31 Ekim 2009 Cumartesi

"A Streetcar Named Desire"

Tennessee Williams'ın aynı adlı oyunundan Elia Kazan'ın 1951'de yönetmenliğini yaptığı A Streetcar Named Desire / Arzu (İhtiras) Tramvayı filmi Marlon Brando'nun beyaz "t-shirt"üyle nam saldığı filmdir. Stanley Kowalskiİlah görünümlü genç Marlon Brando (Polonya asıllı Stanley Kowalski) filmde orta yaşlı Vivien Leigh (Blanche DuBois)'in kızkardeşi Stella ile evlidir. Blanche seneler sonra ailerinden kalan çiftlik evi "Belle Reve"'i kaybedince New Orleans'a kızkardeşi ve kocasının evine gelir. Aristokrat bir aileden gelen Blanche ve Stella kardeşlerden Blanche halen korumaya çalıştığı hanımefendiliğiyle hayal dünyasında yaşamaktadır. Evliliği hayli hüzünlü bir şekilde sona ermiş olan Blanche genç yaşta intihar eden kocasının izlerini üzerinden atamamış, bundan sonra yaşadığı salt tensel birlikteliklerle de giderek mutsuzlaşmış ve kırılganlaşmıştır. Son olarak öğretmenlikten kovulmasıyla elinde hiç bir şey kalmayınca sığındığı kızkardeşinin evinde anıları arasında gelgitler yaşayan bir masal dünyası imgesi gibidir. Kırılgan Blanche ile kızkardeşinin kelimenin tam anlamıyla bilgi ve görgüden nasibini almamış olan 'avam' kocası Stanley barış içerisinde birarada yaşamayı (peaceful co-existence !) pek de beceremeyeceklerdir ! Filmin sonunda Blanche ile Stanley'in yaşadığı ve Blanche'in trajik sonunu hızlandıran vurucu sahneyle birlikte Blanche'ın hayata tutunmaya çalıştığı son çizgi de hayli acı vererek kopacaktır.Stanley Kowalski ve Blanche DuBois
Filmin Vivien Leigh dışındaki tüm kadrosu Broadway'de sergilenen oyunda yer alan kadrodur. Oyunda yer alan Jesica Tandy yerine filmde Vivien Leigh'in tercih edilmesi tamamen yapımcılardan kaynaklanmış.
Seneler önce Arzu Tramvayı'nı hem oyun olarak okumuş hem de Kenter Tiyatrosu'nda izlemiştim. Kırılgan Blanche DuBois'i Yıldız Kenter, görgüsüz Stanley'i ise Müşfik Kenter yorumluyordu. Müşfik Kenter'in "Stella... Stella..." diye bağırışları halen usumda bir yerlerde gizlidir.

29 Ekim 2009 Perşembe

Cumhuriyet Bayramı Kutlu Olsun!

Cumhuriyet Bayramı -29 Ekim 1923 / 2009
Türkiye Cumhuriyeti'nin, Cumhuriyetimiz'in 86.Kuruluş Yıldönümü Kutlu Olsun.
1923 / 2009.

27 Ekim 2009 Salı

"O adada ben de olsaydım !"

