31 Mart 2010 Çarşamba

Zamanının Rusya’sının benzersiz bir tablosu:
Voyná i mir / Savaş ve Barış

Hızlı film seyretme kurslarını beklemeden (!) Lev Nikolayeviç Tolstoy (Лев Никола́евич Толсто́й)'un dev epik romanı Savaş ve Barış'ın Sergei Bondarchuk (Сергей Бондарчук) uyarlaması olan 1967 yapımı Voyná i mir (Война и мир) / War and Peace / Savaş ve Barış filminin dört bölümden oluşan 405 dakikalık DVD'sini nihayet beş gecede izlemeyi tamamlamış bulunuyorum.

Lev Tolstoy’un 1863 – 1868 yılları arasında yazmayı tamamladığı ‘Savaş ve Barış’, 1805’ten 1812 sonlarına dek süren Napolyon – Rus savaşlarının merkezindeki Rus halkının tarihini üç önemli (Bolkonsky, Bezukhov ve Rostov) aristokrat ailenin sarmal öyküleri eşliğinde aktarır. Sergei Bondarchuk’un uyarlaması olan film Tolstoy’un şu sözleriyle başlar;
Önemli sonuçlar doğuran düşünceler daima basittir.
Düşüncelerimi şu sözcüklerle özetlemek mümkün: Eğer namussuzlar bir güç oluşturmak için birleşiyorlarsa...
dürüst insanlar da aynısını yapmalı. Bu kadar basit.
Mosfilm’de 1961 yılında çekim hazırlıklarına başlanan , 1967’de tamamlanan ‘Savaş ve Barış’ , romanın şiirsel dilinin Sergei Bondarchuk tarafından muhteşem bir görsellikle sinemaya uyarlanmasıdır. İyi ki Sergei Bondarchuk , Tolstoy’un bu dev eserini King Vidor'un yönetmenliğinde 1956 yapımı Hollywood uyarlaması olan War and Peace / Savaş ve Barış filminden sonra çekmiştir de, kitabın filme nasıl uyarlanacağı konusunda kendi filminin kıyas bile kabul etmeyeceğini cümle aleme göstermiştir.

Film dört ana bölümden oluşmaktadır.

Birinci Bölüm: "Andrei Bolkonsky"
Andrei Bolkonsky
İkinci Bölüm: "Natasha Rostova"
Natasha Rostova
Üçüncü Bölüm: "1812"
1812
Dördüncü Bölüm: "Pierre Bezukhov"
Pierre Bezukhov
Uzun uzun filmden bahsetmeyeceğim. Filmin sinemaseverlerce edinilip izlenmesi gerekiyor kanımca. Sadece beni etkileyen birkaç sahneden not düşmek istiyorum ‘AY’dan İzlenimler’e…. Birinci bölümün sonlarına doğru Prens Bolkonsky’nin kendini bütün ağaçlar yeşillenirken hiçbir hayat belirtisi göstermeyen meşe ağacıyla özdeşleştirmesi, karamsarlığa kapılması ancak baharın ilerlemesiyle meşede de hayat belirtisi başlayınca (ki bu arada kendisi de Rostovların güzel ve hayat dolu kızları Natasha ile tanışmıştır) Prens de yaşadığı tüm olumsuzluklara rağmen (Cephedeyken Fransızlara esir düşmüş, kurtulmuş ancak eve döndüğünde karısı doğum yaparken hayatını kaybetmiştir.) yaşamaya devam etmesinin gerekliliğini kavraması hem görsel hem de dil açısından o kadar güzel anlatılmış ki Prens ormanda ilerlerken siz de orada gibi hissediyorsunuz. Filmde bir yanda savaş sürerken ve hırsına hakim olamayan Napolyon Moskova’ya doğru ilerlerken, öte yanda Rus aristokrasisinin kendi şaşaalı hayatına hiçbir şey olmuyormuş gibi devam etmesi, Moskova’yı işgal etmiş olsa da karşısında hiçbir kimseyi muhatap bulamadığı için Napolyon'un nasıl içi boş bir zafer kazandığı muhteşem bir şekilde anlatılmış. Öyle ki Napolyon, Moskova’da Rusların barış yapmalarını beklerken, Ruslar şehri baştanbaşa yakarak çekilmeyi tercih etmişler. Moskova yaşanılacak bir yer olmaktan çıkınca da Napolyon dondurucu karda kışta Polonya'ya doğru çekilmiş, karşı hücuma geçen Ruslar da Fransızları ciddi bir biçimde hırpalamışlardır. Zaman Aralık 1812’ye geldiğinde yıpranan Fransız ordusu son öldürücü darbeyi alırken, Rus Generali Kotuzov da Fransızların durumunu çok güzel özetlemektedir: “ (Rus askerlerine hitaben) Sabırlı olun, az kaldı. Ziyaretçilerimizi (Fransız askerleri) göndereceğiz ve sonra da dinleneceğiz. Bu sizin için zor ama hala anavatanınızdasınız, oysa onlar... Neye dönüştüklerini gördünüz mü? En aşağılık dilenciden de kötü durumdalar. Güçleri doruktayken, asla kendi canımızı düşünmedik. Ama artık onları bağışlayabiliriz bile. Onlar da insan. Değil mi, arkadaşlar? Ama kim onlara buraya gelmelerini söyledi? Bunu, (yani) pislik içinde debelenmeyi hak ediyorlar!”

