mondo, Fransa / Nice sokaklarında özgür ve tek başınadır. Yüzündeki pırıl pırıl gülümsemeyle rastladığı yabancılara kibarca “beni evlat edinmek ister misiniz ?” diye sorar. Hiç yorulmaz sormaktan ve gücenmez şaşkın bakışlarından yabancıların. Yersiz, evsiz, yurtsuzdur ancak umutsuz değildir küçük Mondo… Adresi olmadığının bilincinde hep “bana mektup var mı?” diye postacıya da sorup durmaktan geri kalmaz.
Sahilde, sokaklarda yatıp kalkar, pazardaki artıklarla karnını doyurur. Aradığı aileyi bulamaz ama tahta bavulunda güvercinler olan Dadi adında evsiz bir adam, gösterilerinde yardımcı olarak çalışacağı bir sihirbaz, güzel bahçesini ve evini Mondo’ya açan bir Vietnamlı kadın, ekmek vererek karnını doyurmasına yardım eden fırıncı kadın, taşlardan oluşturduğu harflerle kendisine okumayı öğreten sahildeki balıkçı gibi dostlar edinir kendisini dışlamayan, sorgusuz sualsiz kendisini kabullenen...En ilginç sahnelerden biri de, Akdeniz'in karşı yakasından, Kuzey Afrika'dan, Atlas Ülkeleri'nden birinden deniz yoluyla gelen üzeri Arapça yazılarla bezeli portakallardır..!Mondo ve DadiDünyanın bütün sokak çocukları için yazılmış bir güzelleme gibi Mondo. Çingene sokak çocuğu Mondo’nun naif hali ve yalın güzelliği acaba Nice sokalarında var olmaya devam edebilecek midir?

14 Kasım 2011 Pazartesi

Zano’nun Yolculuğu

SürgündekilerTony Gatlif, yazıp yönettiği, kendisine 2004 Cannes Film Festivali’nde “En İyi Yönetmen” ödülünü kazandıran Exils / Exiles / Sürgündekiler filminde, Paris’te doğup büyüyen ana karakter Zano’nun anne babasının doğduğu Cezayir’e yaptığı yolculuğu anlatmış. Elbette aslında aradığı ve anlattığı kendi çocukluğunun geçtiği Cezayir, yansıttığı kendi yaraları ve karmaşıklığı, vurguladığı hayatın her anında çok kültürlülük.

İnancı sorulduğunda “müziğe inanırım” diyen Zano ile kendisi gibi anne babası Cezayirli olan sevgilisi Naima’nın Paris’ten başlayıp, İspanya ve Fas üzerinden Cezayir’e ulaşma öyküleri bir bakıma “Doğu’dan Batı’ya Göç” olgusunu da tersyüz ediyor. Arapça bilmeyen Arap Naima kendisine nereli olduğu sorulduğunda ‘Fransız Cezayirlisi’ diye tanımlıyor. Atalarının ülkesinde iki yabancı Zano ve Naima. Kartpostallarda görünen turistik bir Cezayir değil elbette buldukları. İki sevgilinin Cezayir yolcuğu boyunca yaşadıkları, Zano’nun Cezayir’de dedesinin evinde yaşadıkları, Naima’nın kendini hiçbir yere ait hissedememesi, çok uzun tutulmuş olsa bile izleyiciyi başka dünyalara sürükleyen zikir sahnesi ve elbette yine baştan sona Exils'in tüm müzikleri, Gatlif’in bu filmini de muhteşem kılmaya yetiyor.Zano ve NaimaKökler önemlidir. Filmin sonunda portakalın soyulup paylaşıldığı sahnede şarkı sözlerinin vurguladığı üzere, analarımızın dilini yavaş yavaş unutacak olsak bile er ya da geç köklere dönüş gerekir !

Vapurun Serçesi

Vapurun serçesi
'Kadıköy - Beşiktaş Vapuru'nun serçesiyim,
iki kıta arasında vapur içinde yolculuk ederim.'

