30 AĞUSTOS ZAFER BAYRAMI'MIZ KUTLU OLSUN!
Sinema ve kültür-sanat ağırlıklı, hayata dair kişisel izler.
Daniel Clowes’un aynı adlı çizgi romanından uyarlanan, Terry Zwigoff’un 2001 yapımı Ghost World / Hayalet Dünya filmi, Amerikan bağımsız sinemasının en iyi örneklerinden. Ghost World, usul usul aklınıza gelebilecek her şeye, en başta ırkçılığa, kapitalizme, mantıksızlığa, aptallığa, sanata, aile kavramına güzel güzel dokunduruyor, izleyeni şaşırtıyor ve usunuzda hüzünle karışık bir tat bırakıyor. 

Çok sevdiğiniz ama birlikteyken kanıksanmış bir sevgiyi yaşadığınız için çok da farkında olmadığınız, ayrı bir birey olarak karşınızdakinin hissettiklerini hiç bir zaman anlayamadığınız birini kaybedince, hayatı O’nun gözlerinden görmeye çalışmanın nasıl olabileceği üzerine Doris Dörrie oldukça iyi bir senaryo yazmış ve senaryoyu Almanya – Japonya hattında hem görsel hem de duygusal açıdan çok güzel bir filme dönüştürmüş.
Japon kültürünün en hoş dışavurumlarından biri olan "Butoh Dansı" filmde köşetaşlarından biri. II. Dünya Savaşı’ndan ağır bir yenilgiyle çıkan Japonların kendilerini ifade etme dansı diyebileceğimiz Butoh “gölgelerin dansı” olarak da biliniyor ve 1950lerle birlikte gelişmiş bu dans. İçsel özgürlüğe kavuşmanın bir yolu diyebileceğimiz Butoh Dansı filmde ana kahramanlardan hayatı boyunca hep belirli bir sistematiğin içinde yaşamış olan Rudi’nin yeterince tanıyamadığı karısı Trudi’yi kaybetmesinin ardından, hep karısının hayalini kurduğu Butoh dansçısına dönüşmesiyle hoş bir anlam kazanıyor.(Trudi'nin Butoh Dansı'nın keşfetmesine sebep olan Japon dansçısı Tadashi Endo'dur, filmde kendisi olarak yer almaktadır ve şuradan da çalışmalarına ulaşabilirsiniz.)
Butoh dansçıları, beyaza boyadıkları yüzleriyle kendilerini nötrleştirerek cinsiyetlerden sıyrılırlarmış. Geleneksel olarak durağan beyaz yüz, bastırılmış insanı temsil edermiş ama Butoh dansçısının beyazlatılmış yüzü dinamikliğin göstergesiymiş. Aynı zamanda masumiyet, endişe, korku ve sonsuzluk gibi ifadeleri de içerirmiş beyaz yüz. Müşfik Kenter'i kaybettiğimizin haberini geçiyor ajanslar... Belleğimde her zaman Arzu Tramvayı'ının Stanley'i ve Sevmek Zamanı'nın Halil'i olarak hiç unutulmayacak sevgili usta oyuncu Müşfik Kenter !







Askerlerin kaçma teşebbüsleri planladıkları gibi gitmez, Mudon esir kampına gönderilmek üzere İngilizler tarafından yakalanırlar. İngiliz komutan, çok yakındaki dağlık bölgede başka bir Japon birliğini teslim olmaya ikna etmek üzere aralarından bir Japon askerini göndermelerini isteyince, Mizushima gönüllü olur. Dağdaki arkadaşlarını ikna edecek daha sonra da Mudon esir kampına kendi imkanlarıyla ulaşıp arkadaşlarının arasında katılacaktır. Dağdaki Japon birliği teslim olmak yerine, ölümüne savaşmayı tercih eder. Ağır İngiliz saldırısında Mizushima dışındaki tüm Japon askerleri ölür. Mizushima’nın Mudon kampına götürülen kendi birliğindeki arkadaşlarına kavuşma yolunda karşılaştığı çürümeye terkedilmiş korkunç haldeki Japon askerlerinin cesetleri tüm bakış açısını değiştirecek, büründüğü Budist rahip giysileri içinde kendisine farklı bir misyon edinecektir.
Koşulların bir nebze olsun iyileştirilmesi için başlayan direniş hareketleri, yürüyüşler ve eylemler, Burma'nın Demokratik Sesi (DVB) adı altında birleşen video gazetecilerinin an be an gizledikleri el kameralarıyla mümkün olduğu ölçüde belgelenmiş. Her an yakalanma ve öldürülme riskiyle karşı karşıya olan bu bir avuç gazeteci, askerler tarafından bir kez yakalanıp açığa çıktığı için Tayland’a kaçmak zorunda kalan Joshua takma adlı gazeteciye görüntüleri ulaştırmaya çalışmış. Yönetmen Anders Østergaard, bu cesur video gazetecilerinin çekimlerini başka bir işlemden geçirmeden, mevcut görüntülerle bir araya getirmiş ve üzerine çekimleri yapanların çekim anındaki yaşadıkları duygulu anlar, muhabirlerin belge aktarımları sırasında birbiriyle olan telefon görüşmeleri eklenince oldukça etkileyici bir yapıt izleyiciye sunulmuş.
Laura Bowman pasaport yerine geçecek çıkış belgesini elçiliğe giderek almasına hemen alır ama uçağa falan binmez. Sokakta şans eseri rastladığı, eski tarih profesörü yeni gayriresmi turist rehberi U Aung Ko ile tanışır, turistik geziden daha ötesini görmek için bu bilge kişiyi kiralar ve de asıl film bu noktada başlar !