Andrei Bolkonsky’nin 1812’deki savaşta ağır yaralandıktan sonra Moskova’dan içerilere doğru çekildiklerinde ölümle hayat arasında gidip gelmesi, ölümün bir tür uyanış olarak verilmesi öylesine güzel perdeye yansıtılmış ki izlediğim en dokunaklı ‘gerçeküstü’ sahnelerden biriydi diyebilirim. Filmin bilinçlenen, aydınlanan karakteri ise başlarda kimsenin takmadığı, önemsemediği, sadece parası olan çekingen Pierre Bezukhov (ki bu karakteri flmde yönetmenin kendisi yani Sergei Bondarchuk canlandırıyor). Bezukhov’un Fransızlara esir düştüğünde tanıştığı Rus köylüsü Platon Karataev ile olan tüm diyalogları oldukça anlamlı. Giderek idealist , etrafında neler olup bittiğinin farkına varan bir kişiliğe dönüşüyor Bezukhov. Filmin genç ve güzel Natasha Rostova’sına gelince: Lyudmila Savelyeva sadece zerafetiyle değil tüm mimikleri ve bakışlarıyla mükemmel bir Natasha karekteri olmuş. Andrei ve Natasha’nın dansettikleri, Natasha’nın Rus aristokrasisine takdim edildiği balodaki şu fotoğraf karesine neredeyse filmle ilgili tüm görselleri tarattığınızda rastlıyorsunuz, ben de geleneği bozmayarak ekliyorum ‘AY’dan İzlenimler’e…

Natasha ve AndreiAnlatıcı, filmi anlatan ses (ki yazarın kendisidir orijinal romanda bu "ses") filmin başında da bir nevi sarfetmiş olduğu sözleri özetleyerek sonlandırır Rus halkının bu olağanüstü destansı öyküsünü.
Demek istediğim, sadece... Önemli sonuçlar doğuran düşüncelerin daima basit olduğu. Düşüncelerimi şu sözcüklerle özetlemek mümkün: Eğer namussuzlar bir güç oluşturmak için bir araya geliyorlarsa, dürüst insanlar da aynısını yapmalı. Bu kadar basit.

30 Mart 2010 Salı

Bu gece AY dolunay !

ay ay ay

27 Mart 2010 Cumartesi

Kifayetsiz Boksörler Çöplüğünde Marlon Brando

Charley ve Terry MalloyElia Kazan'ın 1954 yapımı On the Waterfront / Rıhtımlar Üzerinde filminde, taksinin arka koltuğunda, Terry Malloy (Marlon Brando), ağabeyi Charley "The Gent" Malloy (Rod Steiger)'a, Amerikan rıhtımlarında geçerli avam İngilizcesi ile serzenişte bulunuyor: "You don't understand. I coulda had class. I coulda been a contender. I coulda been somebody, instead of a bum, which is what I am, let's face it. It was you, Charley." / ["Derdimi anlamıyorsun ! Biraz havalı olabilirdim (ezik olmayabilirdim). Mücadeleci olabilirdim. Kişilik sahibi (birisi / bir birey) olabilirdim serseri olacağıma... Doğruya doğru, şimdi öyle değil miyim ? Bunu sen yaptın Charley ! ] ...

25 Mart 2010 Perşembe

Kaz Dağları Perisi ve Ay Hanım

Mandalina...Mandalina...Pek keyifli, lezzetli ve verimli öğle yemeğinde "Kaz Dağları Perisi" arkadaşım "doğada insanlar oluruna bırakmışlar herşeyi" derken fazla kurcalamamak mı gerekiyor acaba hayatı diyorum(diyoruz) ? Kurcaladığım(ız) için mi umutsuzluğum(uz), mutsuzluğum(uz), uyumsuzluğum(uz), mücadelem(iz), başkaldırışım(ız), hırçınlığım(ız), rahatsızlığım(ız), huysuzluğum(uz), anlaşmazlıklarım(ız), hüznüm(üz) ?
Her şey bir yana bir gerçek var ki; bu kez Kaz Dağları'nın mandalina reçeli, siyah zeytini ile nefis kokulu zeytinyağı şenlendirecek bir süre sofralarımızı . İşte budur hayat ! Cemal Süreya'nın güzelim "Kahvaltı" şiirinde olduğu gibi...
Kahvaltı

Yemek yemek üstüne ne düşünürsünüz bilmem
Ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı

Cemal Süreya

Günlerden 25 Mart...

Kara KediBugün iki sevdiğim insanın, kardeşim ve Alman arkadaşımın doğumgünleri. Alman arkadaşım bir aksilik olmazsa Ekim ayında İstanbul'a geliyor. "Yaratıcı Elişi Perisi" arkadaşımdan alarak ayırdığım "Kara Kedi" O'nun için. Kardeşim için ayrılan ise bir şişe "Kalecik Karası".