10 Kasım 2011 Perşembe

1881 - ....


GAZİ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK - 1881 - 10 KASIM 1938 - 09:05

.

4 Kasım 2011 Cuma

Stéphane'ın Yolculuğu

Gadjo DiloTony Gatlif’in 1997 yapımı Gadjo Dilo / Crazy Stranger / Çılgın Yabancı adlı filmi “Çingene Kültürü” üzerine gerçekleştirdiği üçlemenin son filmidir. (İlk iki film 1983 yapımı Les Princes ile Çingenelerin Hindistan’dan başlayan göç yolları üzerinden Mısır, Türkiye, Romanya, Fransa ve İspanya’ya dek uzanan her bir ülkedeki hayatlarından kesitler sunduğu 1993 yapımı Latcho Drom filmleridir.)

Film çok hoş bir sahneyle açılıyor. Ölmeden önce babasının sürekli dinlediği kasetteki “Nora Luca” adındaki Çingene şarkıcıyı bulmak için Romanya’ya gelen Stéphane adında bir Fransız karlı bir yolda yürüyor. Ayakları donmuş durumda yürümekten bıkmış durumdayken birden duruyor, “hayır, artık yürümeyeceğim” deyip bir Mevlana Dervişi gibi yolda kar üstünde dönmeye başlıyor !StéphaneŞarkıcı Nora Luca’nın izinde yollarda düşmüş olan Stéphane aralarında anlaşabilecekleri ortak bir dil olmayan Çingene Izidor ile karşılaşıyor. Oğlu hırsızlık şüphesiyle haksız yere hapse giren tatlı ihtiyar Izidor bırakmıyor Stéphane ‘ı, sanki oğlunun yerine koyuyor ve “sen benim şansımsın” diyor, evini açıyor Stéphane’a, her ne kadar dilini, derdini anlamasa da...Izidor ve StéphaneDilini bilmediği, derdini anlatamadığı Çingenelerin mahallesinde onlarla birlikte onlar gibi yaşamaya başlıyor Stéphane. Er ya da geç Izidor’un kendisini Nora Luca’ya götüreceğine inanıyor. Ama az biraz Fransızca konuşan güzeller güzeli Sabina ile nihayet iletişim kurabildiğinde aslında en başından beri ne sebeple orada bulunduğunu hiç anlamadığını anlıyor Izidor’un. Çingene mahallesi O’na “gadjo dilo” adını takıyor yani kendilerinden olmayan çılgın dışarlıklı, "yabancı deli". Stéphane müziklerinde, kültürlerinde, yaşayışlarında kaybolurken Çingenelerin, bir yandan da sürekli kayda alıyor sesleri, şarkıları… Seneler önce tıpkı babasının yaptığı gibi O’nun da kasetleri oluşuyor.
StéphaneSabinaIzidor’un oğlu, altı ay sonra hapisten çıktığında kendisine bunu yapanlara hesap sormaya kalkışıyor ama kendisi ırkçı köylüler tarafından öldürülüyor; tüm Çingeneler de mahallelerinin yakılıp yıkılmasıyla ödüyorlar hesap sormaya çalışmanın bedelini.

