
yeni yılın bana çağrıştırdığı ilk renk gri.
Gri 2011
hoşgeldin, umarım biraz huzur getirirsin.
...
Sinema ve kültür-sanat ağırlıklı, hayata dair kişisel izler.
Günlerden bir gün, nereden geldiği belli olmayan yarı meczup bir adam ağlaya ağlaya karlar içinden Kars'a gelir. (Kars diyorum ama adı hiç bir zaman geçmez kentin, sınırdaki bir kasabadır burası...) Gelir gelmez nehirde boğulan çocuğu kurtarır. O çocuk ki babası mezbahada hayvanları kesmektedir. Yani can alan birinin oğluna can vermiştir. Şeker dışında başka bir şey yemez, uyumaz, çalışmaz, hırsızlık yapar, etrafındakilere şifa dağıtır, kuşlar gibi ses çıkararak iletişim kurmaya çalışır, çok anlamlı sözler çıkar ağzından, sadece çay içer ve tek derdi aşktır. Aşık olduğu kız "adım Neptün olsun" deyince, "Sen Neptün ol, ben de 'Kosmos' olayım!" der.
Reha Erdem, ilk filmi ve bence başyapıtı 1988 yapımı A Ay / Oh Moon filmi ile kalbimi ve beynimi tam onikiden vurmuş bir yönetmendir. Reha Erdem'in A Ay'ı izleyen tüm filmlerini izledim elbette ama A Ay filminin bıraktığı tat her zaman farklıydı. A Ay'dan sonra Hayat Var filmi ile beni bambaşka bir İstanbul'a götüren Erdem, son yapıtı 2010 yapımı Kosmos ile sadece fiziki olarak İstanbul dışında bir kente değil farklı bir dünyaya da beni taşıdı diyebilirim.
Karlar altındaki güzeller güzeli Kars'a Gezici Film Festivali kapsamında giden Reha Erdem kentten çok etkilendiğini belirtmiş bir söyleşisinde. Bazı yıkık görüntüler, O'na bir savaş ortamını çağrıştırmış ve bir de oradaki insanların varoluş şekilleri dikkatini çekmiş; örneğin karın üzerindeki siyah paltolu, siyah şapkalı adamlar... "Her şey aşırı derecede sinematografikti." diyor Erdem ve ekliyor; "Dolayısıyla ham duran proje fikrim, bir elbise gibi Kars’ın üzerine oturdu." Bu kent Reha Erdem'in filmine çok yakışmış bence. İzlerken seneler önce gördüğüm Kars'ı gözümün önüne getirmeye çalıştım. Kışın değil, baharda görmüştüm Kars'ı... Taş evler, ağaçlar, sokaklar, nehir... Kars hakikaten büyüleyici bir kent...
Ay tutulması 456 yıldır ilk kez bulunduğumuz yarıküredeki gündönümüne denk geliyor. Kuzey yarıkürede güneş ışıklarının Oğlak Dönencesi`ne dik geldiği en uzun gecenin yaşanacağı bugünden (21 Aralık) sonra artık günler uzamaya başlayacak. NASA'dan yapılan açıklamaya göre en son 1554 yılında gerçekleşen bu tarihi rastlantı, 456 yıl sonra tekrar oluşuyor. Tam tutulma sırasında Ay'ın bakır kırmızısı rengini alacağı belirtildi. Başlangıcından bitişine toplamda 3 saat 28 dakika sürecek olan tam Ay tutulması bugün Kanada saatiyle sabaha karşı 01:33'de başlayacak ve 05:01'de sona erecek.
Sevgili öğretmenim, arkadaşımın Alaska'dan sonra seyahatini gerçekleştirdiği yer bu kez dünyanın diğer ucu olan "Doğan Güneşin Ülkesi" Japonya (Japonca: 日本, Nihon ya da Nippon) idi. 





İş bulduğu için mutludur. Oğlu Bruno (Enzo Staiola canlandırıyor) da gurur duymaktadır babasıyla. Bruno'nun gözleri bisikleti temizlerlerken ışıl ışıldır.
Ancak mutluluk sürekli olamayacak ve daha işbaşı yaptığı ilk gün Rita Hayworth'ın (bir bakıma içinden film geçiyor da diyebiliriz bu film için çünkü asılan afiş Rita Hayworth'ın Gilda filmindendir.) afişini duvarlara yapıştırırken bisikleti çalınacaktır Antonio'nun. Herşey bir anda altüst olmuştur. Bisiklet yoksa işi de olmayacaktır...