22 Mart 2010 Pazartesi

Bir kez daha Zombie ja Kummitusjuna

Zombie ja Kummitusjuna
Sevdiğim ama geç keşfettiğim yönetmen Mika Kaurismäki'nin 1991 yapımı Zombie ja Kummitusjuna / Zombie and the Ghost Train / Zombie ve Hayalet Tren DVD'sini (daha önce gözardı ettiğim ve izlememiş olduğum DVD'nin içinde yer alan 2007 yılına ait Mika Kaurismäki söyleşisi de dahil) tekrar izlerken Cumartesi akşamı anlıyorum ki bazı filmler daha iyi anlaşılmak için bekler bazı zamanları...
12 Ağustos 2008'de Zombie ja Kummitusjuna / Zombie and the Ghost Train / Zombie ve Hayalet Tren filmi ile ilgili ilk izlenim notlarımı düşerken filmin gerçek öyküsünü yönetmenin ağzından dinlememiştim. Şimdi `AY'dan İzlenimler´'i hasbelkader takip edenler bu yılki İstanbul Film Festivali'nde İstanbul ile ilgili filmler bölümününün seçkisinde yer almayışına hayıflandığım farklı bir İstanbul sunan bu filmi bir kez daha okuyacaklar.
Mika Kaurismäki filmin öyküsünün 26 yaşında çok genç ölen bir müzisyene dayandığını, filmde arkadaşlarının deyimiyle "Zombie" diye çağrılan karakteri canlandıran Silu Seppälä'nın da genç yaşta ölen Pulu isimli bu müzisyenin arkadaşı olduğunu, hatta bir ara birlikte aynı evi de paylaştıklarını belirtiyor. Filmde sürekli karşımıza çıkan ama hiç bir zaman sesini duymadığımız punk rock grubu "Ghost Train" gerçek hayatta Sleepy Sleepers grubuna denkmiş. Filmin öyküsü gerçek bir karaktere dayanmasına dayalı ama yine yönetmeninin sözleriyle bu gerçek karakterin özünde, kendisi de bas gitarist olan Silu Seppälä'nın öyküsüne dönüşmüş film giderek. Filmin ana kadın karakteri Marjo da gerçekte bir rock grubunun solisti Marjo Leinonen. Mika Kaurismäki özellikle ana iki karakteri gerçekte de müzisyen olanlardan seçmiş, çok da iyi etmiş. Bir rock müzisyeninin son günlerini (son altı ay) İstanbul'da başlayıp, geriye dönüşlerle Helsinki'ye götüren ve finali İstanbul'da tamamlayan hayli trajik ve tuhaf bir öykü bu. Kaurismäki, filminin ana kahramanı "Zombie" dışında Black Sabbath'ın "Solitude / Yalnızlık" şarkısının ve elbette İstanbul'un diğer ana karakterler olduğunu belirtiyor. Filmdeki bir diğer karakter de bence Zombie'nin sürekli sığındığı Yeni Rakı şişesi... Şişeden ve sek tercih ediyor Zombie rakıyı... Filmin öyküsünün dayandığı Pulu bir zamanlar gerçekten İstanbul'da bulunmuş birisi, bu sebeple Kaurismäki her zaman çok ilginç bulduğu İstanbul'u da dahil etmiş filmine... Pulu bir güvercindi diyor söyleşide Mika Kaurismäki... Ürkek bir kuş güvercin... Aynı zamanda saf ve ahmak anlamına geldiğini de unutmadan güvercinin, filmin açılış sahnesinde Zombie'nin güvercinlerle dolu Eminönü'ndeki Yeni Cami önündeki meydanda bir bankın üzerinde yeni güne merhaba dediğini unutmayalım. Güvercin Zombie (ya da Pulu) güvercinlerle uyanıyor İstanbul'da...
Solitude

My name it means nothing
My fortune is less
My future is shrouded in dark wilderness
Sunshine is far away, clouds linger on
Everything I posessed – Now they are gone

Oh where can I go to and what can I do ?
Nothing can please me only thoughts are of you
You just laughed when I begged you to stay
Ive not stopped crying since you went away

The world is a lonely place – you're on your own
Guess I will go home – sit down and moan
Crying and thinking is all that I do
Memories I have remind me of you

