31 Aralık 2013 Salı

Sevmediğim ikibinonüç sonlanırken...
bir şekilde devam ediyor hayat !

.

25 Aralık 2013 Çarşamba

Smukke mennesker

Danimarkalı yönetmen Mikkel Munch-Fals’un yazıp yönettiği ilk uzun metrajlı çalışması olan 2010 yapımı Smukke mennesker / Nothing’s All Bad / Hiçbir Şey Tam Olarak Kötü Değildir filmini çok fazla beklentim olmadan izlemeye başlayıp, ters köşeye düşünce gülümsemeden duramadım ve son iki haftadır birbiri ardına ters köşeye düşüren filmler izleyip durduğumdan hemen “Ters Köşeye Düşüren Filmler” kategorisi oluşturdum. “Smukke mennesker” sözcüğünün Türkçe’deki tam karşılığı “Güzel İnsanlar”. Film uluslararası olarak “Nothing’s All Bad” adıyla tanındığından Türkçemize de bunun üzerinden çevrilmiş. Bir anne - kız ile bir baba - oğulun birbirleriyle keşisen hayatlarını anlatıyor Munch-Fals. Eşi öldükten sonra yalnız kalan yaşlı kadın, o kadının tek göğsü alındığından kimsenin kendisiyle birlikte olacağını düşünmeyen ve bu yüzden bunalıma giren kızı, cinsel güdülerinin sapıklığa varan boyutlara erişmesiyle psikolojik tedavi gören bir adam ve o adamın kadın-erken-genç-yaşlı ayırt etmeksizin para karşılığı insanlarla seks için birlikte olan oğlu önce ayrı ayrı birbirleriyle kesişiyorlar ve bir Noel akşamı yemeğinde de kaderin garip bir oyunuyla bir araya geliveriyorlar.

Kendimi zorlayarak daha fazla filmin içeriğinden bahsetmeyeceğim. Her zaman Dünya’nın iki eksen üzerinde döndüğüne inanmışımdır. Bu eksenlerden birisi din, diğeriyse seks. Smukke mennesker / Nothing’s All Bad / Hiçbir Şey Tam Olarak Kötü Değildir filminin, seks üzerinden tüm derdini çok yalın bir dille anlattığını söyleyebilirim. İnsanların giderek yalnızlaştığı bir ortamda, işin içine cinsel dürtüler girince maskelerin daha bir kolaylıkla takıldığını ve hesaplaşma gereken durumlarda dahi herkesin en kolayını seçerek kaçtığını, maalesef yozlaşmanın her bir tarafı sardığını çok güzel doğrulayan bir film olmuş Smukke mennesker / Nothing’s All Bad / Hiçbir Şey Tam Olarak Kötü Değildir.

20 Aralık 2013 Cuma

Week End \ Le weekend \ Week-End

Sinema tarihinin en özgün yönetmenlerinden biri olan Jean-Luc Godard (JLG)’un yazıp, yönettiği, 1967 yapımı “evrende başıboş dolanan” Week End / Weekend / Haftasonu filmi, aynı yıl çektiği La Chinoise / Çinli Kız filmiyle beraber politik filmlerinin ilklerindendir. Jean-Luc Godard’ın IMDb’deki film listesine göre, Week End / Weekend / Haftasonu filmi sıralamada La Chinoise / Çinli Kız filminden sonra görünüyor fakat gösterim tarihine göre Week End / Weekend / Haftasonu önceliği çekiyor.
Godard’ın Film socialisme / Sosyalizm filmiyle ilgili izlenimlerimde “Filmlerini izlemek zor Godard'ın lakin tarzını seviyorum. Sosyalizm filmini izledikten sonra iki kez vurgulayarak yineliyorum; filmlerini izlemek hakikaten zor Godard’ın lakin tarzını sevmekten hiç vazgeçmeyeceğim ! " diye söylemişim. Week End / Weekend / Haftasonu filmiyle de bu durumu üç kez vurgulayarak anladığımı söylemek istiyorum ! :)
Fransız burjuvasına doğrudan bir saldırı Week End / Weekend / Haftasonu, Godard’ın sivri diliyle bezeli müthiş bir yol filmi… İzleyince, 1967’den günümüze dek pek bir değişiklik olmadığını da gayet açık algılıyorsunuz. Bütün hafta muhtemelen sevmediğin, istemediğin işinde çalış, haftasonu gelince uzaklaşmak için yollara düş ve trafik teröründen nasibini al!
Akıllara zarar Week End / Weekend / Haftasonu filminde bazen salt adlarıyla da olsa pek çok filme gönderme yapmış jean-Luc Godard. Benim ayırt edebildiğim filmleri hemen sıralıyorum. Luis Buñuel’in gerçeküstücülüğün doruklarındaki El Ángel exterminador / Yokedici Melek , François Truffaut'un pek sevdiğim Jules et Jim / Jules ve Jim, Sergei M. Eisenstein’in başyapıtı Bronenosets Potemkin / Battleship Potemkin / Potemkin Zırhlısı ve Mauritz Stiller’in 1924 yapımı Gösta Berling saga / Gösta Berling Destanı filmleri.