Island Of The Blue DolphinsScott O'Dell'in aynı isimli romanından uyarlanan James B. Clark'ın 1964 yapımı Island of the Blue Dolphins / Mavi Yunusların Adası filmi, Juana Maria isimli Kızılderili bir kadının gerçek öyküsüne dayanıyor. 1800'lü yılların başında misyonerler tarafından sahiden California açıklarındaki Kanal Adaları'nda (Santa Barbara Islands) bırakılan ve tek başına onsekiz yıl adada yaşayan Juana Maria, kurtarıldıktan yedi hafta sonra getirildiği ana karada dizanteriden ölerek California Santa Barbara Misyonu Mezarlığı'na gömülüyor.Mavi Yunusların AdasıFilmde ana kahraman olan Kızılderili kızın ismi Karana. Babası Chowig adadaki Chumash (Kumaş ?) Kızılderilileri'nin şefi. Adalarına beyaz bir kaptan eşliğinde avlanmaya gelen Aleut kabilesine karşı duran Şef Chowig öldürülüyor. Aleut'lar başlarındaki kaptanlarıyla adayı terkederken yeni şef Kimki kanosuyla yardım aramaya gidiyor. Şef Kimki adaya misyonerlerin kayıklarıyla dönüyor ve tüm kabile bu kayıklara binerek adadan ayrılırken Carana erkek kardeşi Ramo'nun hiçbir kayıkta olmadığını farkedince (çünkü Ramo mızrağını almak üzere kulübelerine dönmüştür.) denize atlayıp adaya dönüyor. Adada tek başlarına bırakılan Carana ve Ramo bir geminin gelerek onları kurtaracağı umuduyla yaşarken, Ramo adadaki vahşi köpekler tarafından öldürülüyor; vahşi köpeklerin başına Aleut'ların bir köpeği geçmiştir... Filmin bundan sonrası Carana'nın bir nevi Robinson Kruzo'ya (Crusoe) dönüşmesi. Kabilelerinin geleneklerine göre bir savaş aletine dokunmaması gereken (tabu/taboo) Carana, eline mızrağını ve oklarını alıyor, kardeşini öldüren köpeklere savaş açıyor, kendine bir ev inşa ediyor, balık avlıyor, köpeklerden birisiyle (Aleut'ların getirdiği köpek ve sonra o ölünce onun diğer köpeklerden birinde olan yavrusuyla) dost oluyor, hayatını tek başına (zorlukları olsa da) gayet güzel devam ettiriyor. Sonra...
Sonrası beyazlar açısından aynı masal, aynı mutlu son ?! Geldim, buldum, kurtardım, sömürdüm, elbette uygarlaştırdım !!!
Bana kalsa, Carana, kendisini aramaya gelen gemiyle, adasından ayrılmasın isterdim!

26 Ekim 2009 Pazartesi

Kaneto Shindô'dan Sinemasal Bir Şiir;
Hadaka no shima

Cumartesi gecesi, daha önce ``AY'dan İzlenimler´´'e kült korku filmi Onibaba ile konuk olan Kaneto Shindô'nun 1960 yapımı Hadaka no shima / The Naked Island / Çıplak Ada filmini izledik. Shindô, bu kez, verilmek istenen öyküyü salt görsellikle anlatmış. Filmdeki tek konuşma okulda çocukların şarkı söyledikleri sahne. Filmde öyküsü anlatılan aileden duyulan tek ses ise annenin çığlık atarak ağladığı filmin sonlarına yakın olan dokunaklı sahne.Anne Toyo, Baba Senta, Büyük Çocuk Taro ve Küçük Çocuk JiroGerçekten çıplak, çorak olan küçük bir adanın tek yaşayanları anne, baba ve iki çocuktan oluşan dört kişilik bir Japon ailesi. Anne ve baba karşılarındaki adaya (küçük bir kasaba kuruludur bu adada) kayıkla geçerek kendi adalarına su taşırlar. Binbir zahmetle günde bir kaç kez ya birlikte ya tek tek getirdikleri tahta kovalardaki su hem içtikleri, hem yıkandıkları hem de adada yetiştirmeye çalıştıkları bitkilere verdikleri yegane sularıdır. Hadaka no shimaAilenin iki çocuğundan büyük olan her sabah annesi ya da babası tarafından kayıkla kasabadaki okula götürülmekte ve akşam alınmaktadır. Elbette çocuğun bırakılış ve alınışlarında da mutlaka iki kova su getirilmektedir. Günlerden bir gün büyük çocuk hastalanır, doktor için kayıkla kasabaya geçer baba ama adalarına döndüklerinde çok geçtir. Çocuk ölmüştür. Okul arkadaşlarının da katıldığı cenaze töreninden sonra tekrar gündelik yaşmalarına dönen anne, baba ve küçük çocuğun adadaki hayatları aynı şekilde devam ederken bir sabah aniden annenin kadere karşı koyan çığlığıyla irkiliriz. Tarlada bitkilerini sularken annenin gözyaşları içinde bitkileri yolması, babanın yorgun ve acılı bakışları tokat gibi suratımıza çarpar. Sonra... Sonra yine devam ederler bitkilerini sulamaya... Bitkilerin suya, kendilerinin yiyeceğe ihtiyacı vardır. Hayat devam etmelidir. Yine karşı adadan kova kova su taşınacak, yine bitkiler sulanacak, çıplak ada bir nebze olsun yeşillendirilecektir. Çıplak Ada
Anne ToyoFilmi Güneybatı Japonya'da yer alan Setonaikai Takımadalarında çeken Kaneto Shindô amacının sinemasal bir şiir yaratarak insanın doğanın acımasızlığına karşı verdiği karıncavari mücadeleyi anlatmak olduğunu belirtmiş. Kaneto Shindô'nun siyah beyaz ışık oyunlarıyla bezenmiş tüm çekimleri, Hikaru Hayashi'nin film için yaratılmış orjinal müziğinin sadeliği ve mükemmelliği "Çıplak Ada" filmini sözsüz bir başyapıt yapmış. Sözün özü; Kaneto Shindô, görsel bir haiku (Japon şiiri) yaratmış.