Luc Besson’un, "çelik orkide" lakabı da takılmış bu harika kadın Aung San Suu Kyi’nin mücadelesinden, kişisel mutluluğunu ülkesinin demokratik özgürlüğüne feda etmesinden etkilendiğini zannediyorum. Yönetmen, Rebacca Frayn’ın, üç yıl zarfında, Aung San Suu Kyi ile temasta olan kişilerle de görüşerek tamamladığı senaryosu üzerinden filmini kotarmış; üstelik bir el kamerasıyla turist gibi gittiği Burma’da da gizli çekimler gerçekleştirmiş. Fakat yönetmenin belirttiği gibi The Lady filmi öncelikle Aung San Suu Kyi ile akademisyen-yazar kocası Michael Aris’in zorunlu olarak ayrı kalmalarına, gelişen tüm engellere karşın, yılmadan, bitmeden süren büyük aşklarının öyküsü... 
Filmde, Suu Kyi’nin Burmada’ki çabaları, rejimin kendisini yıldırmak için yaptıkları, ev hapsinde tutulduğu sürede yaşadıkları, eşi Michael’in güvenliğini biraz olsun artırabilmek amacıyla, Suu Kyi’nin Nobel Barış Ödülü alabilmesi yönündeki çalışmaları (-Bu ve benzeri konularda onlara yardım maksadıyla, Desmond Tutu'nun çabaları da aktarılmış filmde.-), çocuklarının durumu, özlemleri oldukça dozunda tutularak yansıtılmış. Gandhi'nin pasif direnişini örnek alan muhteşem kadın karakterimiz, bir film karakteri değil! Gerçekten yaşıyor ve durum, henüz pek de değişmiş değil oralarda... Aslında anlatılan Suu Kyi ve Michael Aris arasındaki güçlü aşk olduğu için de, ülkenin yıllardır yaşadığı şiddet hep biraz daha arka planda tutulmuş. Ancak elbette "ne olup bitiyor, nasıl bir yönetimdir" farkına vardırtılıyorsunuz ister istemez. 
Filmin esas oğlanı aynı zamanda bir dış ses olarak izleyiciye tüm olanları anlatmakta, yorumlar yapmaktadır. Bu dış sesi filmde ünlü yönetmenlerden Bertrand Tavernier seslendirmiştir. Kızlardan biri ana kahramanının sürekli karşılaştığı ancak daha sonra ortadan birden kaybolan, daha üst sınıfa ait olduğu her halinden belli olan Sylvie, diğeri ise delikanlının ortalarda görünmeyen Sylvie’yi boş olduğu tüm zamanlarda rastlaştığı sokaklarda ararken bir şeyler atıştırmak için keşfettiği pastahanede çalışan Jacqueline adındaki genç bir kızdır.
Delikanlı için her gün pastahaneye uğrayıp kurabiye, tart ve benzeri ürünler almak rutin haline gelirken Jacqueline ile küçük sohbetleri de başlayacaktır. Delikanlının kafasının içinden geçenleri sürekli didaktik bir biçimde izleyiciye aktaran dış ses aynı zamanda delikanlı ne yapacak, nasıl bir karar verecek diye izleyiciyi meraklandırır da… Yavaş yavaş ahlaki açıdan delikanlıyı sorgulamaya başlarız acaba delikanlı ortalarda görünmeyen kendi sınıfından olan kızı yeniden bulacak mı ya da kendi sınıfından olmayan pastahanedeki genç kızla mı yoluna devam edecek diye 23 dakika boyunca sıkıntılar içine gireriz. Aşk sınıfsal ayrımcılığı yok sayabilir mi, kendi düzeyinde olmayan birine umut vermek ahlaksızlık mı, ahlak sadece ağızlarda gevelenen bir durum mu gibi düşünceler içerisinde kendinden emin, kibirli delikanlının notunu veririz gayri ihtiyari ! Daha fazla film üzerine ipuçları vermeden, Paris’te 8 ile 17 bölge sınırında olan Villiers metrosu yakınındaki caddelerle Monceau Parkı arasında, 1962 yılının Paris’inde siyah-beyaz dolaşmak filmden aklımda kalan en hoş noktaydı diyerek sonlandırıyorum bugünkü günce notlarımı.
Türk Sineması'nın en özgün yönetmeni Metin Erksan,
4 Ağustos 2012'de aramızdan ayrıldı.
Sinemamızın az sayıdaki ‘auteur’lerinden biri olan Metin Erksan, tüm filmlerini kendine özgü sinema diliyle anlatmıştır. "Sinema kültürdür" diyen Metin Erksan, benim için en çok her karesini fotoğraf haline getirip saklamak istediğim muhteşem filmi
Sevmek Zamanı demektir.