Stéphane’ın Romen yollarında, Nora Luca’nın peşindeki serüveni kendisinin bile ummadığı noktalara taşıyor kendisini. Bilirsiniz, aşkın başınıza ne zaman, nasıl ve nerede geleceği hiç belli olmaz. Stéphane bir sesin peşinde hayatının sesini bulurken oluşturduğu tüm kayıtları kendi belleğinde saklamaya karar vermesi ise filmin en hüzünlü, en vurucu sahneleriydi diyebilirim. Çingeneleri umursamayanlar müziklerini duymaya da layık değiller der gibiydi Stéphane kayıt yaptığı kasetleri kırarken !Gadjo Dilo
Filmdeki en inanılmaz, müthiş sahnelerden birinde Tutti Frutti şarkısı çalıyor. Izidor yakın arkadaşı olan bir müzisyenin öldüğünü öğrendiğinde, arkadaşının oğlu ağlayarak sarılıyor Izidor'a… Perişan haldeki Izidor arkadaşının mezarına içki serperek O'nun oğlunun çaldığı Tutti Frutti şarkısı eşliğinde kah dansediyor kah ağlıyor (-Bu Tutti Furitti meşhur 1950'lerden kalan Little Richard'ın "Rock'n'Roll" Tutti Frutti şarkısı değil, daha başkası -). Hüzünlü ama en samimi sahnelerden birisiydi bu sahne…Tutti Frutti

3 Kasım 2011 Perşembe

Du Sköna / Die Beauty

Stina Bergmanİsveçli yönetmen Stina Bergman, 2006 yılından başlayarak büyük bir titizlikle üzerinde çalıştığı ilk uzun metrajlı çalışması olan Du Sköna / Die Beauty filmini 2010 yılında tamamladığında, “The Pirate Bay” ile anlaşarak Internet üzerinden yasal olarak paylaşıma açmıştı. Filme, resmi blog adresi (http://diebeauty.blogspot.com/) üzerinden ulaşabilirsiniz. Yasal olarak indirdiğimiz filmi, henüz sıra geldiğinden, çok yeni izledik.

Yönetmen, gelmiş geçmiş pek çok ünlü yönetmenin, Internet'ten, kendi zamanlarında olmadığından yararlanamadıklarını ve bu sebeple dünya genelinde daha dar kitlelere ulaşabildiklerine dem vurarak, daha geniş bir izleyici kitlesine ulaşabilmek için, filmini yasal olarak "Net" üzerinden paylaşıma açtığını belirtmiş...

Nehir kıyısındaki, küçük bir köyde yaşayan dört doğal ve bir sonradan olma beş kızıl saçlı kızın tuhaf öykülerini yazıp anlatmış Stina Bergman. Bu arada hemen belirteyim, yukarıdaki fotoğrafından da görebileceğiniz üzere yönetmenin kendisi de kızıl saçlı! Film dokuz bölümden oluşuyor ve açılış sondan başlıyor şu etkili cümleyle: “Herhangi bir şeyin ortadan tamamen kaybolma ihtimali neredeyse sıfırdır. Herşey sonunda geri gelir !”Bölümler, 9. yani son bölüm ilk olmak üzere, 1,2,3,4,5,6,7,8 ve yeniden 9. bölüm ile Epilog / final olarak sıralanmış....

Filmde, doğal kızıl saçlı kızlardan ikisi kardeş, biri oldukça tombul ve biri de diğerlerine mesafeli davranan bir tip. Başta sarışın olup sonradan saçlarını kızıla boyatan beşinci küçük kızın üzerinden, tüm öyküyü izliyoruz.Du SkönaDört doğal ve bir sonradan olma beş kızıl saçlı kız her gün nehrin üzerindeki köprüde buluşup dileklerini dileyip nehre tükürüyorlar.Gerçekleşmesini istedikleri tek bir dilek var, o da çoğunlukla ortalıkta olmayan babalarının ölmesi ! Ancak en önemli nokta, doğal kızıl saçlıların hiç birinin babasının, kızıl saçlı olmaması. Köydeki kadınların (dolayısıyla kızıl saçlı kızların annelerinin de) tüm ilgisinin üzerinde olduğu bir adam var.... Üstelik kızıl saçlı olan da bu adam ! Kızıl saçlı kızların ima edilen biyolojik babası yani... Kızıllar ile ilgili öykü devam ederken bir de köyün Almanya’dan ithal siyah saçlı, hatta bir kadın olarak bıyıklı (!) fahişesi ve iş bağlayıcısıyla (pezevengi) öykülerini izliyoruz ilave olarak. Çünkü ortadan kaybolanlar salt babalar değil filmde. Bir şekilde otorite kuran, baba figürünü salt otorite ile tahakküm edenler....Du SkönaFilmi ilginç bulduğumu söyleyebilirim. Herşeyden önce “Korsan paylaşımla başedemiyorsan (ki edilemiyor çoğunlukla) işte böyle çözüm bulursun!” bağlamında iyi bir örnek olmuş Stina Bergman’ın tavrı ve kararı.
Şunu da eklemeliyim : İzlediğim süre boyunca hep tekrarladığım üzere, Du Sköna / Die Beauty filmi bana Peter Greenaway’in Drowning by Numbers / Sayılarla Boğulmak filmini anımsatıp durdu. Yeniden bu filmi de izlemeliyim en kısa sürede.

