20 Mart 2013 Çarşamba

Dans La Maison

François Ozon, 2012 yapımı son filmi Dans La Maison ’u, Juan Mayorga’nın “El Chico de la última Fila / Arka Sıradaki Çocuk” adlı oyunundan uyarlamış. Bu yılki 32. İstanbul Film Festivali’nde Başka Bir Hayat adıyla izleyicilerle buluşacak film. François Ozon, kişisel yönetmen sınıflandırmamda, “beni gülümseten yönetmenler” kategorisindedir. Filmi izledim, gösterim gününden önce 'spoiler' yapmayacağım ama bu kez beni gülümsetmediğini söyleyebilirim!

18 Mart 2013 Pazartesi

ÇANAKKALE GEÇİLMEZ !

.

15 Mart 2013 Cuma

Tren Öyküleri V ve "Tickets"

Tamamı, izleyiciler olarak dahil olduğumuz Innsbruck’tan başlayarak Roma’ya yolculuk eden trende geçen, 2005 yapımı Tickets / Biletler filmi, farklı uluslardan üç yönetmeni; İtalyan Ermanno Olmi, İranlı Abbas Kiyarüstemi ve İngiliz Ken Loach’ı bir araya getirmiş. Ermanno Olmi’nin öyküsünde yaşlı bir profesör, Abbas Kiyarüstemi’nin öyküsünde ölmüş bir generalin çekilmez yaşlı karısına zorunlu sosyal hizmetini yapmakta olan genç bir İtalyan delikanlı ve Ken Loach’ın öyküsünde Roma'ya futbol maçına gitmekte olan üç İskoç yeniyetme ön plandalar. Elbette inen, binen genç, yaşlı, üzgün, mutlu, yoksul, zengin, farklı uluslardan pek çok yolcu tüm öykülerin odak noktasında ama özellikle Ken Loach’ın çektiği bölümdeki İskoçların olduğu öyküde, göçmen Arnavutlar'ın durumu kalbinize dokunuyor.

Tickets / Biletler filmi elbette tamamı trende geçtiği için kalbimi fethetmiyor, seneler seneler önce, çok uluslu pek çok yolcuyla birlikte yaptığım tren yolculuğumu da anımsattığı için ve de filmden sahnelerle benzerlikler kurduğumdan dolayı tekrar tekrar anımsanacak bir film oluyor benim için. İşte bu yüzden olsa gerek, bir zamanlar "Sanal Boğuntular" isimli e-zine'mizde yayımlamış olduğumuz 1990 yılının Mayıs ayında yaptığım Köln-Paris tren yolculuğunun içinde buluverdim bir anda kendimi.

