Michelangelo Antonioni'nin filmleri beklentiniz doğrultusunda sonuçlanmıyor. Bunu 1960 yapımı L'Avventura / The Adventure / Serüven filmi ile bir kez daha anladım. Filmin sonunda aniden karşınıza çıkan "FINE / SON" yazısı ile filmin bittiğinin ayırdına varıyorsunuz ama geride bir dolu soru yanıtsız kalıyor. Antonioni'nin yalnızlık/yabancılaşma üçlemesinin ilk filmi L'Avventura. Bu filmi 1961'de La Notte / The Night / Gece ve 1962 yapımı L'Eclisse / Eclipse / Tutulma izliyor. L'Avventura ve L'Eclisse filmlerinin başrol oyuncusu Monica Vitti, Antonioni'nin ilk renkli filmi olan Il Deserto Rosso'da da (1964) başrolde. Akşam L'Avventura filmini izlerken tuhaf bir izlenime kapıldım (henüz üçlemenin ikinci ve üçüncü filmlerini izlemiş değilim); bu filmdeki Claudia karakteri (Monica Vitti canlandırıyor) giderek bunalıma düşmüş ve Il Deserto Rosso'daki Giuliana karakteri olmuş gibi. Bu sebeple bir bakıma Antonioni'nin yalnızlık/yabancılaşma üçlemesinin dördüncü ve de kapanış filmi gibi Il Deserto Rosso.
L'Avventura , kaybolana dek filmin ana karakteri gibi duran Anna, Anna'nın sevgilisi Sandro, Anna'nın yakın arkadaşı Claudia'nın bir grup başka burjuva ve aristokrat bireylerle İtalyan adalarına yaptıkları yat gezisi ile başlıyor. Sevgilisi ile sürekli ilişkisini sorgulayan Anna yatın demirlediği bir adada birdenbire ortadan kayboluyor. Yer yarılıp da içine giriyor sanki. (Olmadık imgeler olmadık çağrışımlara yol açar ya bu kayboluş da bana Peter Greenaway'in Hanging Rock'ta Piknik filmini çağrıştırdı.) Anna'nın bu bilinçli yok olmayı tercih edişinin ya da kazara ölümünün ya da öldürülmesinin, her ne ise bir türlü öğrenemeyeceğimiz bu kayboluşun ardından Anna'nın sevgilisi Sandro ve yakın arkadaşı Claudia birlikte Anna'yı arıyorlar. Bu arayış çerçevesinde İtalyan burjuvasinin sergilerde, balolarda, yemeklerde, gezilerde süregelen etkinlikleri eşliğinde ilişkilerin, birlikteliklerin, arkadaşlıkların ne kadar sığ, yavan, göstermelik olduğunu, bireylerin birbirleri ile iletişemediğini, bulundukları noktaya sıkışıp kaldıklarını, etraf ne kadar kalabalık ise kalplerin o kadar boş kaldığını Antonioni hiç acele etmeden, inanılmaz güzellikteki siyah beyaz görüntülerle zaman zaman içimizi acıtarak bize anlatıyor. Sandro ve Claudia'nın arasında başlayan önce direnmeye çalıştıkları ama başaramadıkları yakınlaşma (aşk mı acaba?) çözüm olacak mıdır, yoksa durumu daha da ironikleştirip aşkı aranılan ama erişilemeyen olgu mu kılacaktır? Birbirlerine her fırsatta birbirlerini sevdiklerini söyledikleri halde bir balo sonrasında Claudia'nın Sandro'yu bir fahişenin kollarında bulması bir zamanlar bir arkadaşımın söylediği sözleri getiriyor aklıma; "Hiçbir şeyin gerçeği hayali kadar güzel ve sürekli değildir!" Oysa bunun tersini kanıtlamak amaç olmalı, hayallerle hayallerde yaşamak değil...
Bir başka usta yönetmen ustası hakkında ne yazmış merak ediyorsanız; Martin Scorsese'in 12 Ağustos 2007 tarihinde The New York Times'da yayınlanan "Filmi Özgürleştiren Adam" başlıklı makalesine göz atın derim.(http://www.nytimes.com/2007/08/12/movies/12scor.html?_r=3&oref=slogin)