Filmin devamında Antonio ile oğlu Bruno'nun yoksul mahallelerden kiliselere, bit pazarından bisikletin nerede olduğunu söyleyebileceğine bel bağlanan bir nevi medyum olarak adlandırabileceğimiz kadına kadar çaresizce çalınan bisikletin aranmasını izleriz...
Umutsuzca süren arayışın sonunda son kalan paralarıyla bir lokantaya girer baba oğul...En dokunaklı sahnelerden biridir lokanta sahnesi. Bruno'nun hüzünlü gözlerini özgüvenle dolu pırıltılar içinde görürüz. Babası ona yemek ısmarlamaktadır, bu an onca yoksulluğun içinde umudun bir an parladığı andır.
Çalınan bisikletin peşinde baba oğulun ilişkisi an be an perdeden izleyiciye yansır, sıradan hayatların sıradan hüzünlü öyküsüdür film ve Antonio'nun başkasının bisikletini çalmak üzere hamle ettiğinde küçük Bruno'nun gözlerindeki hayal kırıklığıdır.John Lennon bu söyleşiden 10 yıl sonra bugün ya da tam 30 yıl önce bugün 8 Aralık 1980'de akli dengesi yerinde olmayan bir hayranı tarafından New York'taki dairesinin önünde öldürülür. Daha sadece 40 yaşındadır.Werner: Do you have a picture of “when I’m 64″?
Lennon: No, no. I hope we’re a nice old couple living off the coast of Ireland or something like that — looking at our scrapbook of madness.
*****
Werner: 64 yaşınız için aklınızda bir fotoğraf var mı?
Lennon: Umut ediyorum ki İrlanda sahillerinde ya da ona benzer bir yerde yaşayan, birlikte yaptığımız çılgınlıkları karaladığımız deftere bakan şirin, yaşlı bir çift olacağız.
(Just like) Starting Over
.....
.....
It's been too long since we took the time
No-one's to blame, I know time flies so quickly
But when I see you darling
It's like we both are falling in love again
It'll be just like starting over, starting over
Our life together is so precious together
We have grown, we have grown
Although our love is still special
Let's take a chance and fly away somewhere
John Lennon
Double Fantasy albümü
“We want Bread, and Roses too! / Ekmek de istiyoruz, gül de!” sloganı 1857'de New York’ta 128 kadın işçinin can verdiği bir fabrika yangınının ardından yürüyüşe geçen kadın işçiler tarafından ilk kez dile getirildikten sonra Amerikalı şair James Oppenheim tarafından 1911 yılında "Bread and Roses" şiirine, İngiliz yönetmen Ken Loach tarafından da 2000 yılında Atlantik Okyanusu'nun diğer yakasında çektiği Bread and Roses / Ekmek ve Gül filmine esin kaynağı olmuş...
Film, Toskana'nın küçük bir kasabası olan Arezzo'daki bir konferans salonunda başlar. İngiliz yazar James Miller salona geç kalmıştır ve tam salonun girişinde bir kadının, elindeki kitabı imzalatmaya çalıştığını gözlemleriz. Bu kadın, antikacı dükkanı olan hoş bir Fransız kadındır ki, kadının 13-14 yaşlarında bir oğlu olduğunu ve oğlunu tek başına yetiştirdiğini algılarız filmin ilerleyen sahnelerinde. Yazar Miller, "Certified Copy" isimli kitabının imza gününde, kitabına İngiltere'de gördüğü ilgiden daha fazlasını verdikleri için İtalyanlar'a teşekkür ederken, sanat dünyasının en kritik sorusunu da konuşmasında gündeme getirir: "Bir eserin kopyası da en az orijinali kadar değerli midir ve aslında orijinalin değerini mi ortaya çıkarmaktadır?" Yazar, konuşmasına devam ederken, salonun girişinde kitabı imzalatan kadın, kitabın çevirmenine, yazara iletmesi için telefonunu bırakarak ayrılır panelden... Akabinde, kadın ve oğluyla birlikte Arezzo sokaklarında dolaşırız. Oğlu, kadına neden kitaptan 6 kopya birden satın aldığını ve kendisine (oğlu için olana) imzalattığı kopyada neden soyadını yazdırmadığını sorduğunda, ilk gizemle karşılaşırız filmde... Pazar günü İngiliz yazar, Fransız kadının dükkanını ziyaret eder... Yazar, dükkanda kalmaktan çok fazla hoşlanmamış gözükmektedir ve açık havada dolaşmayı teklif ettiğinde, kadın, yazarı ilginç bir yere götüreceğini söyler. Arabayla Lucignano kasabasına doğru yola çıkarlar.