ÇIPLAK ADA (1960)- Kaneto Shindô

22 Ekim 2009 Perşembe

Murathan Mungan: "Ay Zeytin Gece"

yeşil çizik zeytin
Bu öğlen, ben ve "Koyu Mavi" arkadaşım, "Kaz Dağları Perisi" arkadaşımız ile buluştuk. Bir süre sofralarımızı Kaz Dağları'nın yeşil zeytini ile nefis kokulu zeytinyağı şenlendirecek. Pek keyifli, gerçekten çok lezzetli !

Uç Kelebek Uç !

Uç kelebek uç !

"Koyu Mavi" arkadaşımın doğumgünü bugün...
"Koyu Mavi" arkadaşımın 2009 doğumgünü için koyu mavi bir kelebek...

19 Ekim 2009 Pazartesi

`Samuray Üçlemesi´ veya
`Takezo Nasıl Miyamoto Musashi Oldu ?´

Hiroshi Inagaki"The Samurai Trilogy /Samurai Üçlemesi (1954 - 1955 - 1956)" filmleri, bir nevi Japonların "Gone with the Wind / Rüzgar Gibi Geçti" romanı diyebileceğimiz Eiji Yoshikawa'nın Musashi romanından, yönetmen Hiroshi Inagaki'nin de aralarında olduğu bir senaryo ekibi tarafından sinemaya uyarlanmış. Hiroshi Inagaki'nin bir tablo güzelliğindeki çekimleriyle efsanevi onyedinci yüzyıl Samurayı Miyamoto Musashi'nin destansı öyküsünü geçtiğimiz Çarşamba gününden beri (Cuma ve Cumartesi akşamları hariç; Cuma akşamı Nicolas Roeg'in gizemli filmi Don't Look Now / Şimdi Bakma filmini hayli gerilerek ilk kez, Cumartesi akşamı ise seneler önce izlediğim Jean-Jacques Annaud'un Seven Years in Tibet / Tibet'te Yedi Yıl filmini kızım izlememiş olduğu için tekrar izledik. Bir ara ayrıca bahsedeceğim bu filmlerden.) izlemekteydik. Dün akşam Samuray Üçlemesinin son filmini bitirdiğimizde, komik ama samuray olmak zormuş ancak samuray karısı, sevgilisi olmak daha zormuş diye uykuya daldığımı anımsıyorum. Ünlü Samuray Miyamoto Musashi (karizmatik Toshirô Mifune canlandırıyor Samurayı) birinci film Samurai I: Musashi Miyamoto / Samuray I: Miyamoto Musashi'de sevgilisine bıraktığı “yakında geri döneceğim” mesajından sonra günbatımına doğru tek başına yürür. İkinci film Zoku Miyamoto Musashi: Ichijôji no kettô / Samurai II: Duel at Ichijoji Temple / Samuray II: Ichijôji Tapınağı'nda Düello Musashi'nin "kadınları sevmekten vazgeçtim." sözüyle biter, yine tek başınadır ve günbatımına doğru yürümektedir. Üçlemenin sonuncusu Miyamoto Musashi kanketsuhen: kettô Ganryûjima / Samurai III: Duel on Ganryu Island / Samuray III: Ganryu Adası'nda Düello filmi Musashi'nin gözyaşları ile sonlanır. Tek başına değildir bu kez, Ganryu Adası'ndan kendisini götüren kayıkta, kayıkçıyla beraberdir ve gözyaşları sanırım çok zor durumda kalmadığı sürece rakiplerini öldürmeyen (çünkü kazanmak her zaman rakiplerini öldürmek demek değildir) Musashi'nin en az kendi kadar iyi bir kılıç ustası olan rakibi Kojiro Sasaki'yi öldürdüğü içindir. Ölü Sasaki'nin yüzündeyse, huşu içinde bir gülümse seçilebilmekte...
Hiroshi Inagaki, salt ünlü olabilmek için savaşa katılan sıradan bir köylüden hem içsel hem de dışsal yolculukları ile bilge bir Samuraya dönüşen Miyamoto Musashi'nin samuray kültürünün incelikleri ile yoğrulmasını ve değişimini üçlemesinde çok güzel aktarmış. Filmin tablo gibi, naif çekimleri ve müzikleri de ayrıca sanat zevki yaratmakta izleyicisinde.Musashi

18 Ekim 2009 Pazar

"Portakalı soydum, başucuma koydum..."

