30 Kasım 2009 Pazartesi

'Güzel Marmara' içelim, güzelleşelim...

Derviş ZaimDerviş Zaim'in 1996 yapımı Tabutta Rövaşata / Somersault in a Coffin filmi Rumelihisarı çevresinde yaşayan Mahsun Süpertitiz'in hüzünlü öyküsüdür. İşsizdir, evsizdir, mahzundur Mahsun. Arada sırada Reis'in teknesinde balığa çıkar, 'Güzel Marmara'yı şişeden hakkını vererek içer, inşaatlarda yatar, araba, itfaiye arabası, otobüs ne rastgelirse çalar ama sadece ısınmak için çaldığı araçlarla gece boyu dolaşır, sonra araçları (ç)aldığı yere bırakır. Polisler eninde sonunda yakalar ve her defasında bir güzel döverler Mahsun'u. Herkes bıkmıştır, herkes sıkılmıştır Mahsun'dan; polisler, hakimler, psikologlar. O iflah olmamıştır, olmaya da hiç niyeti yoktur. Arkadaşı Sarı'yı unutmaz, kahvede kazandığı ilk parayla arkadaşına mezarında 'Güzel Marmara' ikram eder. Rumelihisarı'na tavuskuşlarının geldiğini duyunca kaçırır birini ve İstanbul sokaklarında kucağında tavuskuşu dolaşır tüm gece... Kahvede sürekli gördüğü eroinman kıza aşık olur. Bu platonik aşk mahzun Mahsun'u iyice çıkmaza sokar. Fonda BabaZula'nın Esrar'ı çalar. Tüm filme sinmiş mavilikler kâh Boğaz'ın sularında kâh tavuskuşunun kanatlarında sizi kucaklar. Has filmdir Derviş Zaim'in Tabutta Rövaşata'sı. Tekrar tekrar izlenir. Ahmet Uğurlu (Mahsun Süpertitiz) ve Tuncel Kurtiz (Reis) rollerinde muhteşemdir.

Film biter ve elbette sorulur: Sahi, hiç tabutta rövaşata yapılabilir mi?

27 Kasım 2009 Cuma

Hind Edebiyatı

Cemil MeriçYeni bir kategori (izdüşüm) açıyorum: "SAHAFİYE"!
Bu kategoride eski kitap, dergi, efemerik ıvır-zıvır vb. olacak.
Bu izdüşümün ilk girdisi Cemil Meriç'ten...

Dönem Yayınları'ndan 1964'te basılmış (ilk baskı) "Hind Edebiyatı" kitabı.
Başka baskı yapılıp yapılmadığını araştırmadım. O tarihteki fiyatı 7,5 Lira. Bir Internet sahafında şu an 25 TL'ye bulmak mümkün. Karton kapaklı, soluk yeşil-beyaz hakimiyetinde kapağı.
Kapak tasarımı Said Maden'e aitmiş.

Kitabın arka kapağında şöyle yazıyor (Dönemin yazım kuralları ile !) :
HİND EDEBİYATI konusu, yöntemi, derinliği ve çeşitliliği
ile dilimizde benzeri olmıyan bir kitaptır. Batıda da örneği
yok. Hiçbir edebiyat dilimizde böyle tanıtılmadı. Yazar,
yıllarca en güvenilir, yetkili kaynakları titizlikle taradı ve
sanat değeri büyük olan bu incelemeyi yarattı.
Bu eserde bütün Hind var... Şiiriyle, felsefesiyle, masalıyla ... beş bin yıldır ayakta duran Hind.
Bu kitap değer yargılarınızı değiştirecek, önünüzde yepyeni ufuklar açacak.

Şimdi de kitaptan bir alıntı yapalım (!) :
Kebir'in hayatı efsanelerle örülü. Brahmanlar bu yavuz Tanrı âşıkını doğru yoldan çıkarmak için bir yosma yollamışlar. Yosma niçin geldiğini unutmuş, dizlerine kapanmış Kebir'in, müridi olmuş.

Zordur Cemil Meriç. Zordur ve bir o kadar da derindir. Çilelidir. Okunmak gerekir!
Ruhu şad olsun!
Hind Edebiyatı - 1964 - Cemil Meriç

R. Lovelace - 2

To Althea, from Prison

When love with unconfined wings
Hovers within my gates,
And my divine Althea brings
To whisper at the grates;
When I lie tangled in her hair,
And fettered to her eye,
The birds that wanton in the air
Know no such liberty.

When flowing cups run swiftly round
With no allaying Thames,
Our careless heads with roses bound,
Our hearts with loyal flames;
When thirsty grief in wine we steep,
When healths and draughts go free,
Fishes that tipple in the deep
Know no such liberty.

When, like committed linnets, I
With shriller throat shall sing
The sweetness, mercy, majesty,
And glories of my King;
When I shall voice aloud how good

He is, how great should be,
Enlarged winds that curl the flood
Know no such liberty.

Stone walls do not a prison make,
Nor iron bars a cage;
Minds innocent and quiet take
That for an hermitage;
If I have freedom in my love,
And in my soul am free,
Angels alone, that soar above,
Enjoy such liberty.

Richard Lovelace - 1642
The Greatest Love Poems Of All Time No.: 1 !!!!
Richard Lovelace - Canlandırma!

25 Kasım 2009 Çarşamba

R. Lovelace

Richard LovelaceStone Walls Do Not A Prison Make

Stone walls do not a prison make,
Nor iron bars a cage;
Minds innocent and quiet take
That for an hermitage;
If I have freedom in my love,
And in my soul I am free,
Angels alone that soar above
Enjoy such liberty.
Richard Lovelace (1618 - 1657)
Yukarıdaki şiiri 1642'de yazılmış."To Althea, from Prison"´dan...

