15 Mart 2013 Cuma

Tren Öyküleri V ve "Tickets"

Tamamı, izleyiciler olarak dahil olduğumuz Innsbruck’tan başlayarak Roma’ya yolculuk eden trende geçen, 2005 yapımı Tickets / Biletler filmi, farklı uluslardan üç yönetmeni; İtalyan Ermanno Olmi, İranlı Abbas Kiyarüstemi ve İngiliz Ken Loach’ı bir araya getirmiş. Ermanno Olmi’nin öyküsünde yaşlı bir profesör, Abbas Kiyarüstemi’nin öyküsünde ölmüş bir generalin çekilmez yaşlı karısına zorunlu sosyal hizmetini yapmakta olan genç bir İtalyan delikanlı ve Ken Loach’ın öyküsünde Roma'ya futbol maçına gitmekte olan üç İskoç yeniyetme ön plandalar. Elbette inen, binen genç, yaşlı, üzgün, mutlu, yoksul, zengin, farklı uluslardan pek çok yolcu tüm öykülerin odak noktasında ama özellikle Ken Loach’ın çektiği bölümdeki İskoçların olduğu öyküde, göçmen Arnavutlar'ın durumu kalbinize dokunuyor.

Tickets / Biletler filmi elbette tamamı trende geçtiği için kalbimi fethetmiyor, seneler seneler önce, çok uluslu pek çok yolcuyla birlikte yaptığım tren yolculuğumu da anımsattığı için ve de filmden sahnelerle benzerlikler kurduğumdan dolayı tekrar tekrar anımsanacak bir film oluyor benim için. İşte bu yüzden olsa gerek, bir zamanlar "Sanal Boğuntular" isimli e-zine'mizde yayımlamış olduğumuz 1990 yılının Mayıs ayında yaptığım Köln-Paris tren yolculuğunun içinde buluverdim bir anda kendimi.

"Mayıs 1990/ Köln - Paris
Koca bir torba sandviç, kim yiyecek bunları? Zaten karnımız tok, sabah kahvaltı yapmışız. Elbette yiyecek bir şey satın alabiliriz, o kadar paramız var şu an cebimizde… Üstelik tren akşam geç saatte kalkıyor. Yani bütün gün Köln sokakları bizimdir! Önce şu ağır bavullardan kurtulmak gerek, emanetçi arıyoruz. Buluyoruz. Modern tabii buralar, bavula uygun dolap bulunacak, para ödenecek, jeton alınacak, bavul dolaba, jeton dolap kilidine atılacak ve kilitlenecek. Hadi bakalım, doğru Dom Meydanı’na. Tüm amatör sanatçılar iş başında. Keman resitali verenler, meydanın ortasına Mona Lisa çizenler. Ne güzel, ne şenlikli !
Akşam trene biniyoruz, ne kalabalık bu tren. Zar zor boş koltuk bulunuyor, hemen kapının yanında. Hayıflanıyorum biraz, cam kenarında oturmak isterdim doğrusu, akıp gidebilmek için dışarılara da… Başa bela bavullar zorlukla tıkılıyor raflara. Bu tren tüm Avrupa’yı katederek Paris’e ulaştırıyor çoğunlukla öğrenci olan yolcularını. Aşağı-yukarı hepsinde InterRail olmalı. Tren en ucuz ulaşım şekli, üstelik daha güvenli sanırım. Ama bu tren çok gürültülü, üstelik de çok eski, yıpranmış ve aşınmış koltuklar. Kompartımanda 2 Hollandalı kız var, diğerleri Alman. Toplam 8 kişiyiz. Hollandalı kızlar belli ki çok alışkınlar trenlerde yolculuk yapmaya. Tren kalkar kalkmaz hemen küçük yolculuk yastıkları çıkarılıyor ve şişiriliyor. Sonra da boyunlarına koyup uykuya dalmaya hazırlanıyorlar. İmrenerek gözüm takılıyor onlara, 18-19 yaşlarında olmalılar. Büyük olasılıkla hostelde konaklayacaklar Paris’te.
Yolculuğumuz sabah erkenden bitecek, sabahın köründe 6’ya doğru Kuzey Garı’na varmış olacağız. Cebimde bir telefon numarası var. Köln’deki tanıdıklar verdi. Bir Fransız kadınla evli müzisyen bir tandıdıkları imiş. Aramam diye düşünüyorum telefon numarasını alırken. Hiç tanımadığım insanları rahatsız etmek istemiyorum. Herhalde başımın çaresine bakabilirim Paris’te ! Göreceğiz !
Tekerleklerin sesi giderek yoğunlaşıyor, kompartımanlardan sesleri gelen genç insanların seslerine karışıyor. Sınırlardan geçiyoruz didik didik edilerek. Pasaportlar T.C. ya!!! Fransız polisi başımda çok vakit harcıyor. Kompartımandaki herkes gözlerini dikmiş bana bakıyor şimdi. (Tickets / Biletler filminde, profesörün Arvanut ailenin küçük çocuğuna 1 bardak süt götürdüğü sahnedeki profesörü adım adım izleyen tüm gözlere selam olsun!) Polis, uzun bir sure vizemi inceledikten sonra, hatırlatıyor “sadece 7 gün kalabilirsiniz” diye. “Biliyorum” diyorum, zaten okulda sınavlarım var ve dönmüş olmalıyım önümüzdeki haftasonu İstanbul’a. “İstanbul” diyor polis..”Paris kadar güzel.” “Paris’ten daha güzel” diyorum, “gerçi henüz sizin başkenti görmedim ama, yine de fikrim değişmez herhalde…” diye ekliyorum. Ters ters bakıyor polis bana. Pasaportumu veriyor nihayet ve gidiyor. Kapıyı sürgülüyorum. Oh!
Şimdi artık durduğumuz istasyonlardan Fransızlar biniyor. Büyük olasılık Paris’te çalışanlar bunlar ve akşam da aynı yolu dönüyorlar. Yorucu olmalı. İnen 2 Alman’ın yerini 2 Fransız dolduruyor hemen. Biri Cezayir asıllı olmalı, her halinden belli. Gün ışımaya başladı. Hollandalı kızlar, küçük çantaları ile lavabonun yolunu tuttular. Onlar gelince de ben kalktım, diş fırçam ve macunum sıraya girdim koridorda. Bir telaş herkeste. Paris’e yaklaştık ne de olsa…
İşte Kuzey Garı! Hiç bu kadar hareketli bir istasyon görmemiştim daha önce. Baş döndürücü bir hız söz konusu. İnenler, binenler, koşanlar, bavul çekiştirenler, bağıran çocuklar. Tanrım ! Almanya’nın düzeninden sonra işte bir Akdeniz ülkesi! Yaşasın !!! Ne güzel bir karmaşa !!! İniyoruz. İlk yapmak istediğim bir fincan kahve içmek. Artık tamamen yabancı bir dil hakim kulaklarımda. İlk gördüğümüz gar kahvesine çöküyoruz. Telaşlı bir Fransız garson önümüze kruvasanları atıyor. “İstemiyoruz” diyoruz telaşla, sandviçlerimiz var ya yanımızda. Garson nereden bilsin? Soruyor; “café noir ou café ou lait?” Sütsüz kahve istiyoruz. Hani artık kara derililere ayıp olmasın diye “café noir” denilmiyordu. Bal gibi deniyormuş işte…
Kahveler geliyor. Dışarıda ışıltılı bir Paris bizi bekliyor. Çabuk olmalıyız, 7 güne sığdırılacak bir Paris var ellerimizde….”