
20 Mart 2013 Çarşamba
Dans La Maison

İzdüşüm(ler)
GÜLÜMSETEN YÖNETMENLER,
SİNEMA
18 Mart 2013 Pazartesi
15 Mart 2013 Cuma
Tren Öyküleri V ve "Tickets"
Tamamı,  izleyiciler olarak dahil olduğumuz  Innsbruck’tan  başlayarak Roma’ya yolculuk eden trende geçen, 2005 yapımı   Tickets / Biletler  filmi,  farklı uluslardan  üç yönetmeni; İtalyan Ermanno Olmi, İranlı Abbas Kiyarüstemi ve İngiliz Ken Loach’ı bir araya getirmiş. Ermanno Olmi’nin öyküsünde yaşlı bir profesör, Abbas Kiyarüstemi’nin öyküsünde ölmüş bir  generalin çekilmez yaşlı karısına zorunlu sosyal hizmetini yapmakta olan genç bir İtalyan delikanlı ve Ken Loach’ın öyküsünde Roma'ya futbol maçına gitmekte olan üç İskoç yeniyetme ön plandalar. Elbette inen, binen genç, yaşlı, üzgün, mutlu, yoksul, zengin, farklı uluslardan pek çok yolcu tüm öykülerin odak noktasında ama özellikle  Ken Loach’ın çektiği bölümdeki İskoçların olduğu öyküde,  göçmen Arnavutlar'ın durumu kalbinize dokunuyor.


Tickets / Biletler filmi elbette tamamı trende geçtiği için kalbimi fethetmiyor, seneler seneler önce, çok uluslu pek çok yolcuyla birlikte yaptığım tren yolculuğumu da anımsattığı için ve de filmden sahnelerle benzerlikler kurduğumdan dolayı tekrar tekrar anımsanacak bir film oluyor benim için. İşte bu yüzden olsa gerek, bir zamanlar "Sanal Boğuntular" isimli e-zine'mizde yayımlamış olduğumuz 1990 yılının Mayıs ayında yaptığım Köln-Paris tren yolculuğunun içinde buluverdim bir anda kendimi.
"Mayıs 1990/ Köln - Paris
Koca bir torba sandviç, kim yiyecek bunları? Zaten karnımız tok, sabah kahvaltı yapmışız. Elbette yiyecek bir şey satın alabiliriz, o kadar paramız var şu an cebimizde… Üstelik tren akşam geç saatte kalkıyor. Yani bütün gün Köln sokakları bizimdir! Önce şu ağır bavullardan kurtulmak gerek, emanetçi arıyoruz. Buluyoruz. Modern tabii buralar, bavula uygun dolap bulunacak, para ödenecek, jeton alınacak, bavul dolaba, jeton dolap kilidine atılacak ve kilitlenecek. Hadi bakalım, doğru Dom Meydanı’na. Tüm amatör sanatçılar iş başında. Keman resitali verenler, meydanın ortasına Mona Lisa çizenler. Ne güzel, ne şenlikli !
Akşam trene biniyoruz, ne kalabalık bu tren. Zar zor boş koltuk bulunuyor, hemen kapının yanında. Hayıflanıyorum biraz, cam kenarında oturmak isterdim doğrusu, akıp gidebilmek için dışarılara da… Başa bela bavullar zorlukla tıkılıyor raflara. Bu tren tüm Avrupa’yı katederek Paris’e ulaştırıyor çoğunlukla öğrenci olan yolcularını. Aşağı-yukarı hepsinde InterRail olmalı. Tren en ucuz ulaşım şekli, üstelik daha güvenli sanırım. Ama bu tren çok gürültülü, üstelik de çok eski, yıpranmış ve aşınmış koltuklar. Kompartımanda 2 Hollandalı kız var, diğerleri Alman. Toplam 8 kişiyiz. Hollandalı kızlar belli ki çok alışkınlar trenlerde yolculuk yapmaya. Tren kalkar kalkmaz hemen küçük yolculuk yastıkları çıkarılıyor ve şişiriliyor. Sonra da boyunlarına koyup uykuya dalmaya hazırlanıyorlar. İmrenerek gözüm takılıyor onlara, 18-19 yaşlarında olmalılar. Büyük olasılıkla hostelde konaklayacaklar Paris’te.
Yolculuğumuz sabah erkenden bitecek, sabahın köründe 6’ya doğru Kuzey Garı’na varmış olacağız. Cebimde bir telefon numarası var. Köln’deki tanıdıklar verdi. Bir Fransız kadınla evli müzisyen bir tandıdıkları imiş. Aramam diye düşünüyorum telefon numarasını alırken. Hiç tanımadığım insanları rahatsız etmek istemiyorum. Herhalde başımın çaresine bakabilirim Paris’te ! Göreceğiz !
Tekerleklerin sesi giderek yoğunlaşıyor, kompartımanlardan sesleri gelen genç insanların seslerine karışıyor. Sınırlardan geçiyoruz didik didik edilerek. Pasaportlar T.C. ya!!! Fransız polisi başımda çok vakit harcıyor. Kompartımandaki herkes gözlerini dikmiş bana bakıyor şimdi. (Tickets / Biletler filminde, profesörün Arvanut ailenin küçük çocuğuna 1 bardak süt götürdüğü sahnedeki profesörü adım adım izleyen tüm gözlere selam olsun!) Polis, uzun bir sure vizemi inceledikten sonra, hatırlatıyor “sadece 7 gün kalabilirsiniz” diye. “Biliyorum” diyorum, zaten okulda sınavlarım var ve dönmüş olmalıyım önümüzdeki haftasonu İstanbul’a. “İstanbul” diyor polis..”Paris kadar güzel.” “Paris’ten daha güzel” diyorum, “gerçi henüz sizin başkenti görmedim ama, yine de fikrim değişmez herhalde…” diye ekliyorum. Ters ters bakıyor polis bana. Pasaportumu veriyor nihayet ve gidiyor. Kapıyı sürgülüyorum. Oh!
Şimdi artık durduğumuz istasyonlardan Fransızlar biniyor. Büyük olasılık Paris’te çalışanlar bunlar ve akşam da aynı yolu dönüyorlar. Yorucu olmalı. İnen 2 Alman’ın yerini 2 Fransız dolduruyor hemen. Biri Cezayir asıllı olmalı, her halinden belli. Gün ışımaya başladı. Hollandalı kızlar, küçük çantaları ile lavabonun yolunu tuttular. Onlar gelince de ben kalktım, diş fırçam ve macunum sıraya girdim koridorda. Bir telaş herkeste. Paris’e yaklaştık ne de olsa…