2 Kasım 2011 Çarşamba

Transylvania

“Ben yol filmleri yaparım çünkü yollar memleketimdir.” diyen Tony Gatlif, 2006 yapımı Transylvania / Transilvanya filminde yollara düşen Zingarina ile yollarda hayatını sürdüren Tchangalo’nun Transilvanya'da kesişen öyküsünü anlatır.Tchangalo ve ZingarinaZingarina (Asia Argento canlandırıyor) deliler gibi aşık olduğu, adını sayıkladığı, Fransa’dan sınırdışı edilen Çingene sevgilisi Milan’ı bulabilmek için Fransız arkadaşı Marie ile birlikte Romanya-Transilvanya’ya gelir. Sormadığı kişi, aramadığı yer kalmaz Milan’ı. Herkesin dans edip eğlendiği bir barda Zingarina mutsuz mutsuz otururken Tchangalo (Çangalo) adındaki çok dil konuşan, evi, yurdu, bağı olmayan özgür gezgin “Senin gibi bir kadını ne getirdi buraya ?” diye sorduğunda “Bir adam…” der Zingarina. Birol Ünel’in canlandırdığı serseri ruhlu Tchangalo ile Zingarina’nın tanıştıkları bu anda izleyici olarak hemen beklentiye gireriz.Her ne kadar Zingarina adamını arasa da var bir iş bu işte, böyle bar köşesinde bitemez bu tanışma diye umutlanırız. Her ikisinin içki kadehleri birbirine vurduğunda aslında Tchangalo ile Zingarina’nın hayatlarının kesiştiğini anlarız. Ama o da ne, tam o sırada Zingarina birden bir müzik sesiyle kendine gelir, müziğin geldiği noktaya doğru koşar ve işte en sonunda bulmuştur adamını, aşkını. Milan karşısındadır. Ama bulduğu gibi kaybeder adamını. Çünkü aslında Milan sınırdışı edilmemiştir, Zingarina’dan kaçmıştır! Tutkulu, aşık bir kadın için olabilecek en berbat durum bu durum. Sen kalk, kendisinden hamile kaldığın sevgilinin peşinden O’nu bulmaya git, adam gözünün içine baka baka “Ben sınırdışı edilmedim, sadece senden kaçtım” desin…

