"Girsem mi yoksa girmesem mi?" diye düşünmeyin! Girin!
Biz, öyle yapacağız :-)

Sinema ve kültür-sanat ağırlıklı, hayata dair kişisel izler.
Nihayet, dün sevgili(m) kocam ile onüç gündür (17-30 Aralık) beklediğimiz an geldi!
Hicret'in 1430.Yılı / Bronz
Hicret'in 1430.Yılı / Gümüş
Hicret'in 1430.Yılı / Altın
Mini hazine..!
Ay, bu gece 2009'a veda ederken, hem Dolunay konumunda olacak hem de "Parçalı Ay Tutulması" oluşacak. Türkiye saatiyle akşam 20:00 civarı başlayacak tutulma, dört saat kadar sürecek ve yeni yılla birlikte tutulma da bitecek.
Güzide kurumlarımızdan Darphane, koleksiyonerler için hatıra para da basar. Meraklısı satış mağazasından veya ana binadaki koleksiyoner servisinden bunları edinebilir. Son zamanlarda altın fiyatlarındaki artıştan dolayı, altın içeren ürünleri günün rayicinden satabilmek adına, öğleden sonra fiyat ekranlarına bakarak bunların satışını yapmaya başladı Darphane... Tevekkeli değil, 1226 US$'a dek geçenlerde çıkan Troy (Truva) Oz (Ounce / Ons = ~ 31.1034768 Gr. / Bkz.: Gold Price.org ) şu aralar ~1100 US$ civarlarında seyretmekte. Bu uygulamaya şapka çıkarılır! 17 Aralık 2009'da satışa çıktığı ilan edilen fakat sonradan 4 Ocak 2010'dan itibaren sipariş kabul edileceği ilan edilen Hicret'in 1430.Yılı serisi (Altın, Gümüş Bronz - 3 Hatıra Para) için reva görülen uygulamaya da ses etmeyelim... Peki ya sadece en fazla 250 adet basılacağı ilan edilen YKr. (Yeni Kuruş) ve Kr. (Kuruş) altın tedavül setinin satışının 2. bir talimata kadar (sebep ne acaba?) durdurulmasına ne demeli? Yok, yok özür dilerim! "durdurulmuştur" ibaresi olacaktı... Hayır! Hayır, "durdurulmuştur"..! / "dudu"rulmuştur!!!
Her neyse, "durdurulmuş veya durdurulmuş para setimizi, dudurulmadan (!) evvel tedarik edebildiğimiz için şanslıyız! Koleksiyoner olmak zor iş nitekim ("netekim" değil / haşa!)...
Bu setin bir gümüşü, bir de altını var. Malum işleme maruz kalan sadece altın olanı. Sevgili(m) kocam, eskiden beri nümismatik ile ilgilenirmiş. Hatta çok küçük yaşlardan beri. Ancak hayat şartları ve yoğunluk, ihmalkar davranmasına yol açmış... Bir süredir yeniden bir dönüş yaptı nümismati alemine. Böylece hem koleksiyon zevkini tatmin edebiliyor, hem de "geleceği biriktirerek" bir kültür değeri koruyucusu oluyor. Yatırım için de ideal... Gittigidiyor nam-zat sitede bir 8 Gr.'lık Galata Kulesi hatıra para altını bir ay evvel 600 TL iken, 660'a, en son dün baktığımızdaysa 750 TL'ye dek çıkmıştı örneğin. Altın bu! Çıkar da, düşer de! Malum setse, 3000 TL'dan açılmış, 3350 hatta 3450 TL'yi görmüştü... Şimdi "2.Talimat" gelince bakalım ne olacak? 2.seti edinebilmek için, 2.talimatı bekliyoruz. Bekliyoruz... Bekliyor. Bekle! :-) Olası ilgilenenlere duyurulur: Değerli para setlerimizi banka kasamızda saklıyoruz, evimizde değil ! :-) :-) :-)
Sonradan eklenen ekran görüntüsü! - "Dudu"rulan, listenin en altında..!