Reha Erdem
46. Uluslararası Antalya Altın Portakal Film Festivali'nde büyük ödülü Reha Erdem'in "Kosmos" ile İnan Temelkuran'ın "Bornova Bornova" filmleri paylaştı, benim için en çok "A Ay" filmi demek olan Reha Erdem en iyi yönetmen ödülünü aldı.

16 Ekim 2009 Cuma

Cemal Süreya: "Kokundan bildim seni"

Calyx / Çanak YaprakBir koku nelere çağrışım yapabilir ?
Öncelikle gençliğim, sonra Cemal Süreya'nın "Uçurumda Açan" şiiri, elbette Patrick Süskind'in "Das Parfum / Koku" romanı ve Patrick Süskind'in romanından uyarlanmış olan Tom Tykwer'ın 2006 yapımı Perfume: The Story of a Murderer / Koku: Bir Katilin Öyküsü filmi.
.
.
.
Bugünün izleri.

15 Ekim 2009 Perşembe

The Man Who Fell to Earth

Walter Tevis'in aynı isimli romanından uyarlanan ve kült filmlerin yönetmeni Nicolas Roeg tarafından çekilen, 1976 yapımı kült film The Man Who Fell to Earth / Dünyaya Düşen Adam, Dünya'ya kurumakta olan gezegenine su bulmak amacıyla gelmiş olan Thomas Jerome Newton'un öyküsüdür. (David Bowie hem fiziki hem ruhani inanılmaz bir performansla canlandırıyor bu karakteri.)Dünyaya Düşen Adam Göl Kenarında İnsan gibi görüntüsüyle öncelikle Dünya'yı tanımak, Dünya'da işlerin nasıl döndüğünü anlamak için harekete geçen Newton kısa sürede büyük bir teknoloji şirketi kuracak, çok zengin ve güçlü bir adam olacaktır. Dünya'ya düştüğü göl kenarına yaptırdığı muhteşem eve Dünyalı sevgilisiyle yerleşip iyiden iyiye zevk dünyasına dalmışken, biraz ağırdan da olsa gezegenine dönmek için uzay aracı inşa ettirmek üzere bir bilim adamıyla da görüşecektir. Ancak Newton'un yaptıkları, hızlı çıkışı, edindiği parasal güç elbette meraklı hükümet görevlileri tarafından da yakından izlenmektedir ve duruma el konulması kaçınılmaz olacaktır !
Dünyaya Düşen Adam Dünyada KalırSonuç belirli bir amaç için Dünyamıza düşmüş olan Uzaylı açısından vahim olur; "Dünyaya Düşen Adam" kendi gezegenine dönemez, geride bıraktıklarına mesaj gönderebilmek uğruna "Rock Star" olur, Young Americans adlı albümünü görürüz plakçılarda !
Uzaylıları kendimize benzetmekte oldukça başarılıyız ! Bu yüzden mi insanlarla temasa geçmek için bu kadar ağırdan alıyorlar acaba ?