ZingarinaHayat Zingarina için o an Transilvanya’da durur ! Arkadaşı Marie’den kaçarcasına ayrılır, izini kaybettirir ve küçük bir çingene kızının ardından yollara düşer. Oradan oraya sürüklenerek çingeneliğini yaşamaya başlamıştır Zingarina, artık tam anlamıyla uçsuz bucaksız yollarda, Drakula’nın ülkesi Transilvanya’da kayıp bir ruhtur. Tchangalo Zingarina’ya tekrar rastladığında öylesine yitik, öylesine derbeder, öylesine berbat durumdadır ki şaşkınlık içinde kalır Tchangalo. Ama hiçbir beklentisi olmaksızın sarıp sarmalar Zingarina’yı, şefkatle kucaklar O’nu. İki yitik ruhun yolları kesişmiştir tekrardan. İzleyici olarak derin bir nefes alırız ! Bakalım Tchangalo, bir başka adamın kalbini yaraladığı, kanatlarını acımasızca kırdığı Zingarina’yı iyileştirebilecek midir? Daha fazla “spoiler” vermeden Tony Gatlif’in şu ana dek izlediğim filmleri içerisinde en sevdiğim filmi olarak arşivimize kaydediyorum Transylvania / Transilvanya’yı. Kategori olarak da “içinden Türk motifleri geçen filmler” kategorime yerleştiriyorum. Çünkü filmde Zingarina’nın doğum sancısı geldiğinde Tchangalo karlarla kaplı yolda yardım ararken at arabasıyla gelen köylülere birden Türkçe seslenir; “Arkadaş, bir kadın var..O’na doktor. Doktor lazım” der. Tony Gatlif en başta Fransızca olmak üzere, Romence, Romanca (Çingene dili), İngilizce ve Almanca olmak üzere pek çok dille harmanladığı filmine bir de Türkçe’yi eklemiş bu cümlelerle. Acaba Tchangalo’yu canlandıran Birol Ünel’in Türk asıllı olmasından mı kaynaklanıyor güzel Türkçemizin filmde arz-ı endam eylemesi yoksa ülkemizi birkaç kez ziyaret eden ve 1993 yapımı Latcho Drom / Safe Journey filminde Çingenelerin Hindistan’dan başlayan göç yolları kapsamında Türkiye’deki Çingeneleri de filminde anlatan Tony Gatlif’in kişisel tercihinden mi bilemiyorum ama oldukça hoş karlar altında birinin “Arkadaş...” diye koşarak yaklaşması…
Son bir not filmin başrol oyuncularından Birol Ünel’le ilgili. 2006’da Antalya’da 2. Uluslararası Avrasya Film Festivali’de bizzat Birol Ünel’in katılımıyla “Eleştirmenler Ödülü” bölümünde gösterilen Transylvania / Transilvanya filminin hemen gösteriminin ardından yapılan söyleşide Birol Ünel şunları söylemiş: “Çalışma koşulları çok zordu. Çoğu sahne müzisyenler ve halkla beraber oynamayı gerektirdiği için bir aktör gibi davranamazdınız. Siz de onlardan biri olmalıydınız. Ben de olmaya çalıştım. Eksi 20-25 derece soğukta çalıştığımız için ayaklarım neredeyse donuyordu. Bir çok yara-bere aldım.TchangaloAyrıca yoksunluk içindeki halkı, özellikle de çocukları yakından görmek 10 hafta süren çekimleri benim için gerçekten zorlaştırdı. Ancak sonuçta başarılı bir çalışma ortaya çıktı” demiş. “Transylvania”nın asıl başarısının altında yatan sebebi çok çeşitli diller kullanılarak bir kültür karması yaratılması olarak açıklamış Birol Ünel ve eklemiş; “Ben kültürler arasındaki farklılıklar yerine benzerlikler üzerinde durmayı seviyorum. Bu filmde en çok sevdiğim taraf da çeşitli kültür, dil ve yaşam biçimlerini içinde barındırması. Zaten Transilvanya gibi çok küçük, bir o kadar da karışık bir yeri konu ediniyorsanız böyle bir tarz kullanmak zorundasınız. Filmde kültürleri birleştiren ana unsur çağdaş müzikti.”
Tony Gatlif’in tüm filmlerinde müziğin, bir "üst karakter" olduğunu söylemiştim. “Kemanların yaylanan sesleri, gitarın tıngırtısı, şarkı sözlerinin içe işleyen ağırlığı olmadan, Gatlif’in filmleri de dört dörtlük olamazdı; eksik kalırdı kanımca..!” sözümü yineleyerek, "Tchiki Tchiki" şarkısı ve Zingarina’nın bu şarkıdaki dansı olmadan da bu film olmazdı diyorum.