Alev Alatlı'nın "Valla, Kurda Yedirdin Beni" kitabının bendeki baskısında 408. sayfada bulunmakta Richard Lovelace'ın bu yüzyılları aşan şiiri. Yayıncının notuyla orijinali verilmiş. Kitaptaki çeviriyi kimin yaptığını bilmiyorum. Muhtemelen Alev Alatlı olsa gerek.
Türkçesi şöyle :
Ne Taş Duvarlar Bir Hapishane yapar

Ne taş duvarlar bir hapishane yapar,
Ne kol demirleri bir kafes;
Masum ve mülayimler
Hücre sanırlar onları;
Eğer sevgim özgürse,
Ve özgürsem gönlümde;
Bağımsızlığın böylesinin keyfini
Semalara yükselen melekler çıkarır, sadece.
Taş duvarlar...Kol demirleri...

"Yayılan kestane ağacının altında ben seni sattım,
sen de beni."



Big Brother içimizde !
George Orwell ((asıl adıyla Eric Arthur Blair)'ın 1947-1948 yılları arasında yazdığı anti-ütopik romanından Michael Radford tarafından uyarlanan 1984 yapımı Nineteen Eighty-Four / Bin Dokuz Yüz Seksen Dört tekrar tekrar izlemekten her karesi zihnime yerleşmiş filmlerdendir. Hemen George Orwell'ın kitabında öngördüğü 1984 yılının kitabını yazmayı bitirdiği 1948 yılının son iki rakamının tersi olduğunun notunu düşeyim burada !

"Bin Dokuz Yüz Seksen Dört" romanında gözü kulağı, her köşe bucağa ulaşan otorite tarafından izlenmeyi "Big Brother (is watching you!) / Büyük Birader (sizi gözetliyor !)" kavramıyla açıklayan George Orwell da İngiliz istihbaratı tarafından izlenmiş. İngiliz arşivleri, George Orwell’in İngiliz istihbaratının dikkatini ilk olarak 1929 yılında çektiğini belgeliyor. Belgelere göre, o sıralar Paris’te yaşamakta olan Orwell, sol eğilimli ‘İşçilerin Hayatı’ adlı bir yayından muhabirlik teklifi almış. 1942’de İngiliz yayın kuruluşu BBC’de Hintçe servisinde çalışan Orwell, İngiliz polisi Scotland Yard'ın yazdığı rapora göre sol görüşü ve bohem giyim tarzıyla koyu bir komünist olarak nitelendirilmiş ancak İngiliz yazarı yirmi yıl boyunca izleyen İngiliz iç istihbarat servisi MI-5, bu raporu çürüterek Orwell’ın komünizmden çok uzakta olduğunu ve güvenliğe bir tehdit oluşturmadığını belirtmiş. Sosyalist olmasına karşın hem "Animal Farm / Hayvan Çiftliği" hem de "Nineteen Eighty-Four / Bin Dokuz Yüz Seksen Dört" romanlarında Stalin rejimini kıyasıya eleştiren Orwell, Bin Dokuz Yüz Seksen Dört romanında sosyalizme ya da İngiliz İşçi Partisi'ne bir saldırı kastetmediğini fakat komünizm ve faşizmde kısmen gerçekleşmiş bozukluklara değindiği açıklamasında bulunmuş.
2+2=?
Üç süper devlete ayrılmış bir dünyada, “Big Brother / Büyük Birader”in yönetimindeki “Oceania / Okyanusya” isimli totaliter süper devlette yaşayan ana kahramanımız Winston Smith, işleyebileceği en büyük suçu işler; düşünür ! Oysa Okyanusya'da amaç özgür düşünceyi kaldırmak için her tarafa yerleştirilmiş ekranlar, mikrofonlar aracılığıyla halkı kontrol altında tutmaktır. İktidardaki parti Yenikonuş'la (Newspeak) dildeki sözcük sayısını azaltmakta ve düşünme sınırlarını giderek daraltmayı amaçlamaktadır. Düşünmek gereksizdir, sadece itaat etmek yeterlidir.
Ayrıca bkz.:"The Principles of Newspeak"

Düşünen Winston Smith önce evinde gözetlenmesi mümkün olmayan bir köşe bulmaya çalışır. Küçük hilelerle evdeki ekranın görüntü alanı dışında kalmak için çaba sarfeder; ardından sevgilisi Julia ile özgürce buluşabileceğini sandığı bir antikacı dükkanındaki odayı kiralamakla izlenmekten kaçmayı başardığını sanır.

Totaliter devletin en güçlü örgütü “Düşünce Polisi”´nin, elbette ulaşamadığı en küçük bir delik bile yoktur. "Büyük Birader"´e karşı bütün yurttaşların hayatı yakından denetlenmekte, kafasından şüpheli düşünceler geçirenler kolayca belirlenmekte ve kısa zamanda önce dönüştürülmekte sonra da yok edilmektedirler. Winston Smith de "Düşünce Polisi"´nin gazabından kurtulamayacak ve yakalanarak kendisini meşhur 101 No.'lu odada bulacaktır.4 ya da 5 ?Beyni yıkanan Winston Smith'in mutlak gerçeğin değiştirilemeyeceğine dair olan inancı, İç Parti yetkilisi O'Brien tarafından yerle bir edilir: İki kere iki dört değil, beş eder… Winston, dayanılmaz işkencelerden geçtikten sonra eninde sonunda bunu kabul edecektir: İki kere iki beş eder… 2 x 2´nin 5 olarak kabul edilmesi yetmez; özümsenmesi istenir. Daha doğrusu bazen 3 bazen 2, düzen ne isterse o, ki bazen hepsi birden eder 2 x 2 ! O'Brien "Big Brother / Büyük Birader"in amacını net bir biçimde Smith'e özetler: "İçindeki her şey ölmüş olacak. Sevgi, arkadaşlık kurabilme yeteneklerin, yaşama sevincin yitmiş olacak, gülmeyeceksin, merak duymayacaksın, cesaret gösteremeyeceksin, onur duymayacaksın. Bomboş olacaksın. Seni boşaltıp yerine kendimizi koyacağız."
Kestane Ağacı KahvesiOtoritenin elinde tuttuğu gücün şiddeti ve acımasızlığı insanın acıya olan dayanıksızlığıyla birleşince, iktidarın zaferi kaçınılmaz olur; "Yayılan kestane ağacının altında herkes birbirini satabilir !"
1984Bu arada Eurythmics'in aynı isimli albümü (dolayısıyla film müzikleri / soundtrack) her ne kadar yönetmen Michael Radford tarafından hayal kırıklığı olarak nitelendirilmişse de bence "Sexcrime (nineteen eighty-four)" ve "For the Love of Big Brother" şarkıları oldukça hoş tatlar bırakıyor.