13 Ekim 2009 Salı

Masaki Kobayashi'den Dokunaklı Bir Öykü:
Jôi-uchi: Hairyô tsuma shimatsu


Samuray İsyanıJôi-uchi: Hairyô tsuma shimatsu / Samurai Rebellion / Samuray İsyanı filmini Masaki Kobayashi diğer önemli Samuray filmi Seppuku / Hara-kiri'den 5 yıl sonra 1967'de gerçekleştirmiş. Japon feodal yönetiminde soylu asker sınıfındaki samuraylar dövüş sanatlarını zerafetle uygulayan, yaşam felsefeleri hayli katı onurlu savaşçılardı. Samuray filmlerini zaman zaman izlemeyi severim ama Masaki Kobayashi'nin izlediğim iki önemli Samuray filminden biri olan Samuray İsyanı'nı salt Samuray odaklı olmadığı için daha çok sevdiğimi söyleyebilirim.Isaburo Sasahara 1725 yılında Japonya'da Edo (Tokyo'nun eski ismi) dönemindeyiz. Filmin ana kahramanı Sasahara ailesinin reisi Isaburo (Karizmatik aktör Toshirô Mifune bu rolü üstlenmiş) artık emekli olmak üzere olan, kılıçla dövüş sanatında usta bir Samuray. Oğlu Yogoro'yu evlendirip, emekliliğinin tadını çıkarmak istiyor ama bağlı oldukları Daimyo'dan(feodal derebey) gelen emirle tüm Sasahara ailesinin hayatı değişiyor.Yogoro ve emri getiren vekilharçDaimyo kendisine bir oğul doğuran kapatması İchi'yi saygısız davranışları yüzünden kalesinden kovmuştur ve Yogoru'yla hemen evlenmesini emretmektedir. Baba Isaburo emri uygulamaya çok fazla yanaşmasa da oğul Yogoru emre itaat edecek ve İchi'yle evlenecektir.İchi ve YogoroFilm İchi'nin Sasahara ailesine gelin gelmesiyle birlikte O'nun Sasahara ailesinin içindeki hayatına odaklanıyor.İchi ve kiraz çiçekleri İchi hayli onurlu bir kadın. Zorla Daimyo'nun kapatması olmaya, çocuğunu doğurduktan sonra da onun başka kadınla birlikte olmasına, o kadının bakışlarındaki bir erkeğin kölesi olma durumuna katlanamıyor ve isyan ediyor. Sasahara ailesinde Yogoro'nun annesinin tüm olumsuz tavırlarına rağmen kocasına aşkla bağlanıp yeni bir düzen kuruyor kendisine ve bir de kızları oluyor. Buraya kadar herşey güzel ama Daimyo'nun ilk varisi ölüverince İchi'nin doğurduğu çocuk yeni varis oluyor. Dolayısıyla usturupsuz Daimyo kovduğu İchi'nin kaleye derhal döndürülmesini emrediyor bu kez. Bu yeni emirle film, baba ve oğulun salt bağlı oldukları Daimyo'ya karşı değil kendi ailelerine karşı da isyanını başlatıyor. Oğul Yogoro ve Baba Isaburo Ne baba ne de oğul İchi'nin kaleye dönmesini kabullenmiyor kabullenmemesine ama ok yaydan çıkıyor: İchi Yogoro'nun kardeşi tarafından kandırılarak kaleye gönderiliyor, baba Isaburo ve oğul Yogoro bağlı oldukları klana karşı iki kişilik savaşlarını başlatıyor.
Filmin bundan sonrasından bahsetmeyeceğim, sahiden izlenmesi gerekiyor. Onurlu olmak ne demek, aşk ne demek, aşkla bağlı olmak ne demek, doğru bildiğinden vazgeçmemek ne demek tüm bunları Kobayashi'nin inanılmaz dokunaklı yönlendirdiği kamerasından izliyorsunuz.

12 Ekim 2009 Pazartesi

Halit Refiğ geçti bu Dünya'dan.

Türk sinemasına çok önemli katkıları olan Halit Refiğ'i dün sabah kaybettik. Halit Refiğ denilince benim aklıma önce Teyzem / My Aunt ve Karılar Koğuşu / Women's Ward filmleri gelir, bir de Hanım / Madame. HANIM

9 Ekim 2009 Cuma

Korku Filmlerinin Kralları:
Karloff (Boris) ve Béla Lugosi

Karloff ve Béla LugosiEdgar Allan Poe'nun ünlü şiiri Kuzgun'la aynı isimli Lew Landers'ın 1935 yapımı The Raven / Kuzgun filmi korku filmlerinin kralları Karloff (Boris) ve Béla Lugosi'yi buluşturan ikinci film. Korku filmleri meraklıları bilirler Karloff (Boris) Frankenstein'ın Canavarı tiplemesiyle, Béla Lugosi ise Kont Dracula olarak nam salmıştır.