Sevdiğim Leh yönetmenlerden Andrzej Wajda, AY'dan İzlenimler'e Kanal filmi ile konuk olmuştu. Kanal filmi ile ilgili notlarıma şöyle başlamışım; 20. yüzyıl Polonya halkı (Lehler) için çok büyük acılar ve yıkımlar getirmiş bir yüzyıl. Önce Naziler tarafından bütünüyle yokedilmeye mahkum edildiler. Ardından Sovyet işgalini yaşadılar ve daha sonra da totaliter bir yönetimin uzun yıllar sürecek baskısına karşı ayakta durmaya çalıştılar. Leh sineması tüm bu yıkımlara karşı Lehlerin sadece sığınaklarından biri olmamış aynı zamanda olanı biteni bize aktaran en büyük anlatıcı da olmuştur. Leh sinemasının ustalarından Andrzej Wajda da Polonya'da sinemasal mücadelenin en büyük ustalarından, yaratıcılarından biridir.

Euripides’in yazdığı, aşkı uğruna kardeşini ve çocuklarını öldürebilecek gözü karalıktaki Medea miti, Pier Paolo Pasolini'nin yönetiminde, sinema tarihinin en iyi mitolojiden sinemaya uyarlamalarından biridir. Pier Paolo Pasolini 1969 yılında Euripides'in ünlü tragedyasından uyarladığı senaryo ile Medea filmini Kapadokya'da yani Güzel Atlar Ülkesi'nde çekmiştir. Medea filminde Medea rolünü ünlü opera sanatçısı, büyük diva Maria Callas üstlenmiştir. Hiç şarkı söylemediği bu filmde Medea ile özdeşleşmiş bir Maria Callas izleriz ve bence bu rolle Maria Callas beyazperdede de devleşmiştir.
Akıllı, bilgili, simyayı bilen güzel prenses Medea kendisine ihanet eden İason yüzünden barbar bir katile dönüşür. Ne denir güzel Türkçemizde: "Yapana değil yaptırana bak !" Elbette barbarlığın hiç bir şekilde bahanesi olamaz ! Özellikle masum iki çocuğun annelerinin elleriyle öldürülmesini, hiç bir mantık kabul edemez diye düşünüyorum. Gerçi mantık, duyguların esiri de olamaz ama işte insan doğasının çelişkiye düştüğü noktalardan birisi de bu.... Medea'nın çocuklarını öldürdüğü sahnelerde kalbim buruluyor.
1977-1978 yapımı bir Türk filmi bu kez AY'dan İzlenimler´in konuğu. "Güneş Ne Zaman Doğacak" filmin adı. Soru işareti yok. Öyle uygun görülmüş. Soyyetler'deki esaret altındaki Türkler üzerinden, Türkiye'nin o zamanki haline eleştirel bir bakış. Asimilasyon ve çeşitli kısıtlamalardan, işkencelerden, anavatan bellediği Türkiye'ye, atavatandan iltica eden bir Türk'ün, filmdeki rol adıyla Yavuz'un yani Cüneyt Arkın (Fahrettin Cüreklibatur)´ın öyküsüdür görünüşte anlatılan... Oysa perde arkasında, arka fonda antiemperyalist yaklaşımları, dönem şartları da gözönüne alındığında, oldukça gerçekçi bir şekilde görmek mümkün. Pay-i taht olarak gördükleri İstanbul'a gelen Yavuz ve kaçışına yardım eden ajan arkadaşı, bir süre sonra hayal kırıklığına uğrarlar. Ahlaki erozyon, seks filmleri, rüşvet, anarşi ve türlü toplumsal rezaletler almış başını gitmiştir.