Cemal Süreya'nın "gri bir evödevi" yakıştırmasını yaptığı İstanbul'un simgelerinden biri olan Haydarpaşa Garı'nın çatısı yanarken, o gardan trene binsin binmesin herkesin içinin sızladığını düşünüyorum.
Güzide kurumumuz Darphane'nin 2006 yılında ülkemizde demiryolu taşımacılığını düzenleyen ve işleten kurum olan Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları (TCDD)'nın 150. kuruluş yılı nedeniyle bastırdığı hatıra paranın bir yüzünde Haydarpaşa Garı resmedilmiştir. Bu paranın bir de farklı kalıplı veya erörlü de diyebileceğimiz bir baskısı da saptanmıştır: Haydarpaşa Garı görüntüsündeki pencerelerin içi dolu olanı...
Ae Fond Kiss
Ae fond kiss, and then we sever;
Ae fareweel, alas, for ever!
Deep in heart-wrung tears I'll pledge thee,
Warring sighs and groans I'll wage thee.
Who shall say that Fortune grieves him,
While the star of hope she leaves him?
Me, nae cheerful twinkle lights me;
Dark despair around benights me.
I'll ne'er blame my partial fancy,
Naething could resist my Nancy:
But to see her was to love her;
Love but her, and love for ever.
Had we never lov'd sae kindly,
Had we never lov'd sae blindly,
Never met-or never parted,
We had ne'er been broken-hearted.
Fare-thee-weel, thou first and fairest!
Fare-thee-weel, thou best and dearest!
Thine be ilka joy and treasure,
Peace, Enjoyment, Love and Pleasure!
Ae fond kiss, and then we sever!
Ae fareweeli alas, for ever!
Deep in heart-wrung tears I'll pledge thee,
Warring sighs and groans I'll wage thee.
Robert Burns
1791
Ae Fond Kiss filmi, Glasgow'da yaşayan İrlandalı Katolik müzik öğretmeni Roisin Hanlon (Eva Birthistle canlandırıyor) ile gece kulüblerinde diskjokeylik yapan, kendi kulübünü açma hayalleriyle dolu 2. kuşak Pakistanlı Müslüman Kasım Han / Casim Khan (Atta Yaqub canlandırıyor) adlı gencin arasındaki aşkın kültür, din ve etnik köken ayrımlarıyla harmanlanmış anlatımı. Elbette Kasım'ın geleneklerine, göreneklerine bağlı ailesinin Müslüman olmayan 'beyaz' bir kadını, Roisin'in ailesinin ve çevresinin de Müslüman bir Asyalı'yı kabul etmeyeceği baştan belli olan filmde aşkın kültürel, dini farklılıklara karşı koyup koyamayacağını izliyoruz. Onca din, kültür, aile ve mahalle baskısına karşın Ken Loach Ae Fond Kiss filminde aşka dair umutsuz bir film yapmamış, aşkın varlığını sürdürebilmesi için hayli çabalamış. Roisin ve Kasım etraflarını çepeçevre sarmış tüm hoşgörüsü olmayanlara karşın aşklarını yaşatmak için çabalarken oldukça yıpranıyorlar ancak aşklarını herşeye rağmen sürdürebiliyorlar. Tam bu noktada düşünmeden edemiyorum: Tamam, iyi, güzel... de nereye kadar ? (Aklıma birden Les Parapluies de Cherbourg filmi geliyor. Hoşgörüsüzlük beni de mi çevreliyor yoksa?)