Kahveler geliyor. Dışarıda ışıltılı bir Paris bizi bekliyor. Çabuk olmalıyız, 7 güne sığdırılacak bir Paris var ellerimizde….”



Tickets / Biletler filmi elbette tamamı trende geçtiği için kalbimi fethetmiyor, seneler seneler önce, çok uluslu pek çok yolcuyla birlikte yaptığım tren yolculuğumu da anımsattığı için ve de filmden sahnelerle benzerlikler kurduğumdan dolayı tekrar tekrar anımsanacak bir film oluyor benim için. İşte bu yüzden olsa gerek, bir zamanlar "Sanal Boğuntular" isimli e-zine'mizde yayımlamış olduğumuz 1990 yılının Mayıs ayında yaptığım Köln-Paris tren yolculuğunun içinde buluverdim bir anda kendimi.
"Mayıs 1990/ Köln - Paris
Koca bir torba sandviç, kim yiyecek bunları? Zaten karnımız tok, sabah kahvaltı yapmışız. Elbette yiyecek bir şey satın alabiliriz, o kadar paramız var şu an cebimizde… Üstelik tren akşam geç saatte kalkıyor. Yani bütün gün Köln sokakları bizimdir! Önce şu ağır bavullardan kurtulmak gerek, emanetçi arıyoruz. Buluyoruz. Modern tabii buralar, bavula uygun dolap bulunacak, para ödenecek, jeton alınacak, bavul dolaba, jeton dolap kilidine atılacak ve kilitlenecek. Hadi bakalım, doğru Dom Meydanı’na. Tüm amatör sanatçılar iş başında. Keman resitali verenler, meydanın ortasına Mona Lisa çizenler. Ne güzel, ne şenlikli !
Akşam trene biniyoruz, ne kalabalık bu tren. Zar zor boş koltuk bulunuyor, hemen kapının yanında. Hayıflanıyorum biraz, cam kenarında oturmak isterdim doğrusu, akıp gidebilmek için dışarılara da… Başa bela bavullar zorlukla tıkılıyor raflara. Bu tren tüm Avrupa’yı katederek Paris’e ulaştırıyor çoğunlukla öğrenci olan yolcularını. Aşağı-yukarı hepsinde InterRail olmalı. Tren en ucuz ulaşım şekli, üstelik daha güvenli sanırım. Ama bu tren çok gürültülü, üstelik de çok eski, yıpranmış ve aşınmış koltuklar. Kompartımanda 2 Hollandalı kız var, diğerleri Alman. Toplam 8 kişiyiz. Hollandalı kızlar belli ki çok alışkınlar trenlerde yolculuk yapmaya. Tren kalkar kalkmaz hemen küçük yolculuk yastıkları çıkarılıyor ve şişiriliyor. Sonra da boyunlarına koyup uykuya dalmaya hazırlanıyorlar. İmrenerek gözüm takılıyor onlara, 18-19 yaşlarında olmalılar. Büyük olasılıkla hostelde konaklayacaklar Paris’te.
Yolculuğumuz sabah erkenden bitecek, sabahın köründe 6’ya doğru Kuzey Garı’na varmış olacağız. Cebimde bir telefon numarası var. Köln’deki tanıdıklar verdi. Bir Fransız kadınla evli müzisyen bir tandıdıkları imiş. Aramam diye düşünüyorum telefon numarasını alırken. Hiç tanımadığım insanları rahatsız etmek istemiyorum. Herhalde başımın çaresine bakabilirim Paris’te ! Göreceğiz !