24 Kasım 2009 Salı

Öğretmenler Günü

29 Ekim 1923'te Cumhuriyet'in kurulmasından sonra Mustafa Kemal Atatürk, toplumsal ve kültürel alanlarda çok sayıda yeniliği, devrimleri başlatmıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından, 1 Kasım 1928 tarihinde çıkarılan 1353 sayılı yasayla, Arap Alfabesi yerine Latin Alfabesi bazlı yeni Türk Alfabesi uygulamaya konulmuştur. Bu tarihten sonra yeni harflerin öğrenilmesi ve okur-yazar sayısının artırılması için büyük bir seferberlik başlatılmıştır.
24 Kasım 1928 tarihinde açılan, Millet Mektepleri'nde herkese yeni harflerle okuma yazma öğretilmiştir.

Millet Mektepleri'nin açılışı olan 24 Kasım günü, 1981 yılından beri "Öğretmenler Günü" olarak kutlanmaktadır.

Başöğretmen Atatürk
24.11.1928, Atatürk'ün "Başöğretmen" olarak kabul edildiği gündür aynı zamanda....

22 Kasım 2009 Pazar

Biri daha eksilmesin!

"Not One Less" 一个都不能少 / Yíge Dōu Bùnéng Shǎo isimli 1999 yılında yapılmış bir Çin filmi konumuz bu kez.NOT ONE LESS - KARE 6Kırsal kesimde olanaksızlıklar içinde bulunan bir yerleşimdeki okulda okuyan çocukların duygusal ama bir o kadar da gerçekçi öyküsü. Bu yönüyle film, ilk izlediğinde (2000 yılı) sevgili(m) kocamı etkilemiş. Askerliğini Doğu Anadolu'da yaptığı için benzer olanaksızlıkları 90'lardan biliyormuş... Ayrıca filmin büyük şehirde geçen kısmıysa, kendisine yükselecek Çin piyasaları hakkında o dönemde tiyo vermiş!NOT ONE LESS - KARE 5Neyse, filmdeki okulun tek öğretmeninin başka bir bölgede yaşayan annesi hasatalanınca, öğretmen görevini bırakmak zorunda kalır. Henüz onüçündeki bir kız öğrenciyi vekil öğretmen yapar annesinin yanına gitmeden. Diğer öğrenciler, hele içlerinden en haylaz olan birisi, bu pek genç öğretmeni kaale almazlar. Kırsal kesimdeki tarla işleri vb. de sık sık çocukların okula gelmemesine yol açmaktadır. Demin bahsettiğim haylaz öğrenci büyük kente çalışmak üzere gider. Tüm öğrencilerden sorumlu olan küçük öğretmenimizse, asıl öğretmen annesinin yanından dönünce kendisinden hesap soracağından, haylaz öğrenciyi bulmaya, peşinden büyük kente gider. Filmin en dokunaklı sahnelerinden birisi, TV ekranlarından ağlayarak öğrencisini arayışını bir üst boyuta taşımasıdır! Daha fazla "spoiler" girmemeye çalışarak biraz daha filmden bahsedeyim:NOT ONE LESS - KARE 4İki gün sonra 24 Kasım'da öğretmenler günü. Öğretmenliğin kutsallığı da dahil olmak üzere bu içten ve gerçekçi film izleyicide pek çok duygu uyandırıyor. İnsanlığı, samimiyeti, özgüveni, zorlukları ve hatta dayanışmayı, kimimizin yitirdiği, kimimizin de yitirmek üzere olduğu bir çok hasleti anımsatıyor.NOT ONE LESS - KARE 3Işık ve ışığın enerjik kullanımı, kırsalın "ıssız"´ını, büyük kentin kaotik yapısını aktarışı, yönetmen Zhang Yimou'nun deneyimsiz ve doğal, sadeliklerini, saflıklarını koruyan küçük oyuncularla çalışması, filmin gerçeklik algısını artırmakta. Yer yer, saf ve yalın gülmece filmin dokusuna ustaca katılmış. Gündelik yaşamın doğal akışı, büyük kentlere göçün olumsuz etkileri ustaca perde arkasından verilmekte. NOT ONE LESS - KARE 2Shi Xiangsheng'in 1997'de yazdığı yapıt olan "A Sun in the Sky" (天上有个太阳 / Tiān Shàng Yǒu Ge Tàiyáng)´dan uyarlanmış bir film "Not One Less". "Yüreğimden geçeni söylüyorum; filmim kırsaldaki öğretim şartlarının düzelmesine katkıda bulunacaksa çok mutlu olurum." demiş yönetmen Zhang Yimou.NOT ONE LESS - KARE 1Filmin adı "Biri daha eksilmesin!" diye çevrilmeli bence dilimize. Çünkü kastedilen bir öğrenciyi daha büyük kente çocuk işçi olarak kaptırmamak...