18 Aralık 2013 Çarşamba

Un borghese piccolo piccolo

Un borghese piccolo piccolo / An Average Little Man / Küçük Burjuva Bir Adam filmi, yönetmen Mario Monicelli ile ilk tanışmam. 1977 yapımı film, geçtiğimiz hafta izlediğim La migliore offerta ve Kuma filminden sonra beni şaşırtan üçüncü film oluyor. Başlangıçta komediymiş gibi başlayıp, dönüm noktası olan beklenmedik andan itibaren tamamen farklı bir noktaya giden, trajediye dönüşen hüzünlü bir film Un borghese piccolo piccolo.
İzlerken filmdeki İtalyan ailenin ne kadar da Türk ailelerine benzediğini düşünüp durdum. Anne ve babanın, okulunu bitiren bir tanecik oğullarını memur olarak yerleştirebilmek için gösterdikleri çabayı, annenin oğluna öğütlerini, yedikleri ve giysileriyle tek tek ilgilenişini, babanın oğlunu bir yere yerleştirebilmek için mason çevrelerine katılışını, oğlunu memur alma sınavına bizzat götürüşünü izlerken hepsi için kalbim sıkışarak ayrı ayrı hüzünlendim. Korunaklı çocuklar yetiştirme konusunda İtalyanlar bizimle yarış ediyorlar diyebilirim.

Son sözüm yönetmen Mario Monicelli ile ilgili olacak. 95 yıllık hayatına 69 film sığdıran Monicelli kendisine kanser teşhisi konulduğunda hayatını kendi isteğiyle sonlandırmayı tercih etmiş. Sinema tarihine birbirinden ilginç filmler bırakan Monicelli'nin neredeyse son nefesine dek sinemadan kopamadığını son kısa filminin ölümünden 5 ay önce gösterime girmiş olmasından anlayabiliyoruz.

17 Aralık 2013 Salı

Bu gece AY dolunay !


2013'ün son Dolunay'lı gecesinde Haydar Ergülen'in dediği gibi:
"Ayın altında daha karanlıktır bazı anılar..."

12 Aralık 2013 Perşembe

Şimdiki Zaman

Tezer Özlü’nün Çocukluğun Soğuk Geceleri kitabı başucu kitaplarımdan biridir. Belmin Söylemez’in 2012 yapımı ilk uzun metrajlı çalışması olan Şimdiki Zaman / Present Tense filmini izlerken, muhtemelen ana kahraman Mina’nın hayalinden dolayı aklıma sürekli Çocukluğun Soğuk Geceleri’nden şu cümleler takılıp durdu: “…evlerin pencere camları buharlaşmışsa... odaların içine asılmış çamaşır görürsem... bulutlar ıslak kiremitlere yakınsa, yağmur çiseliyorsa, radyolardan naklen futbol maçları yayımlanıyorsa, tartışan insanların sesleri sokaklara dek yansıyorsa, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek......... isterim hep.”
Tek başına ayaklarının üzerinde durmaya çalışan, hayli kırılgan genç bir kadın Mina. Hayallerini, herşeyi geride bırakıp, Amerika’ya gidip kurtulmak süslüyor ama bir yandan da "gitmek mi zor, kalmak mı zor?" sorunsalının içinde debelenip duruyor. İşsiz, parasız ortalarda dolanırken bir gün falcı arayan bir kafeye girmesiyle hayatı değişiyor. Kahve fincanının içindeki telvelerde müşterilerinin beklentilerini tahmin etmeye, oluşan şekilleri tutarlı şeylere benzetmeye çalışırken aslında kendi deneyimlerini aktardığını, kendine bir çıkış yolu bulmaya çalıştığını gözlemliyoruz.

"Fala inanma, falsız da kalma” derler, ne güzel söylemişler… Elbette beklentilerimi kahve fincanının içinde bulmaya çalışmıyorum, kahve falına da inanmıyorum ama bu fikirden yola çıkarak çok samimi bir film yapmış oldukları için yazarları ve yönetmeni içtenlikle kutluyorum. Filmin adının Şimdiki Zaman olması ama filmdeki her karakterin geleceğe dönük beklentileri üzerine filmin oluşması çok hoş bir tezat olmuş. Bu arada hemen belirteyim, kesinlikle kadınların kadınları anlattığı filmler daha duyarlı oluyor.
Şimdiki Zaman / Present Tense filmi, içinden geçen Türk Sineması'nın klasiklerinden biri olan Türkan Şoray ve Cüneyt Arkın'lı "Arım Balım Peteğim" filmiyle "İçinden Filmler Geçen Filmler" kategorime yerleşiyor. Yönetmen Belmin Söylemez'in şuradaki röportajdan okuduğum üzere, Yeşilcam'a bir saygı duruşu niteliğinde göndermesi olmuş kendi filmindeki karakterlere bu filmi seyrederken konuşturdukları...
Son bir nokta bir anda çoğalan kafelerdeki kahve falcılarıyla ilgili olacak. Bilirsiniz eskiden kahve falına hanımların günlerinde kahve telvelerini en iyi anlamlandıran eş-dost-ahbaplar "parasız" bakardı. Halen elbette gün geleneğini sürdüren çevrelerde bu durum sürüyordur ama bir de bu işin cidden ticari yönü oluşmaya başladı. Dertleşeceğimiz eş-dost-ahbaplar azalırken, para vererek kahve falı baktırdığımız kafelerdeki falcılar çoğalmaya başladı. Psikoloğa gidip para vermektense kahve falcısına gidip geleceğimizi görmeye, beklentilerimizi doğrulatmaya daha mı çok alışır olduk nedir?