Black Sabbath
Master of Reality / 1971


~~~~~~

Yalnızlık

Adım hiçbirşey ifade etmiyor
Şansım yok gibi
Geleceğim karanlık, bilmediğim bir yere gizlenmiş
Günışığı çok uzakta, bulutlar üstümde durmakta
Sahip olduğum herşey - artık beni terketti

Ah, nereye gidebilirim ve ne yapabilirim ?
Hiçbirşey beni memnun edemez seni düşünmekten başka
Sana kalmak için yalvardığımda sen sadece güldün
Gittiğinden beri ağlamam dinmedi

Dünya yalnız bir yer - sen de kendi başınasın
Sanırım eve gideceğim - oturup inildeyeceğim
Ağlamak ve düşünmek tek yaptığım şey
Anılar bana seni hatırlatır




Şarkının özellikle "The world is a lonely place – you're on your own" dizesi Zombie'nin içinde kaybolduğu, alkole sığınarak çıkış aradığı çaresizliği çok güzel özetliyor aslında. Gri bir İstanbul var bu filmde... Zombie kadar yalnız bir İstanbul ya da kendi keşmekeşliğine tezat olan Zombie'nin yalınlığını çok iyi aktaran bir İstanbul... Zombie, Helsinki'de televizyon ekranında oyalanmaya çalışırken Birinci Körfez Savaşı görüntüleri yansıyor siyah-beyaz ekrana zaman zaman, Zombie'nin gözlerindeki çaresizlikle Black Sabbath'ın ezgileri birbirine karışıyor...
Zombie'nin tüm yalnızlığına ve filmin tüm hüznüne rağmen filmim tıpkı Chaplin filmleri gibi yer yer bir nevi kara mizah diyor Mika Kaurismäki...Tek başına Zombie Arkadaşı Harri'nin ısrarlarına rağmen Helsinki'ye dönmeyen Zombie İstanbul sokaklarında kaybolurken gün olur İstanbul'da bir köşede karşımıza çıkar mı diye meraklanarak izlemeyi bitirirken filmi ""The world is a lonely place" sözü çınlıyor kulaklarımda...

20 Mart 2010 Cumartesi

Günay Rodoplu'nun Öyküsü

Alev Alatlı'nın "Or'da Kimse Var mı?" dörtlemesinin sonuncusu olan "O.K. Musti Türkiye Tamamdır" kitabını bitirdim en sonunda. Dörtlemenin ilk kitabı olan Viva La Muerte'nin ilk basımı 1992 yılına ait. İkinci kitap "Nuke Türkiye" ve üçüncü kitap "Valla Kurda Yedirdin Beni" 1993 tarihli, son kitap "O.K. Musti Türkiye Tamamdır" ise 1994. Alatlı'nın "Türkiye bugün okumazsa, yarın mutlaka okuyacaktır" dediği dörtlemesi "Türk ruhunun 1970 - 1990 yılları arasındaki cenklerini (Sosyalizmle, Sosyal Demokrasiyle, Ülkücülükle, İslamiyetle, Kürtçülükle cenklerini)" anlatıyor. Dörtlemenin ana kahramanı Türk aydını Günay Rodoplu, herkes tarafından ihanete uğrayarak kimselere derdini anlatamadan tamamladıysa da ömrünü, bana anlatmış oldu sessizce neler demek istediğini... Hiçbir şeyini satılığa çıkarmadan ve hiç bir şey talep etmeden teğet geçtiklerinden tüm eşsizliğiyle sessizce ayrılıp gitti bu dünyadan.
Günceme düşerken bu notları, yukarıda hergün değişen günün izinin `Quo vadis. / Nereye gidiyoruz?´ olduğunu fark ettim birden. Pek ironik oluvermiş hesaplamadan !

19 Mart 2010 Cuma

Sting söylüyor; "Moon over Bourbon Street"

Bourbon Caddesi Üzerinde DolunayOlmadık imgeler olmadık çağrışımlara yol açar, açabilir !
Sting, 1985 tarihli The Dream of the Blue Turtles albümünde yer alan pek sevdiğim "Moon over Bourbon Street" şarkısını Anne Rice'ın 'Interview With the Vampire / Vampirle Görüşme' isimli romanını okuduktan sonra bu kitaptan ilham alarak yazmış ve bestelemiş. Gerçi dolunay vampirlerden çok kurtadamları etkiler ama Sting New Orleans'ın en ünlü caddesi Bourbon'un üzerine kondurduğu dolunay ve de yazdığı muhteşem sözlerle (özellikle vurucu bir ikilemi barındıran "I must love what I destroy and destroy the thing I love" dizesiyle) kalbimi fazlasıyla fethetmiştir. Neil Jordan 1994 yılında Anne Rice'ın vampir günlüklerini yine Anne Rice'ın senaryo uyarlamasıyla filme almış, Lestat ve Louise isimli vampirlerin hüzünlü öyküleri Interview with the Vampire / Vampirle Görüşme filmiyle özellikle bu tür film severlerin zihinlerine kazınmıştır. Maalesef Sting'in Anne Rice'ın romanı üzerine yazılan, bestelenen şarkısı filmin müziklerinde yer almamış. Ancak ben Interview with the Vampire / Vampirle Görüşme filmini ne zaman izlesem ya da filmin vampirlerini düşünsem beraberinde ilk aklıma gelen Sting'in "Moon over Bourbon Street" şarkısıdır.