"Baba beni okula gönder!", "Kardelenler" gibi kampanyalar düşüyor usuma.NOT ONE LESS - DVD

20 Kasım 2009 Cuma

Kişisel Müzemden İzler

Doğduğumda Başbakan olan Süleyman Demirel, kızım doğduğunda Türkiye Cumhuriyeti'nin Cumhurbaşkanı idi.
Önce...
Aniden Fikret Kızılok'un Demirbaş şarkısı usuma düşüyor...
Sonra...

DEMİRBAŞ

Küçücük bir çocuktum
Sebebini bilmeden
Sokağa çıkamadık
İhtilal oldu sandık

Sonra biraz büyüdük
Alfabeyi bitirdik
Azı dişim çıkmıştı
Sünnet bile olmuştum

Süleyman hep başbakan
Başbakan hep Süleyman

Kennedy öldürülmüş
Migros açılmamıştı
Beatles ortada yokken
Ekonomi bomboktu

Zeki Müren ortada
Bülent Ersoy erkekti
Vietnam savaşını
Kendisiyle başlattı

Süleyman hep başbakan
Başbakan hep Süleyman

Sonra aya gidildi
Evelallah dönüldü
Suya yazı yazıldı
İçimiz rahatladı

Mao henüz ölmemiş
Ortaokul bitmemiş
Yahya işe başlarken
Bankalar hep bomboştu

Süleyman hep başbakan
Başbakan hep Süleyman


Bilgisayar bulunmuş
Deniz Gezmiş asılmış
Papa yine değişmiş
Mandela hapisteydi


Çevre kirlenmemişti
İbo evlenmemişti
Ajda boşanırken
Dolar yine çıkmıştı

Süleyman hep başbakan
Başbakan hep Süleyman

Kırat attan inerek
Kemerini sıkmıştı
Halk üstüne binince
Başımıza çökmüştü

Hak hukuk düzen vardı
Çüş demesi çok zordu
Ortaokul biterken
Yine ihtilal oldu

Süleyman hep başbakan
Başbakan hep Süleyman

Kenan sopalısıydı
Turgut boyalısıydı
Pek anlamazdı ama
Mesut hopalısıydı

Naim kaldırıyordu
Zalim bastırıyordu
Dün dündür bugün bugün
(diye) Gafil avlanıyordu

Süleyman hep başbakan
Başbakan hep Süleyman

Paşa resim yapardı
Sabancı'ya satardı
Netekim ben demezsek
Anasını satardı

Tonton dayanamadı
Hepimizi batırdı
Efelerin efesi
Muz ağacına tutundu

Ecevit hep umuttu
Erdal bizi uyuttu
Yaş günü pastamızı
Vestiyerde unuttu

Süleyman hep başbakan
Başbakan hep Süleyman

Arabamız evimiz
İki anahtarımız
Nasıl da inanmıştık
Verir diye babamız

Ne padişah ne sultan
Bi enişten bi ablan
Yanında bir de baban
Sefam olsun yaradan

Süleyman hep başbakan
Başbakan hep Süleyman


Şarkıcı: Fikret Kızılok
Albüm: Yadigâr (1995)
Şarkının adı: Demirbaş
Söz - Müzik: Fikret Kızılok

Fikret Kızılok

19 Kasım 2009 Perşembe

Paul Simon söylüyor: "Song About The Moon"

Ay Hırsızı



Ay arsızı
Ayrı birey
"Ay Hanım"
Ay Hırsızı
kitabını alır.
Kitap oyuncak tadındadır !

18 Kasım 2009 Çarşamba

Miles Davis ve Marcus Miller çalıyor: "Lost in Madrid"

Zaman zaman, tuhaf bir kurgunun içindeymişim izlenimine kapılıyorum.

16 Kasım 2009 Pazartesi

“Ro.Go.Pa.G.”

Bir Fransız (Jean-Luc Godard) ve üç İtalyan yönetmen (Roberto Rossellini, Pier Paolo Pasolini ve Ugo Gregoretti) biraraya gelmişler, senaryolarını da kendilerinin yazdıkları ilişkiler, davranışlar ve alışkanlıklar üzerine dört ayrı öyküden oluşan “Ro.Go.Pa.G.” filmini çekmişler. 1963 yapımı “Ro.Go.Pa.G.” adı, “RO” (Rossellini), “GO” (Godard), “PA” (Pasolini), “G” (Gregoretti)´den yani filmin dört yönetmeninin soyadlarının ilk hecelerinden oluşuyor. Pasolini'nin "La Ricotta / Teleme Peyniri" filmindeki bazı renkli sahneler hariç, siyah-beyaz bir film. Ro.Go.Pa.G. - 1962-1963 POSTERRoberto Rosselini'nin öyküsü "Illibatezza / Bekâret", güzel bir hostes ile onun güzelliğinden ve iffetinden etkilenen bir Amerikalı yolcunun öyküsü. Güzel hostes arkasında bıraktığı nişanlısına oldukça bağlı, hiç yüz vermiyor Amerikalıya. Amerikalının Rheingold Birası reklamları üzerinden evlenilecek ideal kadın tipine ulaşması kısımları eğlenceli ama dört film içinde en sıradan olanı bu film. Daha çok Alitalia reklam filmi havasında.