11 Aralık 2013 Çarşamba

Kuma

Umut Dağ’ın 2012 yapımı Kuma filmi bir düğün sahnesiyle açılıyor. Güzel genç bir gelin ve yakışıklı bir damat var ama kimse mutlu görünmüyor. Özellikle damadın kızkardeşleri çok ters davranıyorlar geline… Düğün bitiyor, gelin, damat ve damadın ailesi Viyana’ya dönüyorlar. Dönüşte anlaşılıyor ki köyden getirilen yeni gelin evin oğluyla salt memleketten Viyana’ya sorunsuz getirtilebilmesi için göstermelik evlendirilmiş. Aslında evin babası için bizzat kemoterapi gören kendi karısı tarafından ileride kocasına eş, geride kalan çocuklarına bakıcı olması için kuma olarak seçilmiş bir kurban.
Umut Dağ, Viyana’daki Film Akademisi’nde derslere devam ederken, yönetmenlik alanında eğitim veren Michael Haneke’nin de öğrencisi olmuş. Haneke’nin filmlerinin yapımcısı olan Wega Film, Kuma filminin de yapımcıları arasında yer almış. Film boyunca Haneke izleri hakikaten hissediliyor… Farklı bir kuma filmi Umut Dağ’ın filmi.. Bir kadının kendi elleriyle kocasına kuma sunması ise alabildiğine hüzünlü ve boğucu… Filmdeki sürprizlerden söz etmeyeceğim ama rahatlıkla söyleyebilirim ki, Giuseppe Tornatore’nin La migliore offerta / The Best Offer / En İyi Teklif filminin ardından başka bir ters köşeye düşüren film oldu Kuma filmi.

Kar güzeldir !



"...
kar altında bir sabah
gül ve rüzgardır yağan şimdi."
...
Refik Durbaş

10 Aralık 2013 Salı

La migliore offerta

İtalyan yönetmen Giuseppe Tornatore’nin sadece adı İtalyanca olup, İngilizce çektiği ilk film olarak sinema tarihinde haklı yerini almış olan 2013 yapımı La migliore offerta / The Best Offer / En İyi Teklif filmi herşeyden önce izleyiciyi ters köşeye düşüren bir film olarak belleklere kazınıyor.
Haftasonunda izlediğimiz filmin sonundan hiç ama hiç hoşnut olmadı kızım ve Geoffrey Rush’ın canlandırdığı Virgil Oldman karakteri için hayli üzüldü diyerek fazla “spoiler” vermemek için filmden çok filmin öyküsünden, filmin içeriğinde yer alan mekanlardan, müziklerinden bahsetmek istiyorum `”Aydan İzlenimler”´in takipçilerine.
Giuseppe Tornatore denilince elbette ilk akla gelen Nuovo Cinema Paradiso / Cinema Paradiso / Cennet Sineması filmidir ama şimdi La migliore offerta / The Best Offer / En İyi Teklif filmini izleyince rahatlıkla Tornatore’nin bu filmiyle de özdeşleştiğini söyleyebilirim.
Temmuz 2013’te Avustralya’nın Radyo/TV kanalı SBS’de yapılan röportajda Giuseppe Tornatore, Virgil Oldman rolünü Geoffrey Rush’ı düşünerek yazdığını belirtmiş. Senaryoyu bitirip Geoffrey Rush’ın ajansına gönderdiğinde 5 gün sonra Rush’tan “senaryoyu okudum, filmi yapmak istiyorum” sözünü duymak sanırım Tornatore için ilk keyif verici başarı olmalı. Geoffrey Rush için Marlon Brando ve Marcello Mastroianni’nin bir sentezi tanımlamasını kullanmış Tornatore ve Geoffrey Rush’ın senaryo üzerinde tek tek soru sorarak günler boyunca çalıştığını belirtmiş. Yani, filmde canlandırdığı tuhaf, obsesif müzayedeci (açık artırmacı / mezatçı) Virgil Oldman karakteri gibi Geoffrey Rush da rolünü oluştururken hayli obsesifmiş. Belki de bu obsesif tutum sinema tarihinin en ilginç karakterlerinden birini oluşturmasını sağlamış Geoffrey Rush’a… Filmin çekimleri Viyana, Roma, Parma, Trieste, Milano ve Prag gibi Avrupa'nın bir çok kentinde tamamlanmış. Öyle hoş çekimler yapılmış ki çoğu zaman ilgili şehrin o şehir olduğunu uzun bir süre algılayamıyorsunuz.
Giuseppe Tornatore’nin 20 yıl önce yazmış olduğu agorafobi üzerine küçük bir öyküsü varmış. Daha sonra bir müzayedeci üzerine bir öykü oluşturmuş. Nesnelere değer biçen ancak onlara eldivensiz dokunamayan, orjinal ile sahteyi bir bakışta anlayabilen ama kadınlara sadece tablodayken bakabilen ve tüm hayatını orjinal kadın portreleri biriktirerek bunları yüksek tavanlı gizli odasında seyreden tuhaf müzayedeci ile agorafobi öyküsündeki yıllardan beri insan içine çıkamayan genç güzel kadını bir araya getirip La migliore offerta filminin senaryosunu kotarmış.