Sting

Moon Over Bourbon Street

There's a moon over Bourbon Street tonight
I see faces as they pass beneath the pale lamplight
I've no choice but to follow that call
The bright lights, the people, and the moon and all
I pray everyday to be strong
For I know what I do must be wrong
Oh you'll never see my shade or hear the sound of my feet
While there's a moon over Bourbon Street

It was many years ago that I became what I am
I was trapped in this life like an innocent lamb
Now I can never show my face at noon
And you'll only see me walking by the light of the moon
The brim of my hat hides the eye of a beast
I've the face of a sinner but the hands of a priest
Oh you'll never see my shade or hear the sound of my feet
While there's a moon over Bourbon Street

She walks everyday through the streets of New Orleans
She's innocent and young, from a family of means
I have stood many times outside her window at night
To struggle with my instinct in the pale moonlight
How could I be this way when I pray to God above?
I must love what I destroy and destroy the thing I love
Oh you'll never see my shade or hear the sound of my feet
While there's a moon over Bourbon Street

Sting
A&M / 1985 / United Kingdom




Bourbon Sokağı Üzerinde Mehtap

Mehtap var bu gece Bourbon sokağında
Geçen yüzleri seçiyorum solgun sokak lambasının altında
Elimde değil, yolu yok peşlerine takılmamamın
Parlak ışıkların, insanların ve ayın
Her gün güçlü olayım diye dua ederim
Çünkü yaptıklarım doğru değil, bilirim
Gölgemi göremezsiniz, ne de işitirsiniz ayak seslerimi
Bourbon sokağında mehtap yükseldi mi

Çok yıllar geçti ben bu hale geleli
Kıstırıldım bu hayata masum bir kuzu gibi
Asla gösteremem gündüzün yüzümü
Ancak görürsünüz ayışığında yürüdüğümü
Şapkamın kenarı siper olur bir hayvanın gözüne
Ellerim rahip elleri, yüzüm bir günahkarın yüzüyse de
Gölgemi göremezsiniz, ne de işitirsiniz ayak seslerimi
Bourbon sokağında mehtap yükseldi mi

O kadın her gün New Orleans sokaklarında gezinir
Genç ve masumdur, zengin bir aileden gelir
Çok geceler geçirdim altında penceresinin
Kendimle savaşarak pençesinde içgüdülerimin
Tanrıya yakarırım, sorarım bu hale nasıl geldim diye
Mecburum öldürdüğümü sevmeye, sevdiğimi de öldürmeye
Gölgemi göremezsiniz, ne de işitirsiniz ayak seslerimi
Bourbon sokağında mehtap yükseldi mi

Çeviri: Yıldırım Türker

[Bülent Somay'ın "Şarkı Okuma Kitabı"nda yer alan Yıldırım Türker'in "Moon over Bourbon Street" çevirisini alıntıladım 'AY'dan İzlenimler'e. Yıldırım Türker "mehtap" demeyi tercih etmiş, ben tüm mehtapları "dolunay" olarak okumayı yeğliyorum.]

18 Mart 2010 Perşembe

Çanakkale Geçilmez

Çanakkale Geçilmez

Çanakkale Türküsü


Çanakkale içinde vurdular beni
Ölmeden mezara koydular beni
Of gençliğim eyvah

Çanakkale köprüsü dardır geçilmez
Al kan olmuş suları bir tas içilmez
Of gençliğim eyvah

Çanakkale içinde aynalı çarşı
Anne ben gidiyorum düşmana karşı
Of gençliğim eyvah

Çanakkale içinde bir dolu testi
Anneler babalar ümidi kesti
Of gençliğim eyvah

Çanakkale'den çıktım yan basa basa
Ciğerlerim çürüdü kan kusa kusa
Of gençliğim eyvah

Çanakkale içinde sıra söğütler
Altında yatıyor aslan yiğitler
Of gençliğim eyvah

Çanakkale'den çıktım başım selamet
Anafarta'ya varmadan koptu kıyamet
Of gençliğim eyvah



Döngü...Bugün 18 Mart. Çanakkale Şehitlerimizi anma günü.
TÜRK BAYRAĞI Saygıyla, sonsuza dek...Döngü...
.

17 Mart 2010 Çarşamba

Tikhiy Don (Тихий Дон)