Kuzgun ve Dr. VollinFilm Edgar Allan Poe'nun ünlü şiirinin doğrudan bir uyarlaması değil ama yer yer Kuzgun şiirinden ilintiler var. Ana karakterlerden Béla Lugosi'nin oynadığı Dr. Vollin hayli Edgar Allan Poe saplantılı bir cerrah rolünde. Görünürde saygın bir doktor ama evinin bodrumunda Edgar Allan Poe'nun öykülerinde yer alan işkence aletlerinden esinlenerek ürettiği birbirinden ilginç işkence aletlerine sahip. Karloff ise yüzünü değiştirmek isteyen Edmond Bateman isminde bir hapishane kaçkını. Elbette ameliyatı için Dr. Vollin'in kapısını çalıyor. (Bateman ismine dikkat; American Psycho / Amerikan Sapığı filmindeki ana karakterin de soyadıdır Bateman.) Béla Lugosi rol dağılımında daha ağırlıklı bir rolü almış olsa da Boris Karloff filmin afişlerinde ve yazılarında salt soyadıyla, "Karloff" olarak yer alıyor.
Film yargıç Thatcher'ın kızı Jane Thatcher'ın araba kazasıyla başlıyor. Yargıç durumu ağır olan kızını kurtarabilecek tek doktor olduğunu düşündüğü Vollin'den yardım istiyor. Bir dansçı olan Jane Thatcher iyileştikten sonra biraz da Dr. Vollin'e karşı minnet duygularıyla yüklü "Kuzgun" dansını sergiliyor. Poe saplantılı Dr. Vollin Jane'i sanki Kuzgun şiirindeki "Lenore" yerine koyarak korkunç bir plan gerçekleştirmek üzere hareket geçiyor. Yardım alacağı kişi de planında kölesi olarak kullanma isteğiyle yüzünü ameliyatla bilerek deforme ettiği Edmond Bateman'dır. KuZGuN

Filmde işkence aletlerinin bulunduğu mahzene inen bir asansöre dönüşen yatak odası 2003 yapımı The Haunted Mansion/ Perili Köşk filminde de kullanılmıştır. Asansöre dönüşen yatak odası duvarlarının birbirine yaklaşarak içinde tuzağa düşürülenleri ezecek şekilde hareket etmesi de yeterince daraltan sahnelerden biridir Kuzgun filminde.

Bu arada, Karloff ve Béla Lugosi'nin ilk buluşmaları yine bir Edgar Allan Poe uyarlaması olan Edgar G. Ulmer'ın 1934 yapımı The Black Cat / Kara Kedi isimli filmidir. Arşivimizde mevcut olan bu filmin henüz izlenme sırası gelememiştir. Belki tamamlandıkları yıl sırasına göre izlemem daha doğru olacaktı ama izlenme önceliği benim açımdan Kuzgun şiiri sebebiyle Karloff ve Béla Lugosi'yi biraraya getiren ikinci buluşma filmi The Raven / Kuzgun olmuştur (1935).

8 Ekim 2009 Perşembe

Edgar Allan Poe'ya sevgilerimle...
Quoth the Raven, "Nevermore."