Virgil Oldman’ın gözlerini kör eden aşk için müzayedelerde ortak çalıştığı, kendisi için en iyi teklifi tam zamanında yapıp değeri çok yüksek kadın portlerini yok pahasına ele geçirmesini sağlayan kadim dostunun şu sözlerinde aslında hayatın tüm özeti veriliyor diyebilirim: “Herşey taklit edilebilir / herşeyin sahtesi yapılabilinir, eğlence, acı, nefret, hastalık, iyileşme ve hatta aşk bile!”
Filmin uluslararası mekanları birbirinden güzel. Agorafobik güzeller güzeli Claire’in (Silvia Hoeks) yaşadığı ve harika bir kurguyla şehrin merkezindeymiş gibi görünen muhteşem villa, Trieste yakınlarındaki Gorizzo kasabasında yer alan Villa Maniardis imiş.
Virgil Oldman’ın tüm hayatını adadığı tablolar ile ilgili detaylara IMDb’den ulaşabilirsiniz.

Son notum filmin muhteşem müzikleriyle ilgili. Giuseppe Tornatore, bu filmde de senelerdir işbirlikteliği yaptığı ve şu sıralarda da hayatını-çalışmalarını Lo sguardo della musica adlı bir belgesele dönüştürerek ölümsüzleştireceği Ennio Morricone ile beraber çalışmış.

6 Aralık 2013 Cuma

Himalaya - l'enfance d'un chef

1973’te Nepal’e gidip Nepali (Nepalce) öğrenen Fransız fotoğrafçı Éric Valli, Dünya'nın diğer ucu olan güzelim Nepal'i sadece fotoğraflarıyla değil, çektiği filmlerle de ölümsüzleştirmiş. Éric Valli’nin 1999 yapımı Himalaya - l'enfance d'un chef / Himalaya – Bir Şefin Çocukluğu filmi tek kelimeyle rüya filmlerden biri. Nepal’in yükseklerdeki dağlık Dolpo bölgesinde 9 ayı aşkın bir sürede, hakikaten çoğu zaman sadece yürüyerek ulaşılan ve filmde izlediğimiz üzere kervanlarla Tibet sığırlarının (Yak) götürüldüğü o amansız yollardan, zorlu hava koşullarında geçilerek büyük bir emekle kotarılmış bir film Himalaya.

Éric Valli’nin tüm fotoğraflarına ve diğer filmlerine ulaşmak için lütfen tıklayınız: “Éric Valli”

4 Aralık 2013 Çarşamba

Katmandú, un espejo en el cielo

"Avucum toprak dolu.
Aynam gökyüzünde."
Birbirinden ilginç filmlere imza atan İspanyol oyuncu-senarist-yönetmen Icíar Bollaín ile tanışmam 2011 yapımı son filmi Katmandú, un espejo en el cielo / Kathmandu Lullaby/ Gökyüzünde Bir Ayna ile oluyor. "Kaz Dağları Perisi" arkadaşımın aktardığı “Nepal” izlenimlerini anımsayarak izlerken Katmandú, un espejo en el cielo filmini, sürekli düşünüp durdum “peki, benim aynam (yani yerim) nerede?” diye…

Katmandú, un espejo en el cielo / Kathmandu Lullaby/ Gökyüzünde Bir Ayna filmi Victòria Subirana'nın biyografik romanından uyarlanmış, Icíar Bollaín senaryoyu Paul Laverty ile beraber kotarmış. (Paul Laverty’yi Ken Loach filmlerinden hemen anımsayabilirsiniz. "Ay'dan izlenimler"´e daha önce konuk olan Paul Laverty'nin senaryosunu yazdığı Ken Loach filmleri için başlıklara tıklayabilirsiniz: Ae Fond Kiss / Duygu Dolu Öpücük, It's a Free World... / İşte Özgür Dünya..., Bread and Roses / Ekmek ve Gül)
1990’ların başında Katmandu’da geçen Katmandú, un espejo en el cielo / Kathmandu Lullaby/ Gökyüzünde Bir Ayna filminde, idealist Katalan öğretmen Laia’nın, Katmandu’daki yoksul çocukları dışlayan eğitim sistemiyle mücadelesini izlerken turistik olmayan, farklı bir Nepal’in peşinden gidiyorsunuz.
Katmandu’da kenar mahallerdeki yoksulluk, pislik, halen tüm ülkeye hakim kast (sınıf) sistemi, eşitsizlik, çok uzak dünyalardaki farklı hayatlar, Batı’nın Doğu’yla çatışmaları içinizi acıtıyor. Yoksul aileler çocuklarını çalıştırmak zorunda çünkü yiyecek bir lokma yemekleri yok. Laia'nın kendi olanaklarıyla kenar mahallede açtığı okuluna öğrencilerin gelmesini sağlayabilmek için Laia ve Katmandu'daki en büyük yardımcılarından biri olan Hindu arkadaşı Sharmila birer tabak yemek dağıtmaya başlıyorlar. Sharmila’nın dediği gibi fakirlik ve cehaletin kapısını açarak karanlıktan ışığa çıkmak gerekiyor. Bu oldukça zorlu bir savaş Katmandu’da, zorlu ve acımasız. Ama öte yandan, Nepal’de kalabilmek için kağıt üzerinde bir evlilik yapan, ancak daha sonra göstermelik Nepalli kocasına aşkla bağlanan Laia’nın, kocasının dağlarda yaşayan ailesinin evinde geçen tüm sahnelerde sonsuz dinginliği ve huzuru fazlasıyla hissedebiliyorsunuz. Dal-bat’ın lezzeti, geleneksel evlilik töreni, geleneksel giysiler, muhteşem doğa görüntüleri, hepsi birbirinden güzel.