Yavuz, kaçarken bir askeri öldürdüğünden, ikili antlaşmalar gereği, geldiği ülkeye (filmde muhtemelen politik/diplomatik bir sorun çıkmaması için açıkça ülke adı verilmiyor - Yavuz'un geldiği yer ise Kırım-Kafkaslar veya Türkistan olabilir / bu da net değil) iade edilmesi gerekmekte olduğundan, arkadaşıyla beraber, istihbaratın gözetiminden kaçarak, İstanbul halkının arasına karışırlar... Bir nişan eğlentisinde, bir kasabın kızını canlandıran Oya Aydoğan ile tanışır Yavuz ve olaylar gelişir...
Film boyunca çarpıcı, bazen abartılı olabilecek toplumsal saptamaları görürüz. Misal, zengin bir ailenin çöpe attığı yemek artıklarına saldıran aç adam, Beyoğlu'nda sinema önündeki seks filmi çığırtkanı... Gazetelerdeki anarşik olaylar ve toplumsal yozlaşmaya (dejenerasyon) hatta orman yangınlarına ilişkin haberler...-ithaf-SON.jpg)
Vikipedi / Kahramanmaraş Olayları
IMDB
SinemaTürk
Yönetmen Mehmet Kılıç'la Röportaj
Filmde sıkça geçen "Güzel Türkistan" adlı türkünün hem Türkiye Türkçesi, hem de Türkistan Türkçesi ile sözleri :
GÜZEL TÜRKİSTAN
Güzel Türkistan sana ne oldu?
Seher çağında güllerin soldu
Bağ bahçeden berbad, kuşlarda feryat
Hepisi bir mahzun...olmaz mı dilşad?
Bilmem niçin kuşlar uçmaz bahçelerde...?
Birliğimizin sarsılmaz dağı
Ümidimizin sönmez ışığı
Birleş ey halkım, gelmiştir çağı
Bezensin şimdi Türkistan bağı
Uyan halkım, bitsin artık bunca zulümler.
Bayrağını al, kalbin uyansın
Kulluk, esaretin herşeyi yansın
Kur yeni devlet düşmanlar ürksün
Yüce Türkistan göklere değsin
Yayıl, yeşer öz vatanın gül bağlarında.
GUZEL TURKISTAN
Guzel Turkistan, sanga nime boldi
Seher vahitsiz kullerning soldi
Qamanlar barbat, kuxlar hemmi paryat
Hemmisi mahzun, bolmaz mu dilxat
Bilmeymen nimixka kuxlar uqmaz bahqalarda?
Birligimizgin teprenmes tagi
Umudimizning sonmez qirakgi
Birlex ey halkim, kelkundur qagi
bezeysung hazir Turukistang bagi
Kozgal ey halkim Tugising hazir bu ixkenqeler
Bayraggini al, ureggin kozlansing
Kulluk, asaretging hemmisi od ketsin.
Kil yene dolet, duxmanlar korksung,
Yuce Turkestang, koklerge teksin
Yeygil, yexedu oz votening gul baglarida.
(- aşağıdaki versiyon/sürüm daha farklı bir yazım ile - )
GO'ZAL TURKISTON
Go'zal Turkiston, senga ne bo'ldi?
Sahar vaqtida gullaring so'ldi.
Chamanlar barbod, qushlar ham faryod,
Hammasi mahzun. Bo'lmasmi dil shod?
Bilmam ne uchun qushlar uchmas boqchalaringda?
Birligimizning tebranmas tog'i,
Umidimizning so'nmas chirog'i.
Birlash, ey xalqim, kelgandir chog'i,
Bezansin endi Turkiston bog'i.
Qo'zg'ol, xalqim, yetar shuncha jabru jafolar!
Ol bayrog'ingni, qalbing uyg'onsin,
Qullik, asorat - barchasi yonsin.
Qur yangi davlat, yovlar o'rtansin.
Yayra, yashna o'z Vataning gul bog'laringda!