KuZGuN
Resimleme (illüstrasyon) Bill Fountain'a aittir.
~~~~~~

19 Ocak 1809 doğumlu Edgar Allan Poe 7 Ekim 1849'da öldüğünde sadece 40 yaşındadır. Mezartaşında Kuzgun figürüyle birlikte Dedi Kuzgun: 'Hiçbir zaman.' sözcükleri yer almaktadır.Dedi Kuzgun: 'Hiçbir zaman.'
“......
`Be that word our sign of parting, bird or fiend!'
I shrieked upstarting -
`Get thee back into the tempest and the Night's Plutonian shore!
Leave no black plume as a token of that lie thy soul hath spoken!
Leave my loneliness unbroken! - quit the bust above my door!
Take thy beak from out my heart,
and take thy form from off my door!'
Quoth the raven, `Nevermore.'

And the raven, never flitting, still is sitting, still is sitting
On the pallid bust of Pallas just above my chamber door;
And his eyes have all the seeming of a demon's that is dreaming,
And the lamp-light o'er him streaming throws his shadow on the floor;
And my soul from out that shadow that lies floating on the floor
Shall be lifted - nevermore!
..........."



"......
Kalkıp haykırdım: 'Getirsin ayrılışı bu sözlerin!
Rüzgârlara dön yeniden, ölüm kıyısına uzan!
Hatıra bırakma sakın, bir tüyün bile kalmasın!
Dağıtma yalnızlığımı! Bırak beni, git kapımdan!
Yüreğimden çek gaganı, çıkar artık, git kapımdan!'
Dedi Kuzgun: 'Hiçbir zaman.'

Oda kapımın üstünde, Pallas'ın solgun büstünde
Oturmakta, oturmakta Kuzgun hiç kıpırdamadan;
Hayal kuran bir iblisin gözleriyle derin derin
Bakarken yansıyor koyu gölgesi o tahtalardan,
O gölgede yüzen ruhum kurtulup da tahtalardan
Kalkmayacak - hiçbir zaman!

......"
Çeviri: Ülkü Tamer

7 Ekim 2009 Çarşamba

Turkuaz bir balon bıraktım gökyüzüne


7 Ekim Balonu - Kızımın doğumgünü bugün!

5 Ekim 2009 Pazartesi

Pascal'ın Kırmızı Balonundan Simon'un Kırmızı Balonuna

Kırmızı Balon 1956Albert Lamorisse'in 1956 yapımı Le ballon rouge / The Red Balloon / Kırmızı Balon filminde kırmızı bir balonla Pascal (yönetmenin oğludur aynı zamanda) isimli çocuğun dostluğunu seyrederiz 35 dakika boyunca. Pascal kendisini izlemeye kararlı kırmızı bir balon bulur ve Paris sokaklarında birlikte dolaşırlar. Kırmızı balon filmdeki ana karakter olur. Bu filmi izlediğimde, gündelik yaşamdaki balonla çocuğun öyküsüyle çok uzaklarda kalan çocukluğumu anımsamıştım, eskiden herşey daha bir dinginmiş diye düşünmüştüm. 1956'nın Paris sokaklarında telaş yok, karmaşa yok, teknoloji yok.
Tam 50 yıl sonra, Hou Hsiao-hsien'in Albert Lamorisse'in 1956 yapımı bu kısa filminden aldığı ilhamla çektiği Le voyage du ballon rouge / Flight of the Red Balloon / Kırmızı Balonun Yolculuğu filminde ise 2006 yılının Paris sokaklarındayız bu kez. Kırmızı Balon 2006Tayvanlı yönetmen Hou Hsiao-hsien'nin Avrupa'da çektiği ilk film Kırmızı Balonun Yolculuğu. 1956'daki filmde neredeyse hiç söz yokken, 2006'daki filmdeyse tüm konuşmalar doğaçlama. Kırmızı Balonun Yolculuğu filminin DVD'sinde yönetmen Hou Hsiao-hsien ile yapılan röportajdan öğreniyoruz yönetmenin özellikle filmin oyuncularına bir yazılı metne bağlı kalmaksızın performans sergiletmek istediğini. Oldukça doğal bu yüzden filmdeki konuşmalar ve çekimler; tıpkı kendi gündelik yaşamımızdan bir kesit izler gibiyiz... Juliette Binoche (Suzanne ismi ve Simon'un annesi) o kadar inandırıcı ve doğal oynuyor ki telaşla oradan oraya koşuşturan tek başına çalışan anne rolünü. Sadece kuklalarla ilgilendiği zamanda sakin bir Juliette Binoche var filmde, bunun dışında yaptığı her işte telaşlı. Eve yorgun argın gelişi, sinirli sinirli sigara içişi, bezmiş bakışları, oğlu Simon'la olan diyalogları... Hepsi inanılmaz güzellikte. Simon'un bakıcısı Çinli Song ve Simon ile kırmızı balonu takip ediyoruz. Simon'un annesi ne kadar telaşlıysa, Paris'te sinema eğitimi gören Çinli bakıcısı Song o kadar dingin. Song'un olduğu tüm sahneler ağır çekim gibi... Batı'nın aceleciliğiyle, Doğu'nun dinginliği çarpışıyor sanki... Simon için de aynısını rahatlıkla söyleyebilirim; Simon da sakin. Hatta annesinin neden bu kadar ivedilikle davrandığını algılayamıyor bir türlü; çoğu zaman o bakışlar var diyebiliriz Simon'da.