30 Kasım 2013 Cumartesi

Seeking a Friend
for the End of the World

Lorene Scafaria'nın yazıp yönettiği, 2012 yapımı Seeking a Friend for the End of the World / İlk ve Son Aşkım filmi kalbimi müzikleriyle, özellikle de The Hollies Grubu'nun yorumladığı "The Air that I Breathe" şarkısıyla fethediyor. "The Air That I Breathe" şarkısını Albert Hammond ve Mike Hazlewood birlikte yazmışlar, şarkı Albert Hammond'un 1972 yapımı "It Never Rains in Southern California" albümünde yer almış ilk olarak. Ancak şarkıyı meşhur eden, 1974'te kendi adlarıyla aynı adı taşıyan albümlerinde bu şarkıyı yorumlayan ("cover"'layan) The Hollies Grubu olmuş.
Mathilda adlı göktaşının Dünya'mıza çarpmasına günler kala birbirlerinden habersiz olarak üç yıldır kapı komşusu olan Dodge ve Penny'nin romantik öyküsü diyebileceğimiz Seeking a Friend for the End of the World / İlk ve Son Aşkım filmi bu tür filmseverlerin beklentilerini boşa çıkarmıyor. İkilinin zorunlu olarak biraraya gelmesiyle hoş bir yol filmine dönüşen filmi bütün olarak güzelleştiren gerçekten de Penny'nin vazgeçemediği plakları olmuş. Aynı zamanda bir müzik grubunda şarkıı da söyleyen Lorene Scafaria'nın bu filmiyle salt kendisi için bir film kotardığını düşünmeden edemiyorsunuz.

Yönetmenlerin kendi filmlerinde gözükmelerine sinemasal dilde "cameo görüntü" denir. Süsleme anlamına da gelen "cameo"'lara örnek çok fazla yönetmen var sinema tarihinde, ilk başta akla gelen elbette Alfred Hitchcock. Lorene Scafaria da "cameo görüntü"'yle yer almış filminde ve Dodge'un aradığı eski aşkı Olivia olarak fotoğraftan izleyicilere gülümsemiş.
The Air That I Breathe

If I could make a wish
I think I'd pass
Can't think of anything I need
No cigarettes, no sleep, no light, no sound
Nothing to eat, no books to read

Making love with you
Has left me peaceful, warm, and tired
What more could I ask
There's nothing left to be desired
Peace came upon me and it leaves me weak
So sleep, silent angel, go to sleep

Sometimes, all I need is the air that I breathe
And to love you
All I need is the air that I breathe
Yes to love you
All I need is the air that I breathe

Peace came upon me and it leaves me weak
So sleep, silent angel, go to sleep
...

"The Air That I Breathe" şarkısının, Radiohead'in müthiş şarkısı "Creep" ile benzer tınılara sahip olduğu çok konuşulmuş. "Creep" şarkısının girişinin bu şarkıdan esinlenilerek yaratıldığını belirtip, Albert Hammond ve Mike Hazlewood'un katkıda bulunan yazarlar olarak gösterildiklerini not düşelim hemen.

27 Kasım 2013 Çarşamba

"Vorschriften Denken An Alles"