Not : Bu türkünün bir çok farklı sürümü vardır. Bazı sürümlerinde bazı sözler değişik olmakla beraber, temelde aynı ezgi üzerine bina edilmiş aynı söylemle karşılaşırız... Bestecisi bilinmemekle birlikte, ulu şair Abdülhamit Süleyman Çolpan tarafından yazılmıştır bu muhteşem türküye temel olan şiir. "Fergana" sözcüğünün "Türkistan" olarak değiştirildiği ve bunun da meşhur Türkistan Lejyonları zamanında yapıldığı rivayet olunur..!

Ayrı birey AY Hanım ile AY Tanrıçası kızı yağmurlu bir günde gazete bayilerinde Öküz dergisinin son sayısını arıyorlardı. Yıl 2001, aylardan Kasım'dı. Sordukları dört gazete bayisinde "kalmadı" yanıtını almışlardı. Tünel'de başladıkları yürüyüşlerinde, yavaş yavaş İstiklal Caddesi'nin Taksim tarafındaki girişine yaklaştıklarında, görür görmez başka bir gazete bayisini, telaşla annesinin elini çekiştirdi AY Tanrıçası ve uyardı naif bir biçimde; "Anne sor bakalım 'Kuzu' muydu neydi senin aradığın dergi; var mıdır burada ?"
Filmi hayli genelleyerek, adı belli olmayan fotoğraftaki ziyaretçinin (Terence Stamp bu rolü üstlenmiş) Milanolu bir burjuva ailesini ziyareti süresince aile bireylerine getirdikleri ve gittikten sonra götürdükleri diye özetleyebiliriz. Ziyaretçinin adı dışında neden burjuva aileyi ziyaret ettiği, ne maksatla orada olduğu ve daha sonra gittiğinde de neden gittiği belli değildir. Ziyaretçi, evin hizmetçisinden başlayarak, evin oğlunu, evin annesini, evin kızını ve son olarak da evin babasını etkisi altına alarak cömertçe vücudunu onlara sunar; her birini baştan çıkarır. Aniden gizemli gidişi, evdeki bireylerin radikal bir biçimde dönüşmelerine yol açacaktır. Kimdir arkasında düzelmeyecek derin izler bırakan bu yabancı ziyaretçi? Tanrı mı yoksa Şeytan mı? Yabancının gidişinin ardından, dinsel takıntıları olan evin hizmetçisi mucizeler gerçekleştiren bir ermişe, hassas oğulsa kaçık ve tuhaf bir ressama, baskı altında olduğu sezilen sakin sessiz anne seks düşkünü bir kadına, evin ürkek kızı katatonik bir hastaya, hükmeden ezici baba da çıplak bir seyyaha dönüşür ! Tüm bunları izler ama bir anlam veremeyiz ya da genelleme yapmamış olayım, ben anlamlandıramadım. Hayatlarımızdaki anlamlandıramadığımız noktaların Pasolini tarafından beyazperdeye aktarıldığını düşünüyorum. Pasolini'nin de belirttiği gibi "Teorema'yı anlamak çok önemli değil, ziyaretçinin Tanrı mı yoksa Şeytan mı olduğu yorumunu tamamen izleyiciye bırakıyorum. Gelenin Mesih olmadığı belli ama doğa üstü bir güç, kesinlikle kutsal bir varlık !" diye başlayan sözlerini "Ben Tanrı deyince Katolik bir Tanrı'yı kastetmiyorum." diye sürdürüyor Pasolini. "O herhangi başka bir dine ait olabilir. Bütün dinler cahiller (köylüler) içindir. Endüstri toplumuna geçerken yaşadığımız sıkıntı da budur, hayatı dinle çözemezsiniz ama cehalet ölmediği için içimize gömülü yaşamaya devam etmektedir, edecektir. Teorema'da da burjuva ailesinin içine gömüldüğü işte bu cehalettir!"