Bu filmdeki ana karakter kırmızı balonu, Tayvanlı bir yönetmen bırakmış Paris'te gökyüzüne. Kırmızı balonun 2006'daki yolculuğunda Paris sokaklarında bu kez telaş, karmaşa ve teknolojiye tanıklık ediyoruz. Artık daha büyük ve kalabalık bir Paris'teyiz ama insanlar daha az insancıl, daha gergin ve daha yalnız. Teknolojinin bu denli gündelik yaşama girmesinin bedeli olsa gerek...
Hou Hsiao-hsien ile yapılan röportajda kendisi için kullanılan sıfat "empresyonist" yani "izlenimci". Yönetmen empresyonist ressamların belli belirsiz fırça darbelerinden, ışıkla yaratılan yansımalardan etkilendiğini söylüyor. Filmin sonlarına doğru Orsay Müzesi'nde empresyonist ressamlardan Felix Vallotton’un 1899 tarihli tablosu "Le Ballon / Balon" üzerinde Simon ve arkadaşlarının yorumlarını izliyoruz. Resmin yarısı gölgeli (karanlık), yarısıysa güneşli (aydınlık)... Müzede önünde koruma amaçlı bir camla sergileniyor. Hou Hsiao-hsien de bize yansımaları pek çok sahnede camlar aracılığıyla vermiş.Felix Vallotton, Le BallonSong ve Kırmızı BalonLouise, Simon ve Kırmızı BalonAnna, Simon ve Kırmızı Balon1956'dan 2006'ya ilk kırmızı balonun yolculuğundan tam 50 yıl sonra yeni kırmızı balon tıpkı bir hayalet gibi Paris semalarında süzülürken hüzünleniyorum. Gündelik hayatımda Suzanne kadar telaşlı olduğumu düşünüyorum. Daha çok hüzünleniyorum. Sahiden !Kırmızı Balon: 1956'dan 2006'ya

2 Ekim 2009 Cuma

Şarap Kokulu Kasabanın Sakin Sahil Kedisi

Sakin sahil kedisiÇektiğim kedi fotoğraflarını tararken "sakin sahil kedisi" diye adlandırdığım kedi bana Akif Pirinçci'nin yazdığı Felidae seri kitaplarını (Felidae / Francis / Cave Canem / Düello / Salve Roma!) anımsattı. Felidae serisinde ana karakter Francis isimli pek sevimli bir dedektif kedidir ! Bundan dört-beş yıl evvel Alman arkadaşım bize ilk kitabın DVD'sini de getirmişti. Akif Pirinçci'nin romanından yine kendisi ve Martin Kluger'in senaryosunu yazdığı animasyon filmi Felidae Michael Schaack tarafından 1994 yılında filme çekilmiş.FelidaeDört ayaklı usta dedektif Francis'in gözünden yaşadığımız dünyayı okumak ve izlemek oldukça keyifli idi !

1 Ekim 2009 Perşembe

Ingmar Bergman'ın olgunluk dönemi filmi:
Höstsonaten / Güz Sonatı

Eva ve Charlotte Güz (sonbahar) benim için Ekim ayında başlar. Eylül ayına bir türlü Güz diyemem, geçiş ayıdır Eylül. Ingmar Bergman'ın 1978 yapımı Höstsonaten / Autumn Sonata / Güz Sonatı filmini aslında izleyeli çok oldu ama günceme taşımak için özellikle Ekim ayını, Güzü bekledim.
İsveçli sinema ve tiyatro oyuncusu Ingrid Bergman 1978 yılında ülkesine döndüğünde sadece soyadlarının aynı olmasından başka bir ilgileri olmayan Ingmar Bergman ile ilk kez film çekme şansını da gerçekleştirmiş. Güz Sonatı oyuncunun aynı zamanda son sinema filmi olma özelliğini de taşıyor.
Filmde hayli ışıltılı ama bencil bir hayat geçirmiş ve artık hayatının sonbaharındaki bir konser piyanisti olan Charlotte Andergast'i canlandırıyor Ingrid Bergman. Müzik kariyeri için kocasını ve biri zihinsel engelli iki kızını ihmal etmiş, konserleri için evinden hep uzaklarda olmuş. Charlotte'un büyük kızı Eva (Liv Ullmann) belki bir iyileşme olur diye senelerdir görmediği annesini papaz olan eşi Victor ve zihinsel engelli kızkardeşi Helena ile yaşadığı evlerine davet ediyor. Başlangıçta herşey normalmiş gibi gözükürken, herkes yattıktan sonra başbaşa kalan anne - kız (Charlotte ve Eva) arasındaki hesaplaşma, gerginlik, huzursuzluk, hüzün, ruhsal patlamalar iki oyuncunun olağanüstü performanslarıyla sizi gerçekten sarıp sarmalıyor. Buz gibi hissediyorsunuz her anlamda !

Ingmar Bergman