Tek yumurta ikizleri Quay Kardeşler’in (Stephen Quay ve Timothy Quay), bir dolu kısa film ve TV çalışmalarından sonra gerçekleştirdikleri ilk uzun metrajlı filmleri olan, 1995 yapımı Institute Benjamenta, or This Dream People Call Human Life / Benjamenta Enstitüsü ya da İnsan Hayatı Verilen Bu Rüya filmini tek sözcükle betimleyecek olsaydım tereddütsüz 'muamma' sözcüğünü seçerdim. DVD ekstralarında yer alan, yönetmenlerle yapılmış röportaj dahil olarak kesintisiz izlediğimiz film sanki sürekli “sen beni anlayamazsın” der gibiydi. İyi bir deneyim Quay Kardeşler’in filmini izlemek !
Yazar Robert Walser’in “Uşaklık” üçlemesinin son romanı olan “Jakob von Gunten”, Quay Kardeşler’in Alan Passes ile birlikte senaryoya katkılarıyla sonu romandan tamamen farklılaştırılarak, sinema tarihinin kült filmlerinden birine dönüştürülmüş. Film başlar başlamaz bende de çağrışım yaptığı üzere David Lynch’in Eraserhead / Silgikafa (Silicikafa) filmi ile karşılaştırılmış hep. Ancak rahatlıkla söyleyebilirim ki Institute Benjamenta, or This Dream People Call Human Life / Benjamenta Enstitüsü ya da İnsan Hayatı Verilen Bu Rüya filmini Eraserhead / Silgikafa (Silicikafa) filminden ayıran ilk önemli fark tamamen bu Dünya’da geçiyor olması !:)
Jakob von Gunten adlı kendi halinde bir adam, genç erkeklere uşaklık eğitimi veren Johannes ve Lisa Benjamenta kardeşlerin yönettiği Benjamenta Enstitüsü’ne kaydolur. Jakob’tan başka 6 öğrenci vardır. Lisa’nın verdiği dersler birbirinden saçmasapan bir şekilde geçmekte ancak kimse şikayet etmemekte ve hiçbir yere de gitmemektedir. Jakob hariç uşaklık etmeye hazırlanan tüm adaylar sorgusuz sualsiz itaat etmeyi öğrenmektedirler.
Memnuniyetsiz tek öğrenci olan Jakob zamanla ağabeyi ile tuhaf bir ilişki içerisinde olduğunu sezinlediğimiz Lisa’ya ilgi duymaya başlayacak ve kuralların çoktan düşünülüp, her şeyin yerli yerine yerleştirilmiş olduğu akıllara zarar Uşaklık Okulu Benjamenta Enstitüsü’nde hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır !

Sinefillerin arşivlerinde olması gereken sinema tarihinin başyapıtlarından birisi Institute Benjamenta, or This Dream People Call Human Life / Benjamenta Enstitüsü ya da İnsan Hayatı Verilen Bu Rüya. Her ne kadar filme karşı mesafeli kaldıysam da kesinlikle tavsiye ediyorum.

26 Kasım 2013 Salı

Mr. Klein

Joseph Losey’in Fransızca çektiği ilk film olan Mr. Klein/ Monsieur Klein 1976 yapımı. Filmin senaryosu Fernando Morandi, Franco Solinas ve Costa-Gavras tarafından birlikte kotarılmış. Film ülkemizde “Kaderini Arayan Adam” ismiyle gösterime girmiş. 1942 yılının, Nazi işgali altındaki Paris’inde geçen Mr. Klein / Monsieur Klein , devlet destekli bağnazlığın, faşizan tutumun sıradan bir vatandaşın hayatını nasıl etkileyebileceğinin çok etkileyici bir öyküsü. 14. Yüzyıldan beri Fransız ve Katolik bir aileden gelen Robert Klein ya da Mr. Klein (Alain Delon oldukça başarılı bu rolde), Nazi zulmünden kaçmaya çalışan Yahudiler'in ellerindeki nadir sanat eserlerini ucuza kapatan fırsatçı bir sanat simsarı rolünde.
Bir sabah kapısında “Robert Klein” adına gönderilmiş bir Yahudi gazetesi bulunca bir daha hayatı asla eskisi gibi olmuyor. O ana dek sadece zor durumdaki Yahudiler'in ellerindeki eserleri yok pahasına kapatmaktan başka bir şeyi düşünmeyen, alışveriş aşamasında muhatap olduğu Yahudiler'in karşı karşıya kaldıkları duruma son derece kayıtsız olan, sadece ve sadece kendi lüks hayatını gözeten Mr. Klein, aynı isimli bir Yahudi ile karıştırılınca bu adamı merak etmekten ve peşinde iz sürmekten kendini alıkoyamıyor. Elbette bir de Yahudi olmadığını, isim benzerliği sebebiyle Yahudi bir gazeteye abone edilmiş olduğunu kanıtlaması gerekiyor.
Bir Kafka romanından çıkıp gelmişçesine, Vichy dönemi polisleri arasında, Paris ve Strazburg sokaklarında arz-ı endam eden Mr. Klein’la beraber hayli gerilimli dakikalar geçiriyorum film süresince. Mr. Klein kaçınılmaz sona doğru sürüklenirken, içimde tarif edilemez bir rahatsızlıkla bir süre kalakalıyorum oturduğum yerde.

Ey kader! Söyle bakalım; başımıza gelen misin, yoksa zorla arayıp bulduğumuz musun?