Jean-Luc Godard'ın "Il Nuovo Mondo / Yeni Dünya" öyküsü iki gün boyunca uykuda kalan ana kahramanın uyandıktan sonra okuduğu gazetede Paris'in 120.000 metre üzerinde gerçekleşen ve insanlar üzerinde etkisi olmayacağı belirtilen nükleer patlamanın ardından tüm kentin ve sevdiği kadının değiştiğine tanıklık etmesine yoğunlaşıyor. Patlamanın ardından etrafındaki herkes bir takım haplar almakta, mekanik bir şekilde robot gibi hareket etmekte, mantık dışı davranmaktadır. Değişikliklerin farkında olan ana kahramanın hap aldığını hiç görmüyoruz ama sürekli sigara içiyor. Pasolini Welles ile...Pier Paola Pasolini'nin "La Ricotta / Teleme Peyniri" öyküsünde yönetmen Orson Welles'in Roma'da İsa üzerine çektiği bir film setindeyiz. Film içinde filmde kamera çalıştığı andaki sahneler renkleniyor, film çekilmediği zamanlarda görüntüler siyah-beyaz oluyor. Hoş bir gerçeklik ve kurgu karşılaştırması olmuş bu durum. Pasolini ikiyüzlü egemen sınıfların yoksul halka karşı nasıl duyarsız olduğunu vurguluyor. Filmdeki hoş karelerden biri film setine gelen İtalyan gazetecinin kibirli yönetmen görünümündeki Orson Welles'e sorduğu sorunun yanıtında; "Büyük İtalyan yönetmen Fellini hakkında ne düşünüyorsunuz?". Welles yanıtlıyor; "Dansediyor... Dansediyor..." Bir başka hoş gönderme ise Orson Welles'in yönetmen koltuğunda otururken Pier Paola Pasoli'nin Mamma Roma filminin kitabını okuması.Ro.Go.Pa.G.Ugo Gregoretti'nin "Il Pollo Ruspante / Serbest Dolaşan Tavuklar" filmi tüketim çılgınlığına inanılmaz zariflikte bir eleştiri. Paralel iki farklı sahne üzerinde sürüyor film. Bir yanda ünlü bir profösörün üst sınıflara mensup izleyicilere halkın tüketim alışkanlıklarının nasıl arttırılabileceğini anlattığı konuşmasını izliyoruz, diğer yanda orta sınıftan iki çocuklu bir İtalyan ailesinde teşvik edilen tüketim çılgınlığının nasıl gerçekleştiğini görüyoruz. İtalyan ailesinin gittiği restoranda babanın oğluna serbest dolaşan köy tavukları ile çiftlikte salt kesilmek üzere yetiştirilen tavuklar arasındaki farkı anlattığı sahnenin hemen devamında masalarda yemek yiyen insanların bir an tavuklara dönüşmesi oldukça etkileyici.
Dört kısa filmden en çok Pier Paolo Pasolini'nin "La Ricotta" ile Ugo Gregoretti'nin "Il Pollo Ruspante" filmlerini beğendim. İlk kez bir filmini izlediğim Ugo Gregoretti'nin kalemi ve kamerası çok vurucu.

13 Kasım 2009 Cuma

Rolling Stones söylüyor: "Paint It Black"

Hem Cuma hem 13



Bugün hem Cuma hem ayın 13'ü ! Dolunaysız :-)
Bu yıl üçüncü kez karşılaştık;
Şubat 13 ve Mart 13 de Cuma günüydü.

12 Kasım 2009 Perşembe

Yeniden "Dead Man"

Dead Man ve yavru ceylanBazı filmler izlenmeyi bekler. İzlenme zamanları bir türlü gelmeyecekmiş gibi görünür ama sonunda izlenirler. Jim Jarmusch'un 1995 yapımı Dead Man filmi izlenmesi için zamanının gelmesi gereken filmlerdendi benim için. Bir "Amerikalı" olup da bu kadar "Amerikan karşıtı" filmler çekiyor olması ile Jim Jarmusch hayran olduğum yönetmenlerden biri. Dead Man filmini izledikten sonra arşivimizdeki Jim Jarmusch filmleri ansızın belleğime takılı kaldılar bir süre. Farkına vardığım nokta şu; arşivimizde yer alan bazı Jim Jarmusch filmlerini (Stranger Than Paradise, Permanent Vacation, Mystery Train, Down by Law, Night on Earth) bir çırpıda izleyip, kısa kısa izlenimlerle değinmişim Ay'da İzlenimler'de. Bazı Jarmusch filmlerini (Coffee and Cigarettes ve Broken Flowers) ise izleyip henüz günceme konuk etmemişim.
Bu kadar kişisel Jim Jarmusch filmleri bilgisinden sonra "Dead Man" filminde beni en çok etkileyenin ne olduğunu sorgulamak istiyorum. Bu kara gülmece filminde sanırım en çok Jim Jarmusch'un "Beyaz Adam"ın yaptıklarına (halt ettiklerine mi demek daha yerinde olur ?) gayet serinkanlı bir biçimde dokunduruyor olmasından keyif aldım. Kapitalist, acımasız "Beyaz Adam" gelir ve geldiği her yeri uygarlaştırır ! Gereksinim duymadığı halde öldürür. Tıpkı filmde korumasız yavru ceylanı vurduğu gibi. Amaç salt barbarlıktır. "Dead Man", "Beyaz Adam"ın barbarlığı ve Kızılderili inançları arasında sıkışıp kalmıştır. Şaman "Nobody"nin ne dediğini anlamadığını söyleyip dursa da "Dead Man" William Blake içsel yolculuğunda başarıya ulaşıyor ve bence ayırdına varıyor "Beyaz Adam"ın barbarlığının, acımasızlığının, içler acısı halinin.Dead Man ve yavru ceylan