2007 yılı yapımı olan bu filminde Ken Loach bugünün Londra'sında göçmen işçilerin durumunu onları sömürenlerin gözünden anlatıyor. İşçi sınıfından gelen, 10 yıllık işinden kovulunca Londra’da bir barın arka tarafında ortağıyla birlikte kendi işçi bulma şirketini kuran ve göçmen işçilere iş bularak onların üzerinden kendi komisyonunu kazanmaya başlayan başroldeki Angie'nin nasıl sömürülenden sömüren sınıfına geçtiğini, kapitalizmin şerrinden etkilenerek oldukça Makyavelist bir tutumla (aslolan amaçlardır, bu amaçların hangi yolda elde edildiği ise o kadar önemli değildir !) hızla hedeflerine ulaştığının öyküsüdür film. Hırslı işveren konumuna geçen Angie için çalışmak her ne pahasına olursa olsun para kazanmaya, hayat standardını yükseltmeye dönüşecek, para kazandıkça başka kimseyi umursamayan bir canavar haline gelecektir. Filmin (ya da hayatın mı desem ?) en can alıcı noktasında birikmiş ücretlerini alamayan göçmen işçiler için Angie'nin ortağına ettiği laf hayli manidardır: "Burası özgür bir dünya ! Sen istersen kendi payınla öde ama ben ekmeğime bakarım yani 5 kuruş bile vermem onlara !"
Dünya ne kadar özgürse sömürmek de o kadar serbest !

"Öğretmenler Günü" hatıra parasının tasarımı İstanbul Darphanesi Heykeltraşlarından Suat Özyönüm'e aittir. Suat Özyönüm'ün ifadesiyle tasarladığı desen şu anlamlarla yüklüdür: "Bizi karanlıktan kurtaran, çevremizle ilişkimizi kuran, bizi yönlendiren, aydınlatan öğretmenlerimizin önünde saygı ile eğiliyorum. Öğretmenler bizim güneşlerimizdir. Başöğretmen Atatürk 'Bu dünyada her şey insan kafasından çıkar. Bir insan başının ifade etmeyeceği hiç bir şeyi tasavvur edemiyorum' demiştir. Bu anlamlarda insan başını (yani öğretmen) ve güneşi (yani bilgi) kullanmakla öğretmenlerimizi yüceltmek, onları hak ettikleri şekilde göstermek istedim. Bunun dışında 24 Kasım Öğretmenler Günü için tasarlanan paranın komposizyonu yanında, bilgilerin bize aktarıldığı kara tahtayı, kitabı ve bir takım sembolleri kullanarak kompozisyonu zenginleştirmeyi amaçladım. Ön planda insan başı, alnında güneş var, güneş parıldıyor ve aydınlatıyor, kara tahta ile kitap içinden de öğretmen yüceliyor”. Daha ayrıntılı bilgi için bakınız: Darphane ve Türk Nümismatik Derneği Bültenleri
Ken Loach’u bütün dünyaya tanıtan 1969 yapımı Kes filmine adını veren kuşun kerkenez olması özgürlükle ilintili, çünkü kerkenez ortaçağda alt sınıfın sahip olmasına izin verilen tek avcı kuşu... Üst sınıflara mensup bireyler diğer yırtıcı kuşları eğitebilirken, alt tabakalar sadece kerkenezle haşır neşir olabiliyorlar. Diğer kuşları eğitebilme özgürlüğüne sahip değil alt tabakadan gelenler !
Kes filminin uyarlaması üzerinde çalışan Ken Loach filminde oynatacağı Billy Casper'ı bulabilmek için Barnsley bölgesindeki üç okulu incelemiş. Bu rol için seçilen David Bradley de tıpkı romandaki Billy gibi işçi sınıfına ayrılmış konutlarda oturan, Barnsleyli bir madenci ile bir terzinin oğlu olarak içindeki potansiyel keşfedilmeyecek, ne olacağı Billy gibi baştan belirli bir çocukken bu filmle hayatı değişmiş olacaktır. Yıllar sonra şöyle diyecektir David Bradley: “14 yaşındaydım, İngiltere’ nin kuzeyinde yaşayan bir işçi çocuğu olarak sistemin bana sunduğu çok fazla seçenek yoktu. Benim kerkenezim Ken Loach oldu !” Kimbilir, belki de hiçbir oyunculuk deneyimi olmayan David Bradley’in Kes filminin unutulmaz Billy Casper'ını gerçekten inanılır kılabilmesinin belki de en büyük nedeni, kendisinin de aynı hayat koşullarının içinden geliyor olmasıdır.
Olmadık imgeler olmadık imgelere yol açar ! Kes filmi de bana Cem Karaca'nın "işçisin sen, işçi kal !" dizelerini ve dolayısıyla "Tamirci Çırağı" şarkısının ezgisini anımsatıyor elimde olmaksızın...