Üniversitedeyken izlemiştim Patrice Chaplin'in aynı isimli romanından uyarlanan, Mary Lambert'ın yönettiği, 1987 yapımı Siesta isimli kült filmi. Filmi sinemada izler izlemez hemen müzik kasedini almıştım. Müzikler Marcus Miller ve Miles Davis'e ait. Miles Davis'in soloları hakikaten cezbedici. Müziklerin (olmayacak zamanlarda anımsayacak kadar) pek çok tınısı kazınmıştır beynime. Uzun bir süredir filmin DVD'sini arıyordum. Buldum sonunda, edindim ve geçenlerde izledik.
Sevgili Alman arkadaşım, kendi elleriyle hazırladığı Bremen Mızıkacıları kartpostalı eşliğinde göndermiş yine kendi elleriyle yaptığı yeniyıl süslemeleri renklerindeki armağanlarımızı. Hava soğuk ve evde Noel hazırlıkları yapıyoruz diyor arkadaşım. Oralarda her şey ve her yer tamamen Noel modundadır şimdilerde... 
80 yaşındaki Don Justo kayıp köpeğinin görüldüğü San Julian şehrine gitmek için oğlu ve geliniyle birlikte yaşadığı evden kaçar.
Arabasıyla şehirden şehire dolaşan bir seyyar satıcı olan Roberto müşterisi olan ama farklı duygular beslediği dul bir kadının çocuğuna doğum günü hediyesi olarak ısmarladığı pastayla birlikte San Julian'a doğru gitmektedir. 
- Yekta (Yeşim Tozan):
"Göstermek daha mı önemli? Her gördüğünü gösterebiliyor musun?
Söylesene, her gördüğünü gösterebiliyor musun? Rüyalarının fotoğrafını çekebiliyor musun?
Işığın yetiyor mu? Netliğini ayarlayabiliyor musun? Görmeyi, sadece görmeyi biliyor musun?
Hem, ne göstereceksin? Haberleşmek için mi? Kimlerle? Kendinle habersiz kaldın mı hiç?
Gösterilemeyen şeyler görüyorum hep.
Gör! Sadece Gör!
Ne olursun, o fotoğraflara görmek için bak!
Görüyor musun? Görüyor musun Nuran..?"
http://www.atlantikfilm.com
><(((*>
><(((*>
><(((*>
><(((*>
><(((*>
><(((*>
Geçtiğimiz Pazar günü, ayıptır söylemesi, canımız hamsi çekti. Çoğu kez balık aldığımız güvenilir bir balıkçıdan, yeni tutulmuş hamsi aldık ve eve geldik. Akşam yemeği için hamsileri hazırlarken, hamsilerle beraber yengeç parçaları ve bir adet denizatı da çıktı balıkçının paketinden!
Bir zamanlar Boğaz sularındaki denizatları gibi olan İstanbul halkı, günümüzde, şu cenazesini kaldırdığımız zavallı denizatı gibi oldu sanki. Dünya, şehir, çevre ve deniz can çekişmekte! Gezegenimizin en sevimli deniz canlılarından olan bu muhteşem yaratıkları, kızımın çocukları, olası torunlarımız, belki de göremeyecek; ancak fotoğraflardan, videolardan tanıyacaklar.
Bir önceki kayıtta bahsettiğim iguanama, uzaktan akrabası olan ejderimiz, evimizi tanıtmakta!
Barcelona'da yaşayan zengin Kont Eusebi Guell gücünü simgeleyecek bir “şehir parkı” tasarlaması için ünlü İspanyol mimar Antoni Gaudi'ye başvurduğunda yıl 1900 imiş. Parc Guell'in inşası tamamlandığında Gaudi ve işvereni Eusebi Guell parkta dolaşırken Gaudi'nin Guell'e; “Kimi zaman, sadece ikimizin, bu mimariden hoşlanan insanlar olduğumuzu düşünüyorum”... dediğini ve Guell'in de hemen şöyle yanıtladığı söylene gelmiştir; “Ben senin mimarlığını sevmiyorum, sadece saygı duyuyorum!”