11 Kasım 2009 Çarşamba

Çağrışımlar

Yaşasın Ölüm ! Sürrealist/gerçeküstücü İspanyol yönetmen Fernando Arrabal'ın 1971 yapımı Viva La Muerte / Long Live Death / Yaşasın Ölüm filmini yeniden anımsamam Jim Jarmusch'un 1995 yapımı Dead Man filminin isminin yaptığı çağrışımdan değil, uzun bir süredir başucu kitapları(m) olarak salt beklemede olan Alev Alatlı'nın "Or'da Kimse Var mı?" dörtlemesinin ilk kitabı Viva La Muerte'yi bu sabah okumaya başlamamdan da kaynaklanıyor. Dörtlemenin ilk kitabı olan Viva La Muerte'nin ilk basımı 1992 yılına ait. İkinci kitap "Nuke Türkiye" ve üçüncü kitap "Valla Kurda Yedirdin Beni" 1993 tarihli, son kitap "O.K. Musti Türkiye Tamamdır" ise 1994. Alatlı'nın "Türkiye bugün okumazsa, yarın mutlaka okuyacaktır" dediği dörtlemesi "Türk ruhunun 1970 - 1990 yılları arasındaki cenklerini (Sosyalizmle, Sosyal Demokrasiyle, Ülkücülükle, İslamiyetle, Kürtçülükle cenklerini)" anlatıyor.

Bir J.J. filmi!

Kemik Yazı
Nobody: "Did you kill the white man who killed you?"
William Blake: "I'm not dead. Am I ?"

Jim Jarmusch'un 1995 yapımı Dead Man filmi, 1800'lerin sonlarında geçer. Şiirsel bir yapıt bence. Yer yer ince bir kara gülmece havası sezilse bile, aslında tür olarak "dram" sıfatıyla nitelendirmek daha akılcı bu filmi! Ana karakterimiz ünlü İngiliz ressam, filozof ve şair William Blake ile aynı adı taşımakta. Ebeveynleri ölünce, cenaze işlemlerinden sonra cebinde kalan son parasıyla daha önce mektupla iş başvurusunda bulunduğu ve başvurusunun kabul edildiği ücra bir yerdeki madencilik şirketine doğru, muhasebeci olarak çalışmak üzere tren ile yola çıkar Cleveland'dan W.Blake... Yolculuk sırasında Vahşi Batı'dan izler görürüz. Leş gibi ve her tarafta görülebilen hayvan kemikleriyle dolu kasabaya ulaşır; şirketin "çatlak" patronunca işe alınmaz ve morali bozulunca son meteliğiyle bir barda içki içer. Bu esnada, kağıttan yaptığı çiçekleri satmaya çalışan bir kızın tacize uğradığını görür ve kıza yardım eder. Kızın evine giderler ve akabinde kızın eski nişanlısı onları basarak kızı öldürür, W.Blake'i yaralar; W.Blake de kızın eski nişanlısını, kızın silahı ile vurarak öldürür. Adamın benekli atı ve kızın silahıyla, yaralı olarak kasaba dışına kaçar. Sonrasında tuhaf bir Kızılderili onu bulur; kısmen tedavi eder vb.! Kızılderili'nin adı 'Nobody' yani Hiçkimse'dir! "Eski nişanlı" ise aslında madencilik şirketinin patronunun oğludur ve benekli atsa en sevdiği atıdır patronun. Adamın ofisindeki doldurulmuş ve ayağa dikilmiş pozisyondaki mağara ayısı ile kendi portresi dikkat çekici! Patron, birbirinden cani ve "tuhaf" üç katili W.Blake'i bulmaları için kiralar. Olaylar gelişir...
Bu kadar "spoiler" yeter. Gerisini merak edenler için filmi izlemelerini öneririm. Filmin müzikleri (müziği / değişen tınılarla bir tek müzik) Neil Young'ın. Sinir bozucu bir müzik. Ruhu okşadığı yok. Yer yer gerilim yaratmakta. Filme uygun olmuş ancak. Zira N.Young, müziğini filmi kare kare izleyerek oluşturmuş/bestelemiş. Film ile birlikte kabullenilebilir bir müzik; tek başına dinlenirse bir anlam ifade edeceğinden kuşkuluyum.
Jim Jarmusch _ Dead Man - 1995"You're a dead man William Blake!" vurucu bir tümce filmden; çokça mevcut böylesi vurucu tümceler. Bir yolculuk, kabullenme ve iç yolculuk öyküsü filmi! Siyah-beyaz çekilmesi şiirselliğini artırmış ve yer yer ışık parlamaları ve eskitilmiş izlenimi veren fakat rahatsız edici olmayan, o dönem ve mekanda sizi "bulundurup" fazla da yabancılaştırmayan bir yapıt Dead Man. Sizi oralarda ve o zamanda "bulunduruyor" fakat her nasılsa bunu yaparken zaman duygusundan arıtılmış, adeta "geniş zaman" kipi üzerinde akıyor film. "Psychedelic" formlar algılanabilmekte... İlgisiz olabilir ama Ahmet Hamdi Tanpınar'ın "Huzur" romanındaki "melâl" duyumsanabiliyor bu filmde! Neye hüzünlendiğimizi anlamakta veya tanımlamakta bazen güçlük çekebiliyoruz. Vahşi Batı'da geçtiği için bir "Western" filmi sanılmamalı. Elbette klasik Western ile ilintili sayılan bir çok sahne bulunabilir filmde. Oysa bağımsız yönetmen J.Jarmusch'un özgün anlatımıyla film, Western'den ziyade, kara mizahı (kara gülmece demeyi yeğlerim) da içinde barındıran psikolojik ve sorgulayıcı bir yolculuk draması kanımca. "Yaşam" ve "Ölüm" kavramlarını sorgulayıcı... Johnny Depp, Iggy Pop hatta Robert Mitchum hayranları da bu filmi izlemeli.
Ayrıca baknız: Yeniden "Dead Man"

10 Kasım 2009 Salı

10 Kasım

GAZİ MUSTAFA KEMAL ATATÜRK 1881- ...
ATA´NIN ÖLÜMÜNÜN ERTESİ GÜNÜ CUMHURİYET GAZETESİ.