Ve Durgun Akardı DonBir süredir izlenmeyi bekleyen Sergei Bondarchuk'un 1967 yapımı Voyná i mir (Война и мир) / War and Peace / Savaş ve Barış filmini izlemeyi planlarken Mikhail Sholohov 'un aynı isimli romanından uyarlanan Sergei Gerasimov'un 1957 yapımı Tikhiy Don (Тихий Дон) / And Quiet Flows the Don / Ve Durgun Akardı Don filmi önceliği aldı. Yaklaşık 330 dakikalık, üç bölümlük (3 ayrı DVD'lik set) filmi üç gecede izlemeyi tamamladık. Elbette filmdeki ilk başrol Don Nehri'nin ve dolayısıyla Don'un aktığı coğrafyanın...Don nehri akar akar akar"Ve Durgun Akardı Don" destanının yazarı Mikhail Sholohov 1905 yılında Don Bölgesi'nde, Viyesenskaya'nın Krujilino köyünde doğmuş, annesi bu köyden bir Kazak, babası ise Orta Rusya'nın Riyazan Bölgesi'nden Don kıyılarına yerleşmiş birisi. Sholohov lisedeyken Birinci Dünya Savaşı başlıyor, savaşla birlikte 1917 Ekim Devrimi oluyor ve bunu "İç Savaş" takip ediyor. 16 yaşındayken devrimcilerin yanında savaşa katılan Sholohov "İç Savaş" sona erdiğinde çeşitli işlerde çalıştıktan sonra yazmaya başlıyor. İlk kitabı, Birinci Dünya Savaşı ve "İç Savaş" yıllarındaki Kazakları anlatan "Don Hikayeleri" 1926 yılında basılır. Aynı yıl Sholohov, "Ve Durgun Akardı Don" adlı romanını yazmaya başlar. Dört ciltlik bu romanı yazması tam ondört yılını alır. Çarlık Dönemi'nden Ekim 1917 Devrimi'ne ve İç Savaş'a uzanan Sovyetler Birliği'nin destanıdır kitap. Grigori MelekhovBirinci bölümde Don Kazakları'nın Çarlık dönemi Rusya'sındaki yaşantılarıyla tanışırız öncelikle. Don Kazakları'nın gelenekleri, görenekleri, yaşam koşulları, köy ve tarlalarındaki hayatları aktarılıyor izleyiciye ana karakter Grigori Melekhov ve ailesinin yaşadığı Don Nehri'nin hemen kıyısındaki Tatarski Köyü'nün dingin görüntüleriyle. Grigori Melekhov arkadaşının karısı Aksiniya ile yasak aşk yaşamakta ancak babasının zoruyla Natalya ile evlendiriliyor. Melekhov ailesi bir kız evlat, iki gelin, iki oğul ve büyük oğlun çocukları ile maaile birarada aynı evin içinde yaşıyorlar Tatarski Köyü'nde. Birinci Dünya Savaşı patlak verir. Devrimin ayak sesleri durulmaya başlanır. Tatarski Köyü'nün Kazak erkekleri ya Bolşevikler'e ya da Beyaz Ruslar'a (Çar'ın muhafızlarının hep kendisine sadık Kazak Birlikleri'nden seçildiklerini anımsayalım hemen) katılırlar. Kıyasıya "İç Savaş"ta öldürdükleri birlikte büyüdükleri arkadaşlarıdır, aynı ekmeği, votkayı paylaşmışlardır aslında. Don akar, coşar, donar, akar, coşar, donar ve yıllar yılı hep devam eder savaşlar... Bir yanda aşk bir yanda savaşlarla örülü filmi izlerken Yuriy Levitin'in dingin müziğini dinleriz. Aksiniya ve GregoriGrigori Melekhov'un karısı ve sevgilisi arasındaki ikilemini, Saint Petersburg'daki Kış Sarayı'nın basılmasını, Birinci Dünya Savaşı ile Ekim Devrimi karmaşasını, Kızıl Ordu'nun denize doğru ilerleyişini, savaşların getirdiği sefaleti, kardeşin kardeşi vurmasını, Kazak köylülerinin çözülmesini, devrim propogandasını izleriz Don akarken... Yalınayak Bolşevik askerlerini Beyaz Ruslar'ın tanklarına karşı yürürken gören İngiliz komutanın sözleri Ekim Devrimi'nin zaferini de özetlemektedir; "Halka karşı dövüşerek savaş kazanılamaz." Devrime karşı hep direnmiş Grigori Melekhov'un sessizliği bir tür kabulleniştir aslında. Donmuş Don üzerinde köyüne dönerken silahını buzların altında akan suya bırakır. 1912'den beri Kazak Grigori Melekhov'un inişli-çıkışlı özel hayatı ile Melekhov'un Çar'ın Ordusu'ndan Kızılordu'ya oradan da Beyaz Rus Ordusu'ndaki çarpışmalarıyla karışık izlediğimiz savaşlarla bezeli Rusya tarihindeki 10 yıl tamamlanmıştır ve yıl artık 1922'yi göstermektedir.Grigori Melekhov cephede
Mitka Bolşveiklerle
Don donmuşken
Grigori Melekhov evine dönüyor


Don akmaya devam etmektedir........

15 Mart 2010 Pazartesi

"İstanbul: İçeriden ve Dışarıdan"

3 - 19 Nisan 2010 tarihlerinde düzenlenecek İstanbul Film Festivali'nin bu yılki bölümlerinden biri, İstanbul'un 2010 Avrupa Kültür Başkentlerinden biri olması vesilesiyle İstanbul'u konu eden Türk ve yabancı filmler... Güzelce bir seçki yapılmış ama yine de keşke listede Mika Kaurismäki'nin 1991 yapımı Zombie ja Kummitusjuna / Zombie and the Ghost Train / Zombie ve Hayalet Tren filmi de yer alsaydı diye düşünmeden edemedim. Bakınız: Sevdiğim ama geç keşfettiğim yönetmen

12 Mart 2010 Cuma

Voyná i mir (Война и мир)