Tekerleklerin sesi giderek yoğunlaşıyor, kompartımanlardan sesleri gelen genç insanların seslerine karışıyor. Sınırlardan geçiyoruz didik didik edilerek. Pasaportlar T.C. ya!!! Fransız polisi başımda çok vakit harcıyor. Kompartımandaki herkes gözlerini dikmiş bana bakıyor şimdi. (Tickets / Biletler filminde, profesörün Arvanut ailenin küçük çocuğuna 1 bardak süt götürdüğü sahnedeki profesörü adım adım izleyen tüm gözlere selam olsun!) Polis, uzun bir sure vizemi inceledikten sonra, hatırlatıyor “sadece 7 gün kalabilirsiniz” diye. “Biliyorum” diyorum, zaten okulda sınavlarım var ve dönmüş olmalıyım önümüzdeki haftasonu İstanbul’a. “İstanbul” diyor polis..”Paris kadar güzel.” “Paris’ten daha güzel” diyorum, “gerçi henüz sizin başkenti görmedim ama, yine de fikrim değişmez herhalde…” diye ekliyorum. Ters ters bakıyor polis bana. Pasaportumu veriyor nihayet ve gidiyor. Kapıyı sürgülüyorum. Oh!
Şimdi artık durduğumuz istasyonlardan Fransızlar biniyor. Büyük olasılık Paris’te çalışanlar bunlar ve akşam da aynı yolu dönüyorlar. Yorucu olmalı. İnen 2 Alman’ın yerini 2 Fransız dolduruyor hemen. Biri Cezayir asıllı olmalı, her halinden belli. Gün ışımaya başladı. Hollandalı kızlar, küçük çantaları ile lavabonun yolunu tuttular. Onlar gelince de ben kalktım, diş fırçam ve macunum sıraya girdim koridorda. Bir telaş herkeste. Paris’e yaklaştık ne de olsa…

Kahveler geliyor. Dışarıda ışıltılı bir Paris bizi bekliyor. Çabuk olmalıyız, 7 güne sığdırılacak bir Paris var ellerimizde….”
İzdüşüm(ler)
KİŞİSEL,
SİNEMA,
TRENLER,
YOL FİLMLERİ
14 Mart 2013 Perşembe
La cérémonie
Fransız “Yeni Dalga”’sının kimselere benzemeyen ayrıksı yönetmeni  Claude Chabrol’ın birbirinden ilginç filmlerindeki vazgeçilmez oyuncularından biri de sevdiğim  ayrıksı oyuncu Isabelle Huppert’tir.
Ruth Rendell’in ‘A Judgement In Stone’ adlı romanından Claude Chabrol ve Caroline Eliacheff'in senaryolaştırdığı filmde, Fransız burjuva ailesinin başına gelenler izleyiciyi ciddi şoka uğratıyor.

Hizmetçi Sophie’nin (“bilgelik” demektir Sophie bu arada) okuma yazma bilmiyor oluşu, kültürsüzlüğünü hipnotize olmuş gibi salt televizyon seyrederek örtmeye çalışması ayrı bir tezatlıktı filmde. Üstelik odasındaki televizyonun kanallarında dolaşırken birdenbire karşısında TRT Int Avrasya kanalını buluverir.

Ruth Rendell’in ‘A Judgement In Stone’ adlı romanından Claude Chabrol ve Caroline Eliacheff'in senaryolaştırdığı filmde, Fransız burjuva ailesinin başına gelenler izleyiciyi ciddi şoka uğratıyor.


Hizmetçi Sophie’nin (“bilgelik” demektir Sophie bu arada) okuma yazma bilmiyor oluşu, kültürsüzlüğünü hipnotize olmuş gibi salt televizyon seyrederek örtmeye çalışması ayrı bir tezatlıktı filmde. Üstelik odasındaki televizyonun kanallarında dolaşırken birdenbire karşısında TRT Int Avrasya kanalını buluverir.

