Stephen Daldry'in 2008 yapımı The Reader / Der Vorleser / Okuyucu filmini dün akşam izledik. Film Bernhard Schlink'in 1995'te yayınlanan aynı isimli kitabından (elbette Almanca yazılmış "Der Vorleser") uyarlanmış. Film üzerine ilk canımı sıkan nokta Almanca yazılmış kitaptan uyarlanan, Almanya'da geçen, Alman karakterlerlerin olduğu filmde İngilizce konuşulması. Gönderme yapılan kitaplar bile İngilizce. Tek tük görünen Almanca sözcükler sadece etraftaki dükkanlara ait. Kesinlikle hoşlanmıyorum bu durumdan. Belki yanılıyor da olabilirim, üstelik Uğur Mumcu'nun dediği "bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmak" sözü hep aklımdadır ama yine de yazmadan edemeyeceğim: Almanlar II. Dünya Savaşına ait geçmişleri ile ilgili çok fazla film yapmamışlar. Benim hemen aklıma gelen Almanların o dönem üzerine gerçekleştirdikleri izlemiş olduğum dört film var; 1981 yapımı Das Boot / The Boat / Denizaltı, 1993 yapımı Stalingrad, 2001 yapımı Der Tunnel / The Tunnel / Tünel (Aslında, Tünel II. Dünya Savaşı sonrası Berlin Duvarı üzerine bir film ama yine de savaş sonucu bu durum oluştuğu için bu dönem filmlerinde sayıyorum) ve 2004 yapımı Der Untergang / Downfall / Çöküş. II. Dünya Savaşı üzerine Alman bakış açısından özellikle Das Boot ve Stalingrad'ın müthiş filmler olduğunu düşünüyorum. Sanırım The Reader ile başlayıp konuyu çok dağıttım, bu dönem üzerine olan Alman yapımı filmlere başka bir zaman güncemde değinmek üzere tekrar dün akşam izlediğim filme dönüyorum.
The Reader filminden çekim dili sebebiyle çok hoşlanmamış olmama rağmen, filmi içinden kitaplar geçtiği için (bu kez filmler değil geçen) sevdiğime karar verdim. Filmde adı geçen, okunan bir dolu güzel kitabın yanısıra Anton Çehov'un Дама с собачкой (Dama s sobachkoy)/ The Lady with the Dog / Küçük Köpekli Kadın (Iosif Kheifits'in Anton Çehov'un öyküsünden uyarladığı 1960 yapımı bu film de arşivimizde mevcut ancak henüz izlemedim.) isimli öyküsüyle karşılaşmak da çok hoş. Ana karakter Hanna kitaplarla kendisine okutturarak tanışıyor. Kendisine okunan kitaplarla seviniyor, üzülüyor, heyecanlanıyor. Üstelik filmin diğer karakteri Michael da -Sezar'ın hakkı Sezar'a- gerçekten hakkını vererek, canlandırarak okuyor eserleri.
Kitapları, okumayı ne kadar seversiniz bilemem ama ben kitapların beni özgürleştirdiğini düşünürüm. Bana sevdiğim insanın kitap okumasını da en az kendi başıma kitap okumak, okuduğum kitaplarla aşka düşmek kadar çok severim, üstelik kendi kendime kitap okumaktan daha romantik bulurum. Orhan Pamuk'un yegane sevdiğim Kara Kitap'ını kendim okumadım örneğin, seneler önce tüm kitabı sevgili(m) kocam bana okumuştu.
Filmin ilk yarısında haşır neşir olduğumuz romantik kitap okuma sahneleri eşliğinde Hanna ve Michael'in ilişkilerinden sonra başka bir yöne doğru gelişiyor film. Hanna'nın geçmişiyle yüz yüze geliyoruz ve savaş suçlusu olarak yargılanmasına tanık oluyoruz. Hanna'nın "gözlerimi kaparım, vazifemi yaparım" mantığı çerçevesinde anlattıkları mı daha rahatsız edici, birlikte yargılandığı diğer 5 kadının kayıtsızlığı mı, tüm suçun Hanna'nın üstüne kalışı mı? Üzücü bir o kadar da düşündürücü filmin ikinci yarısı. The Reader filminde sürekli beni düşündürten diğer nokta ise başlığa koydum tümce. Neden başkalarının yaptıkları hataları diğerleri durdurmak için hiç çaba göstermez? Neden susarak suça ortak olurlar? Bu daha büyük bir insanlık suçu değil midir?