Çatışmaların Yönetmeni: Joseph Losey

“Film is a dog: the head is commerce, the tail is art. And rarely does the tail wag the dog ! / Film bir köpektir: Başı ticari yanını temsil eder, kuyruğu ise sanatını ve nadirdir kuyruğunun bir köpeği salladığı !” diyerek ne güzel özetlemiş paranın sanatta dahi herşey demek olduğunu sinema dünyasının en özgün, en yaratıcı yönetmenlerinden, sınıfsal-ırksal çatışmaların sade anlatıcısı Joseph Losey. Bazen izlenmek için zamanlarının gelmesini bekler bazı yönetmenler, işte Joseph Losey ile tanışmam da bundan dolayı olsa gerek biraz geç oldu.
Geçtiğimiz günlerde, farklı bir Alain Delon filmi izlemek için seçtiğimiz 1976 yapımı Mr. Klein filmini izlerken bu ilk izlediğim Joseph Losey filmi olmamalı diye düşündüm birden. Yönetmenin 1963 yapımı The Damned filmini bir kaç yıl önce izlediğimi anımsadım birden. Onat Kutlar’ın dediği gibi “Sinema hakikaten bir şenlik” ve sinemasallaşmak hoş elbette ama filmler arasında zaman zaman kaybolmaktan, anımsayamamaktan hiç hoşlanmadığımı rahatlıkla söyleyebilirim. Bu sebeple olsa gerek artık tek bir tümceyle de olsa izlediğim filmlerin izlerini düşürmeye karar verdim “Ay'dan İzlenimler”’de… Mr. Klein filmine gelince, herşeyden önce farklı bir Alain Delon olduğu için daha uzun bahsedeceğim kendisinden; belki yarın belki yarından da yakın !

22 Kasım 2013 Cuma

Meryem

Yönetmen Atalay Taşdiken kendisinin tanıklık ettiği öyküleri sinema filmine dönüştürüyor, çok da iyi ediyor. Aslında fizik eğitimi alan ama tercihini sinemadan yana yapan, klasik Türk sineması’ndan beslendiğini dile getiren Atalay Taşdiken, yazıp, yönettiği ilk filmi, 2009 yapımı Mommo-Kız Kardeşim / The Bogeyman filminde memleketi Konya’daki Hüyük ilçesinden seslenmişti izleyicisine. Annesiz iki çocuğun, Ahmet ve Ayşe’nin hüzünlü öyküsüydü sunulan ve benim belleğime kazınan filmlerden biri olmuştu.
Atalay Taşdiken, 2013’te çektiği ikinci uzun metrajlı Meryem'in senaryosunu şurada okuduğum röportaja göre, filminin tamamını, kendi çocukluğunun da geçtiği Beyşehir’de çekeceğini planlayarak yazmış. Ancak, senaryosunu bitirip mekân bakmaya gittiğinde film çekimleri için Beyşehir’in tam olarak uygun olmadığını görmüş. Çünkü, hayal ettiği mahalleler, sokaklar ve evler yokmuş giderek kimliksizleşmiş Beyşehir’de. Çevrede araştırmalarını sürdüren yönetmen, Akşehir ilçesinde anıtlar kurulu tarafından koruma altına alınmış 3 mahalle ile karşılaşınca, filmini oraya taşımış ve sadece gölle ilgili bölümleri Beyşehir’de çekmiş. Akşehir’deki görüntüler, korunmuş sokaklar, mahalleler çok güzel ve filmin geneline hakim farklı farklı tonlardaki yeşil renginin etkileri çok dinlendirici. Merakla izliyorsunuz ve ana kahramanın yaptığı gibi beklemek ne demekmiş, nasıl zor bir işmiş bir güzel öğreniyorsunuz filmde.
“Ay’dan İzlenimler”’in takipçileri bilirler, beni şaşırtan filmlerden ayrı bir keyif alırım. Meryem filmi, beklemenin nasıl zor olduğunu tüm doğallıyla yansıtan ve cesur kararıyla da beni şaşırtan ana kahramanının tavrıyla belleğime ve yönetmen Atalay Taşdiken’in Metin Erksan’a saygı duruşu olarak nitelendirdiğim, güzelim Sevmek Zamanı sahneleriyle de “içinden filmler geçen filmler” kategorime yerleşiyor.