11 Mart 2013 Pazartesi
Çuha Çiçekleri

Primulaceae (çuha çiçeğigiller) familyasından olan çuha çiçeklerine Karadeniz’de “Mart çiçeği” de denilmekteymiş, ayrıca çoban çiçeği, ayıkulağı, tutya çiçeği, suçiçeği, evvel baharotu, felçotu da olarak da adlandırılırmış baharın müjdecisi bu güzelim rengarenk çiçekler…

8 Mart 2013 Cuma
Dünya Kadınlar Günü
 
 "Dünya Kadınlar Günü" veya tam adıyla "Dünya Emekçi Kadınlar Günü" kutlu olsun! Hatıra paralarımızdaki kadın konulu paralar için buraya, günün anlam ve önemine uygun film için şuraya tıklayabilirsiniz.
İzdüşüm(ler)
KİŞİSEL,
NÜMİSMATİK,
SİNEMA
6 Mart 2013 Çarşamba
Belma Baş’ın Rüzgârları

Poyraz

Zefir
İzdüşüm(ler)
SİNEMA,
TÜRK SİNEMASI
5 Mart 2013 Salı
Kamchatka
Marcelo Piñeyro’nun Marcelo Figueras’la birlikte senaryosunu kotardığı , 2002 yapımı     Kamchatka / Kamçatka filminde 24 Mart 1976  sonrası  Arjantin’deyiz. Bir çocuğun gözlerinden darbe sonrasında neler olup bittiğini izliyoruz. Bir gecede hayatları  değişiveriyor anne-baba-iki erkek çocuktan oluşan ailenin. Avukat baba ve kimyager anne arkadaşlarının gözlerden uzak, Buenos Aires dışındaki evlerine yerleşiyorlar. Etraflarındaki  neredeyse tüm arkadaşları darbeciler tarafından tutuklanmış, durumları hayli zor, güvenebilecekleri kimseleri  yok ve iki çocuklarına çok fazla sezdirmeden bu zor günleri atlatmaya çalışıyorlar.


Bir çocuğun gözlerinden politik bir filmi izlemek daha fazla sarsıyor izleyeni. Marcelo Piñeyro, tarih dersi vermeden, anne-babaya ne olacak diye izleyenin gözüne sokmadan, hoş metaforlarla (darbecilerin Dünya'yı istilaya gelen uzaylılara benzetilmesi gibi) anlatmış anlatmak istediğini.
Meraklısına hemen bir not; Pasifik Okyanusu’nun doğusu ile Ohotsk Denizi’nin batısında yer alan Kamçatka, gerçekte Rusya'ya bağlı bir yarımada. 29 tanesi halen aktif olan yaklaşık 150 volkanı bölgesinde barındıran Kamçatka, sahip olduğu volkanların çokluğuyla "volkanik fenomen" olarak nitelendiriliyormuş ve 19 aktif volkanı UNESCO tarafından Dünya Mirası Listesi’ne alınmış. TEG oyunundaki haritayı gerçek Dünya haritasıyla eşleştirmeyin diyerek ülkemizin de bu oyunda yer aldığını belirteyim unutmadan. Filmdeki TEG kareleriyle noktalıyorum bugünkü günce notlarımı. Ortadaki karede ülkemiz işaretlenmiştir.





Bir çocuğun gözlerinden politik bir filmi izlemek daha fazla sarsıyor izleyeni. Marcelo Piñeyro, tarih dersi vermeden, anne-babaya ne olacak diye izleyenin gözüne sokmadan, hoş metaforlarla (darbecilerin Dünya'yı istilaya gelen uzaylılara benzetilmesi gibi) anlatmış anlatmak istediğini.
Meraklısına hemen bir not; Pasifik Okyanusu’nun doğusu ile Ohotsk Denizi’nin batısında yer alan Kamçatka, gerçekte Rusya'ya bağlı bir yarımada. 29 tanesi halen aktif olan yaklaşık 150 volkanı bölgesinde barındıran Kamçatka, sahip olduğu volkanların çokluğuyla "volkanik fenomen" olarak nitelendiriliyormuş ve 19 aktif volkanı UNESCO tarafından Dünya Mirası Listesi’ne alınmış. TEG oyunundaki haritayı gerçek Dünya haritasıyla eşleştirmeyin diyerek ülkemizin de bu oyunda yer aldığını belirteyim unutmadan. Filmdeki TEG kareleriyle noktalıyorum bugünkü günce notlarımı. Ortadaki karede ülkemiz işaretlenmiştir.




 