9 Kasım 2009 Pazartesi

DUVAR

Duvar
Berlin Duvarı'nın olduğu günler, günümüzden daha mı iyiydi acaba? Yoksa bizler mi yaşlanıyoruz?

1961 - 1989
Yirmi yıl geçti aradan
Berlin Duvarı yıkıldığından
Kızımın çalışma masasında duran
Bir anı kaldı artık bize ondan


Yukarıdaki şiirimsi saçmalama sevgili(m) kocama aittir !

Duvar, Brandenburg Kapısı, Berlin'in simgesi ayı, Doğu Alman Parası

Telkarî...

Kelebeklerden bir kelebektir o... Zar inceliğinde bir kuş tüyünün üstünde!

6 Kasım 2009 Cuma

Pablo Neruda'nın Postacısı

"Yalnızca ateşli bir sabır ulaştırır bizi
muhteşem bir mutluluğun kapısına."

Pablo Neruda
Çeviren: İsmail Aksoy
Pablo Neruda, Arthur Rimbaud’nun “A’laurore, armes d’une ardente patience nous entrerons aux splendid villes. / Gün ağarırken, ateşli bir sabırla donanmış olarak gireceğiz o muhteşem kentlere.” dizesinden esinlenerek yukarıdaki dizeleri yazmış.
Ardiente PacienciaArdiente Paciencia / Ateşli Sabır, Pinochet'nin başa gelmesinden sonra uzun yıllar ülkesi Şili'ye giremeyen, sürgündeki yazar Antonio Skármeta'nın Şair Pablo Neruda ile mektuplarını taşıyan Mario Jimenez'in dostluklarını anlattığı oyunu ve romanının ismi. Antonio Skármeta 1983 yılında yine Ardiente Paciencia / Ateşli Sabır ismiyle kitabını filme de almıştır. Hafızam beni yanıltmıyorsa seneler önce üniversitedeyken Ateşli Sabır filmini sinemada izlemiştim. Buruk bir tat bıraktığını anımsıyorum filmin. Ateşli Sabır'dan esinlenilerek, 1950'li yılların İtalya'sına uyarlanan Michael Radford'un yönetmenliğindeki 1994 yapımı Il Postino / The Postman / Postacı filminde de, o yıllarda bir süreliğine İtalya'da bir adada yaşamaya gelen Şilili Şair Pablo Neruda ile mektuplarını taşıyan postacı Mario'nun dostluğunu anlatıyor. Orjinal kitap ve film ile yeniden uyarlanarak çekilen filmde farklar var elbette. Antonio Skármeta'nın Ateşli Sabır romanında ve bu romandan uyarlanan 1983 yapımı Şili filminde olaylar 1970'lerde Şili'de Isla Negra / Kara Ada adında küçük bir kasabada geçmektedir. Isla Negra Şili'de Santiago'ya bir saat uzaklıkta, Pablo Neruda'nın evlerinden birinin ve bu evin bahçesinde mezarının da bulunduğu bir kıyı kasabası. Pablo Neruda Isla Negra'daki evini o kadar çok severmiş ki öldükten sonra da evinin bahçesine gömülmek istemiş.Il Postino1994 yapımı filmde ise olaylar 1950'li yılların sessiz sakin bir İtalyan adasına kurgulanmış. Gerçekten de Pablo Neruda 1952 yılında İtalya'nın Capri adasında İtalyan tarihçi Edwin Cerio'nun villasında bir süre yaşamış. Neruda'nın Capri Adası'ndaki kalışı Il Postino filmine esin kaynağı olmuş. Filmin çekimleri Sicilya'da Salina adasında gerçekleştirilmiş. Ateşli Sabır'daki postacı Mario Jimenez 17 yaşında bir gençken, 1994 yapımı filmde Massimo Troisi'nin canlandırdığı Mario Ruoppolo 35-40 yaşları arasında bir adam. Filmin aynı zamanda senartistlerinden biri olan Massimo Troisi bu filmin çekimlerini tamamlayabilmek için sağlık sorunlarını gözardı ederek çok önemli bir kalp ameliyatını ertelemiş, ancak film tamamlanır tamamlanmaz bir kalp krizi geçirerek hayata veda etmiş. Film Massimo Troisi'ye ithaf edilmiştir.
Mario ve NerudaFilmde deniz kıyısında, Mario ve Pablo Neruda arasında metaforlar üzerine geçen diyalog hep çok hoşuma gitmiştir;
"Mario: Metafor. Nedir o?
Pablo Neruda: Metafor mu? Metafor...
Nasıl anlatsam? Konuşurken bir şeyi diğerinin yerine kullanmak.
Mario: Bu sizin... şiirlerinizde kullandığınız bir şey mi?
Pablo Neruda: Evet, aynı zamanda öyle.
Mario: Örneğin?
Pablo Neruda: Örneğin..."Gökler ağlıyor." dediğinde ne kast ediyorsun?
Mario: "Yağmur yağıyor."
Pablo Neruda: Evet, çok iyi. Bu bir metafor.
Mario: Kolaymış öyleyse! Neden bu kadar karışık bir ismi var? "

Şiir yazanın değil ihtiyacı olanındır !

5 Kasım 2009 Perşembe

R R T F O N

V for Vendetta
"Remember remember
The fifth of November!
Gunpowder treason and plot.
I see no reason
Why gunpowder treason
Should ever be forgot!"