Günlerdir film izleyemiyorum, günlerdir bir süredir elimde sürüklenen Alev Alatlı'nın "Or'da Kimse Var mı?" dörtlemesinin son kitabı "O.K. Musti Türkiye Tamamdır"'ı okuyup bitiremiyorum. Bahar yorgunluğu mu desem, geçiş mevsimi huzursuzlukları mı, adını da konduramıyorum....
"Hızlı film seyretme kursları" var mıdır acaba tıpkı "hızlı okuma kursları" gibi ? Woody Allen'in pek klişe bir yorumu vardır: "Hızlı okuma kurslarına katıldıktan sonra yirmi dakikada Savaş ve Barış'ı okudum: Kitap Rusya'da geçiyordu !" Şaka bir yana, Lev Nikolayeviç Tolstoy (Лев Никола́евич Толсто́й)'un dev epik romanı Savaş ve Barış'ın Sergei Bondarchuk (Сергей Бондарчук) uyarlaması olan 1967 yapımı Voyná i mir (Война и мир) / War and Peace / Savaş ve Barış filminin 405 dakikalık DVD'si izlenmek üzere evimizde beklemeye devam ediyor, ediyor, ediyor, üstelik belirsiz bir süre daha beklemeye devam edecek gibi görünüyor... Arşivimizde ilgili dev eserin King Vidor'un yönetmenliğinde 1956 yapımı Hollywood uyarlaması War and Peace / Savaş ve Barış da mevcut bu arada. Bir kaç sene önce izlediğim bu versiyon elbette Rus versiyonu ile kıyas bile kabul etmez ! Sabırla beklemeye devam et beni Voyná i mir (Война и мир) çok yakında izleyeceğim seni ve kesinlikle yorumum "film Rusya'da geçiyordu"dan fazlası olacak... Savaş ve Barış

11 Mart 2010 Perşembe

Turhan Selçuk

Abdülcanbaz"Türk Mizahı"nın önde gelen isimlerinden, "Türk Mizahı"na yön veren karikatüristlerimizden Turhan Selçuk'un aramızdan ayrıldığı haberini geçiyor ajanslar. "Ben Abdülcanbaz'ı kahramanlık ötesi kaba kuvvetten güç alan, yozlaşmış bir çizgiroman türünden ayırıp arıtmak istedim. Bir roman ya da bir hikâye anlatımının sanat değerini katarak bunu grafik sanatının çizgi gücüyle de besleyerek kişiliğini bulması yolunda çalıştım." diye belirtmişti Turhan Selçuk Milliyet Sanat Dergisi'nin Aralık 1972 sayısında. Yarattığı efsanevi tip Abdülcanbaz kaldı bizlere yadigar...

10 Mart 2010 Çarşamba

Apollon ile Defne

Ayrı birey AY Hanım ve arkadaşları "Koyu Mavi", "Kaz Dağları Perisi" ve de "Yaratıcı Elişi Perisi" bu öğlen buluştular. Halep'ten gelen defne sabunu ve çifte kavrulmuş Antakya kahvesi kokuları arasında "Kaz Dağları Perisi"'nin Antakya izlenimleri idi dinledikleri.

Defne Sabunu
Melih Cevdet Anday'ın dizelerinde daha da güzelleşen Apollon ile Defne'nin aşk hikayesi "AY'dan İzlenimler"'in konuğu bugün. Eğer yolunuz düşerse Antakya'ya, Apollon ile Defne arasındaki aşk hikayesinin geçtiği yerin bugünkü Antakya'nın Harbiye'si olduğunu söyleyegeldiklerini anımsayın ve unutmayın sakın Antakya Harbiye'nin şelalelerinin aslında güzel Defne 'nin döktüğü gözyaşları olduğunu...

Apollon ile Defne

DEFNE ile TANRI

Eskiden çok eskiden yeryüzünde
Güzelliği dillere destan
Bir su perisi vardı adı Defne
Upuzun saçları altın sarısıydı
Dolaşırdı kuytu ormanlarda bütün gün
Defne ırmak tanrısının kızıydı
Babası Pene derdi ki, kızım
Sen bana bir damat borçlusun
Sen bana bir torun borçlusun
Defne dedi ki babacığım
Beni zorlama ne olursun
Bırak beni kız kalayım ne olursun

Sıram boynu büyük yavuklu
Bekleyedursun bir ayında
Defne başıboş gönlü özgür
İnatçı, hırçın ve gururlu
Koşup dururdu ormanda
“ Benim geyiğim sen, kuzum sen
Benim biricik güvercinim sen
Kuzu kurttan korkar, geyik aslandan
Güvercin kartaldan kaçar
Ben sana acı vermek istemem
Ayaklarını kanatmasın çalılar
Yavaşla biraz düşeceksin
Geçtiğin keçi yolları dar
Dur hele kaçma benden
Sevgimdir seni kovalayan…”

Daha sözünü bitirmeden avcı
Korkak adımlarla uzaklaştı Defne
Kaçarken daha bir güzelleşti de
Ardında tir tir titreyen avcı
Tavşan kovalayan hırslı bir tazı
Gibi düştü Defne’nin peşine.
“ Ben de yılmadan kovalayacağım
Büyülediğin kimmiş öğren
Ben ne bir dağlı ne bir çobanım
Oklardan sakınılmaz tanrıyım
Koca Zeus’tur babam
Geçmişi, bugünü, geleceği
Benimle bildi herkes, benimle bilir
Saz tellerine ben verdim seslerini
İlaçlar yaptım yabanıl otlardan