Sofia Coppola'nın yazıp yönettiği, 2003 yapımı "Lost in Translation" / "Bir Konuşabilse..." filmi, ilk izleyişin üzerinden biraz zaman geçirmek kaydıyla, tekrar tekrar izlenilebilecek filmler arasındadır bana göre...
Bob, reklam çekimleri dışında, ne yapacağını bilemez halde odasında oturup ya da otelin barında dolanırken, Charlotte ise, otel odasının penceresine tüneyerek uzaklara dalıp gitmeyi tercih ediyor. Birbirinden tamamen farklı bu iki yalnız insan tanışırlar ve salt bulundukları yabancı kenti değil birbirlerini ama en çok kendilerini keşfetmeye başlarlar. Hızını alamayan Charlotte, Kyoto'ya, eski tapınaklara dek yalnız başına uzanırken, Bob'u Tokyo gece hayatının içine de sürükler sonraları! Önceleri otelin barında zaman geçirmek için sınırlı sohbetler olarak başlayan iletişimleri, giderek zaman zaman hiç konuşmasalar bile, aslında çok şeyi paylaştıkları duygusunu yansıtıyor izleyiciye. Hem kendi içlerinde bulundukları anlamsızlık gideriliyormuş gibi hissediyoruz, hem de daha fazla sorgulamaya başladıklarını gözlemliyoruz hayatlarını. Tuhaf, adlandıramadığımız veya en azından benim adlandıramadığım bir yakınlaşma oluyor aralarında.
Filmin sonlarında, Bob’un, Charlotte’un kulağına fısıldadığı son sözcükleri duymuyoruz. Son sözcüklerin içeriğinin yorumlanmasının, bütünüyle izleyiciye bırakılmış olması, sanırım filmde en sevdiğim noktalardan biri (Hemen pek klişe sözlerimi buraya ekleyeyim: Hayat hayalleriniz kadardır ! Bu sebeple o sözcükleri de hayal ediniz !!!) ...
Lilac Wine
I lost myself on a cool damp night
I gave myself in that misty light
was hypnotized by a strange delight
under a lilac tree
I made wine from the lilac tree
put my heart in its recipe
It makes me see what I want to see
and be what I want to be
When I think more than I want to think
I do things I never should do
I drink much more than I ought to drink
Because it brings me back you...
Lilac wine is sweet and heady, like my love
Lilac wine, I feel unsteady, like my love
Listen to me... I cannot see clearly
Isn't that she coming to me nearly here?
Lilac wine is sweet and heady, where's my love?
Lilac wine, I feel unsteady, where's my love?
Listen to me, why is everything so hazy?
Isn't that she, or am I just going crazy, dear?
Lilac Wine, I feel unready for my love,
feel unready for my love.
~ ~ ~
Leylâk Şarabı
Serin, nemli bir gecede kaybettim kendimi
Bıraktım o sisli puslu ışığa
Bir leylâk ağacının altında
Tuhaf bir zevkle uyuştum
O leylâk ağacından şarap yaptım
Tarifine kalbimi kattım
Çünkü görmek istediklerimi gösteriyor bana
ve götürüyor olmak istediğim yere
Düşünmek istediğimden fazla düşündüğümde
hiç yapmamam gereken şeyler yapıyorum
Lüzumundan fazla içiyorum
çünkü geri getiriyor bana seni...
Leylâk şarabı tatlı ve inatçı, aşkım gibi
Aşkım gibi kararsız hissediyorum leylâk şarabı
Beni dinle ... Açıkça göremiyorum
Beni görmeye gelen O değil mi??
Leylâk şarabı tatlı ve inatçı, aşkım nerede?
Aşkım gibi kararsız hissediyorum leylâk şarabı
Dinle beni, neden her şey bu kadar bulanık?
Gelen O değil mi yoksa ben mi deliriyorum?
Leylâk şarabı, aşkım için hazır değilim
hazırlıksız hissediyorum kendimi...