19 Kasım 2013 Salı

Le Graine et Le Mulet

Tunus asıllı Fransız yönetmen Abdüllatif Keşiş (Abdellatif Kechiche)’in yazıp yönettiği 2007 yapımı Le Graine et Le Mulet / The Grain and the Mullet / The Secret of the Grain filminin uluslararası bilinen adı “Couscous”. Ülkemizde “Balıklı Bulgur” olarak İstanbul Film Festivali kapsamında 2008’de gösterilen Le Graine et Le Mulet filminin Türkçe adına tüm film boyunca oyuncular kuskus dediği ve de filmin öyküsünü bu kuskus yemeği şekillendirdiği için ben de “Balıklı Kuskus” demeyi tercih ediyorum. Öncelikle hemen belirteyim, filmdeki kuskus bizim bildiğimiz, pişirdiğimiz kuskus gibi değil, görünümü (eminim tadı da) başka, hatta rahatlıkla söyleyebilirim bulgur gibi görünüyor daha çok. Kuskusla beraber pişirilip sunulan balık kefal balığı. Filmin ana kahramanı 61 yaşındaki Süleyman, 35 yılını limanda, gemi yapımında geçirmiş ve artık yetersiz görüldüğü için işine son verilmiş göçmen bir emekçi. Karısını ve dört çocuğunu başka bir kadın yüzünden terk etmiş Süleyman ve sevgilisinin işlettiği, ağırlıklı göçmenlerin kaldığı bir otelde kalıyor. Yüz ifadesinden, bakışlarına yapışıp kalmış hüzünden, hayatın bütün ağırlığının üzerinde olduğunu gözlemliyoruz. Kaldığı küçük otel odasını bir cennete çevirmiş Süleyman. Alttaki karede göreceğiniz üzere, akşam odasına gelip de penceresinden dışarı baktığında, kurguladığı hayaliyle zihninin meşgul olduğunu algılayabiliyorsunuz.
Süleyman’ın hayali, bir tekne restoran açarak eski karısı Suat’ın tüm aileyi bir araya toplayıp (elbette Süleyman Pazar günkü aile yemeklerine artık gitmiyor ama mutlaka eski karısı Suat tarafından kendisine ayrılan balıklı kuskusu kaldığı otel odasına paket yapılıp gönderiliyor), aşkla pişirdiği balıklı kuskusu tekne restoranında tüm liman kasabası Sète’nin beğenisine sunmak. Tabii ki bu tür bir işe kalkıştığında nasıl bir bürokrasiyle karşılaştığını görünce filmde bu tür işlemler dünyanın her yerinde aynı oluyormuş olgusunu da yaşıyorsunuz. Süleyman’ın pek çok zorlukla, yaman bürokratik engellerle karşılaşacağı bu büyük hayalinde en büyük destekçisi sevgilisinin gözüpek ve doğru bildiğini söylemekten çekinmeyen, kendisini babası yerine koymuş olan kızı Rym oluyor. Bürokratik engellerle daralan Süleyman, en sonunda çareyi, hayalinin nasıl bir şey olduğunu göstermek üzere tüm Sète kasabasının ileri gelenlerini tekne restoranına balıklı kuskus yemeğe davet etmekte buluyor. Umutla başlayan gece, Suat'ın evinden alınan ama teknenin mutfağına unutkanlık sebebiyle Süleyman'ın oğlunun arabasının bagajından getirilmemiş olan kayıp kuskusla tamamen başka noktalara sürükleniyor. Süleyman'ın kayıp kuskusun peşinde eski karısının evine geldiğinde mahallenin fırlama çocukları tarafından el konulan motosikletinin ardından koşuşturması doğrudan Vittorio De Sica'nın Ladri di Biciclette/ Bicycle Thieves / Bisiklet Hırsızları filmini anımsatıyor. Birbirine paralel geçen tekne, mahalle ve sevgilinin işlettiği otel sahnelerinde Süleyman'ın hayalinin gerçekleşip gerçekleşmediğini tamamen izleyicisine bırakmış Abdüllatif Keşiş. Filmin sonu yorumlarınıza kalıyor, gayet de hoş oluyor bu durum.

Paris Match dergisinin “en sonunda Ken Loach’ımızı bulduk” diyerek gönderme yaptığı Abdüllatif Keşiş Tunus’ta doğmuş, 6 yaşındayken ailesiyle beraber Nice’e taşınmış, 2013 yılında Cannes Film Festivali’nin tartışmalı filmi La vie d'Adèle / Blue Is the Warmest Colour / Adèle’in Yaşamı filmiyle Altın Palmiye’yi kazanırken epey kendisinden söz ettirmiş bir yönetmen. Kendisi de göçmen asıllı olduğu için Le Graine et Le Mulet / The Grain and the Mullet / Balıklı Kuskus filminde, melez evliliklerle çok uluslu büyük bir aileye dönüşen Arap asıllı ailenin kültürlerarası gidiş gelişlerini çok hoş bir dille anlatmış.
Le Graine et Le Mulet / The Grain and the Mullet / Balıklı Kuskus filmini çok samimi bulduğumu söyleyerek yönetmenin tartışmalı filmi La vie d'Adèle / Blue Is the Warmest Colour / Adèle’in Yaşamı filmini sabırsızlıkla beklediğimi belirterek noktalıyorum günce notlarımı.
Balıklı kuskus demişken, bu yemeğin hazırlık aşamaları filmde çok ama çok güzel fakat aynı şeyi Arap – Fransız ve de melez çocuklarla bezeli ailenin bireylerinin, uzun ve keyifli Pazar öğle yemeği masasında, bu yemeği yerken geçen dakikaları için söyleyemeceğim. “Ağzımızda lokma varken konuşmamalıyız” sözünü hiç duymamış bu ailenin bireyleri!

10 Kasım 2013 Pazar

Unutmayacağız...

.

5 Kasım 2013 Salı

Remember Remember,
The fifth of November !

5 Kasım'ı unutma !
Anımsamak için linklere tıkla !

R R T F O N
5 Kasım'ı Unutma ve Hatırla
V for Vendetta filminde gibiyim !

Kasım ayı boyunca bir başka etkinlik de Dünya'nın bütün erkekleri için. Ayrıntılar için lütfen tıklayınız: MOVEMBER

1 Kasım 2013 Cuma

Bu Sinema Başka Sinema !

Bu Sinema Başka Sinema !