Ama bana çare değil şimdi hiçbiri
Kimden kaçıyorsun öyle sen
Asıl sensin benim avcım
Beni sen vurdun can evimden”.
Tavşan koşuyor, durmadan koşuyordu
Ardında av köpeği ter içinde
Boynunu uzatmış, yetişmek üzere
Birinde umut vardı, birinde korku
Tavşan ensesinde nefesler duyuyordu
Çünkü ışık gibi saran tanrıyı
Sevinin kanatlarıydı.
Gücü kalmamıştı artık Defne’nin
Koşamıyordu kaçamıyordu
Sapsarı, yalvardı babasına
Pene’nin suları üstünde gezdirip gözlerini
Cezasını çekiyorum güzelliğimin
Irmakların gücü de sen gibi tanrısalsa
Ne yap yap değiştir beni
Başka bir biçime koy baba”.
Yalvarması daha bitmemişti ki
Bir gevşeklik sardı her yerini
Örtüldü göğüs yaprakla
Kolları, saçları dal oluverdi.
Avcı kollarına aldığı zaman
Kalbi çarpıyordu Defne’nin
Taze yaprakların altından.
Yazık dedi tanrı çok yazık
Saramadan yitirdim seni
Bari benim ağacım ol da
Yaprakların çelenk olsun kahramanlara
Ezgilerde, türkülerde anılsın bundan sonra
Yan yana adlarımız
Yazık dedi tanrı çok yazık.

- - -
Melih Cevdet Anday

9 Mart 2010 Salı

Erguvanları Özledim

Föhr AdasıAlman arkadaşlarım geçtiğimiz haftasonu karlar altındaki Föhr Adası'ndaydılar, çektikleri görüntüler dün akşam ulaştı. 6 Mart Cumartesi gününün öğleden sonrasında yağmurla karışık kar taneleri düşüyordu İstanbul'a. Cahit Sıtkı Tarancı'nın dizeleri uçuşuyordu kar taneleriyle birlikte; "Şimdi yağan kar değil, ruhumdur kar yerine."
Gelsin artık erguvan zamanı. Özledim !

8 Mart 2010 Pazartesi

Tek Gün Olmaz !

8 Martİlk olarak "Dünya Emekçi Kadınlar Günü" olarak kutlanmaya başlanan bugün, Birleşmiş Milletler'in kararıyla 1977 yılından itibaren "Dünya Kadınlar Günü" olarak kutlanmaya başladı ! Kutlu olsun !
Bugün sevgili(m) kocamla tanıştığımız gündür aynı zamanda.

6 Mart 2010 Cumartesi

Alice in Wonderland

Alice
Başucu kitaplarımdan ve çizgi filmlerinden biridir Alice Harikalar Diyarında.

Walt Disney'in 1951 yapımı çizgi film Alice in Wonderland / Alice Harikalar Diyarında'sını pek sever, tekrar tekrar izlerdik kızım küçükken. Şimdi Alice büyümüş olarak Tim Burton'un 2010 yapımı Alice in Wonderland / Alice Harikalar Diyarında filmiyle karşımıza çıkıyor. En kısa sürede önce sinemada izlemeli, sonra elbette DVD'sini edinmeliyiz. Bakalım büyümüş Alice beyaz tavşanın peşinden varacağı fantastik dünyada neler yapacak, çay partisi nasıl geçecek, çocukluğundaki arkadaşlarıyla karşılaşınca neler neler olacak ?

1 Mart 2010 Pazartesi

Beatles'dan dinliyoruz: "In My Life"

Kızıma göre 'tüm zamanların en güzel aşk şarkısı' olan, John Lennon ve Paul McCartney tarafından yazılmış, 1965 tarihli Rubber Soul albümünde yer alan "In My Life" şarkısı, benim için "There are places I remember, all my life.../ Ömrüm boyunca anımsayacağım yerler var..." dizesiyle beni alıp uzaklara, sevdiğim insanlarla birlikte geçirdiğim anlara götüren bir şarkıdır. Geçtiğimiz Cumartesi gününün öğleden sonrasında ikimiz de aynı kentte, üstelik aynı yakada yaşamamıza rağmen uzunca bir süredir görüşemediğim çok sevdiğim bir arkadaşımla birlikte Ortaköy'deydik. Yeni keşfettiğimiz lavanta kokulu "Lavanta" isimli mekanda kahvelerimizi yudumlarken hayatımız ne kadar çabuk geçiyor diye konuştuk arkadaşımla. Kızıma araya ne kadar zaman girerse girsin hep aynı yerden devam edecek, benim ve arkadaşımınki gibi dostlukları olsun temennisiyle Ortaköy'de geçirdiğimiz bu Cumartesi öğleden sonrasını ömrüm boyunca anımsayacağım anlara kaydedip kişisel müzeme yerleştirdim. LavantaElbette oturduğumuz masadaki lavantadan bir dal birlikte düştüğümüz notun arasında cep defterimdeki yerini aldı ve lavanta kokusu o günden beri buram buram çantama sindi.Lavanta

Damlarda..!


A.İ.H.M.* BİLDİRİR :
Geceyarısı saatlerin 00:00'ı göstermesiyle Mart'a girdik.
Yaklaşık 32 dakika önce, "Felidae" taifesi geri sayım işlemlerinin bitmesiyle, icraatlerine başladı!



* (AY'DAN İZLENİMLER HABER MERKEZİ -
Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi DEĞİL!)
.