Guy Fawkes, 5 Kasım 1605'te sisteme tepki olarak İngiltere Parlementosu'nu havaya uçurmaya girişmiş, Kralı ve aristokratları hedef alan bu girişimi başarıya ulaşmamış ve yakalanarak cezalandırılmış. 5 Kasım tarihini demokrasileri açısından önemli bir gün olarak kabul eden İngilizler Guy Fawkes - Bonfire Night / Guy Fawkes Şenlik Gecesi'nde ateşler yakarak, fişekler patlatarak ve Guy Fawkes maskeleri takarak kutlama yapmaya başlamışlar. Guy Fawkes'u anma kutlamaları siyasi anlamından çok eğlenceye dönüşmüş olsa da Guy Fawkes halen oldukça önemli bir simge.

Guy Fawkes V for Vendetta filmine de esin kaynağı olmuş. V for Vendetta, Alan Moore tarafından yazılan David Lloyd tarafından çizilen bir çizgi roman. Larry ve Andy Wachowski kardeşler tarafından 2005 yılında sinemaya uyarlanan filmin yönetmenliğini James McTeigue gerçekleştirmiş. Filmde sadece "V" olarak bilinen kahramanımız Guy Fawkes'a benzeyen bir maske kullanmakta. Film geleceğin İngiltere'sinde faşist, baskıcı bir rejime karşı bireysel başkaldırının nasıl toplumsal bir harekete dönüştüğünü aktarır izleyicilere.

"Unutma ve hatırla, 5 Kasım'ı hatırla
Barut ihanetini ve komplosunu
Hiç bir neden bilmiyoruz ki gerektirsin
Barut komplosunun unutulmasını !"



Başucu filmlerimden biri olan, defalarce izlediğim V for Vendetta için ayrıca bakınız;
5 Kasım'ı Unutma ve Hatırla
V for Vendetta filminde gibiyim !

3 Kasım 2009 Salı

"Anneler ve Oğulları"

Yönetmenlerinin İtalyan olmasından başka ortak bir noktaları yok ama her ikisi de anne-oğul ilişkisine dayandığından aynı gün ``AY'dan İzlenimler´´'e konuk oluyor Mamma Roma ve La Luna filmleri.Mamma Roma ve EttorePier Paolo Pasolini'nin 1962 yapımı siyah beyaz Mamma Roma filmde kendi çevresinde saygın sayılabilecek geçkince bir fahişenin ismi. Oğlu için herşeyi yapmaya hazır Mamma Roma. Oğluyla birlikte Roma'da yeni bir hayata başlamak isteyen Mamma Roma geçmişini geride bırakmaya çabalamasına çabalıyor ama eski pezevengi bir türlü yakasını bırakmayınca ve oğlu Ettore annesinin bir fahişe olduğunu öğrenince olanlar oluyor.
Konu bir dönemin dramatik Türk filmleri gibi, bize çok yabancı değil. Pasolini'nin farklılığı diyaloglarda. Filmin başındaki düğün sahnesinden başlayarak faşist İtalya, Mussolini yerden yere vuruluyor. Mamma Roma (Anna Magnani bu rolde) eski sevgilisi ve pezevengi Carmine'nin düğün yemeğine insanlar gibi giydirilmiş üç domuzla katılıyor. Carmine'ye resmen domuzsun diyor; "pisliğin tekisin ama yine de şirin ! " (domuzları (!) ne kadar şirin buluyorsanız artık.). Fahişe Mamma Roma, pezevenk Carmine ve yeni gelin Clementina geçmiş öykülerini tıpkı "aşık" atışması gibi melodilerle aktarıyorlar. Film oldukça iğneleyici bu düğün yemeği sahnesiyle başlıyor. Elbette film akarken her zaman sığınılan kilise de Pasolini'nin hışmından nasibini alıyor. Oğlunun daha iyi bir hayatı olsun diye her türlü fedakarlığa katlanan Mamma Roma oğlunu kaybedince hüzün ve öfke dolu gözlerle pencereden Roma'ya bakıyor. Kilisenin parıldayan kubbesiyle sanki Pasolini "Roma'da yeni bir şey yok!" der gibi. Hayat maalesef bazı kesimler için geldiği gibi gidiyor, bitiyor.

Caterina ve Joe1979 yapımı La Luna / Ay filminde opera sanatçısı anne Caterina (Jill Clayburgh canlandırıyor) ile ergenlik çağındaki oğlu Joe'nun öyküsünü aktarır Bernardo Bertolucci. Eşinin ani ölümünün ardından Amerika'dan ayrılarak oğluyla birlikte İtalya'ya dönen Caterina opera kariyerine devam ederken, oğlu hem taşındıkları bu yeni ülkede içine düştüğü yalnızlıktan hem de edindiği İtalyan arkadaşlarının etkisiyle zararlı alışkanlıklar ediniyor. Anne oğlunun eroin bağımlısı olduğunu keşfedince ilişkilerinin boyutu değişiyor ve aralarında enseste doğru bir tensel yakınlık oluşuyor. Ön planda ana öykü bu ama diğer yandan aslında Joe'nun babasının bir İtalyan olduğunu, seneler önce annesine düşkün olan bu adamı Caterina'nın terk ettiğini öğreniyoruz. Joe gerçeği öğrenip, babasını görmeye gittiğinde yaşananlar ve filmin sonlarında üçlü arasındaki gelişmeler de çok etkileyici. Seneler önce sinemada izlediğim La Luna filmini yakın zamanda tekrar DVD'den izlediğimde beni yine rahatsız ettiğini hissettim.
İki farklı anne, iki farklı oğul... Her iki yönetmenin de toplumun değerleri üzerine ne kadar ileri gidilebileceği konusunda arşivimizden iki ayrı kayda değer film.