"Mayıs 1990/ Köln - Paris
Koca bir torba sandviç, kim yiyecek bunları? Zaten karnımız tok, sabah kahvaltı yapmışız. Elbette yiyecek bir şey satın alabiliriz, o kadar paramız var şu an cebimizde… Üstelik tren akşam geç saatte kalkıyor. Yani bütün gün Köln sokakları bizimdir! Önce şu ağır bavullardan kurtulmak gerek, emanetçi arıyoruz. Buluyoruz. Modern tabii buralar, bavula uygun dolap bulunacak, para ödenecek, jeton alınacak, bavul dolaba, jeton dolap kilidine atılacak ve kilitlenecek. Hadi bakalım, doğru Dom Meydanı’na. Tüm amatör sanatçılar iş başında. Keman resitali verenler, meydanın ortasına Mona Lisa çizenler. Ne güzel, ne şenlikli !
Akşam trene biniyoruz, ne kalabalık bu tren. Zar zor boş koltuk bulunuyor, hemen kapının yanında. Hayıflanıyorum biraz, cam kenarında oturmak isterdim doğrusu, akıp gidebilmek için dışarılara da… Başa bela bavullar zorlukla tıkılıyor raflara. Bu tren tüm Avrupa’yı katederek Paris’e ulaştırıyor çoğunlukla öğrenci olan yolcularını. Aşağı-yukarı hepsinde InterRail olmalı. Tren en ucuz ulaşım şekli, üstelik daha güvenli sanırım. Ama bu tren çok gürültülü, üstelik de çok eski, yıpranmış ve aşınmış koltuklar. Kompartımanda 2 Hollandalı kız var, diğerleri Alman. Toplam 8 kişiyiz. Hollandalı kızlar belli ki çok alışkınlar trenlerde yolculuk yapmaya. Tren kalkar kalkmaz hemen küçük yolculuk yastıkları çıkarılıyor ve şişiriliyor. Sonra da boyunlarına koyup uykuya dalmaya hazırlanıyorlar. İmrenerek gözüm takılıyor onlara, 18-19 yaşlarında olmalılar. Büyük olasılıkla hostelde konaklayacaklar Paris’te.
Yolculuğumuz sabah erkenden bitecek, sabahın köründe 6’ya doğru Kuzey Garı’na varmış olacağız. Cebimde bir telefon numarası var. Köln’deki tanıdıklar verdi. Bir Fransız kadınla evli müzisyen bir tandıdıkları imiş. Aramam diye düşünüyorum telefon numarasını alırken. Hiç tanımadığım insanları rahatsız etmek istemiyorum. Herhalde başımın çaresine bakabilirim Paris’te ! Göreceğiz !
Tekerleklerin sesi giderek yoğunlaşıyor, kompartımanlardan sesleri gelen genç insanların seslerine karışıyor. Sınırlardan geçiyoruz didik didik edilerek. Pasaportlar T.C. ya!!! Fransız polisi başımda çok vakit harcıyor. Kompartımandaki herkes gözlerini dikmiş bana bakıyor şimdi. (Tickets / Biletler filminde, profesörün Arvanut ailenin küçük çocuğuna 1 bardak süt götürdüğü sahnedeki profesörü adım adım izleyen tüm gözlere selam olsun!) Polis, uzun bir sure vizemi inceledikten sonra, hatırlatıyor “sadece 7 gün kalabilirsiniz” diye. “Biliyorum” diyorum, zaten okulda sınavlarım var ve dönmüş olmalıyım önümüzdeki haftasonu İstanbul’a. “İstanbul” diyor polis..”Paris kadar güzel.” “Paris’ten daha güzel” diyorum, “gerçi henüz sizin başkenti görmedim ama, yine de fikrim değişmez herhalde…” diye ekliyorum. Ters ters bakıyor polis bana. Pasaportumu veriyor nihayet ve gidiyor. Kapıyı sürgülüyorum. Oh!
Şimdi artık durduğumuz istasyonlardan Fransızlar biniyor. Büyük olasılık Paris’te çalışanlar bunlar ve akşam da aynı yolu dönüyorlar. Yorucu olmalı. İnen 2 Alman’ın yerini 2 Fransız dolduruyor hemen. Biri Cezayir asıllı olmalı, her halinden belli. Gün ışımaya başladı. Hollandalı kızlar, küçük çantaları ile lavabonun yolunu tuttular. Onlar gelince de ben kalktım, diş fırçam ve macunum sıraya girdim koridorda. Bir telaş herkeste. Paris’e yaklaştık ne de olsa…
İşte Kuzey Garı! Hiç bu kadar hareketli bir istasyon görmemiştim daha önce. Baş döndürücü bir hız söz konusu. İnenler, binenler, koşanlar, bavul çekiştirenler, bağıran çocuklar. Tanrım ! Almanya’nın düzeninden sonra işte bir Akdeniz ülkesi! Yaşasın !!! Ne güzel bir karmaşa !!! İniyoruz. İlk yapmak istediğim bir fincan kahve içmek. Artık tamamen yabancı bir dil hakim kulaklarımda. İlk gördüğümüz gar kahvesine çöküyoruz. Telaşlı bir Fransız garson önümüze kruvasanları atıyor. “İstemiyoruz” diyoruz telaşla, sandviçlerimiz var ya yanımızda. Garson nereden bilsin? Soruyor; “café noir ou café ou lait?” Sütsüz kahve istiyoruz. Hani artık kara derililere ayıp olmasın diye “café noir” denilmiyordu. Bal gibi deniyormuş işte…
Kahveler geliyor. Dışarıda ışıltılı bir Paris bizi bekliyor. Çabuk olmalıyız, 7 güne sığdırılacak bir Paris var ellerimizde….”

14 Mart 2013 Perşembe

La cérémonie

Fransız “Yeni Dalga”’sının kimselere benzemeyen ayrıksı yönetmeni Claude Chabrol’ın birbirinden ilginç filmlerindeki vazgeçilmez oyuncularından biri de sevdiğim ayrıksı oyuncu Isabelle Huppert’tir.
Belleğim beni yanıltmıyorsa birlikte çalıştıkları flmler sırasıyla Violette Nozière (1978), Une affaire de femmes (1988), Madame Bovary (1991), La cérémonie (1995), Rien ne va plus (1997), Merci pour le chocolat (2000) ve L'ivresse du pouvoir (2006) filmleridir. Geçtiğimiz akşam, şuradan öğrendiğim üzere Claude Chabrol’un “son Marksist film” olarak tanımladığı 1995 yapımı La cérémonie / Seremoni filmini izledik. İzledikçe daha önce izlemiş olduğumun ayırdına vardığım ve bir türlü ne zaman ve nerede izlediğimi anımsayamadığım La cérémonie filmi, bir film unutkanı olduğumu da kanıtlamış oldu!!!
Ruth Rendell’in ‘A Judgement In Stone’ adlı romanından Claude Chabrol ve Caroline Eliacheff'in senaryolaştırdığı filmde, Fransız burjuva ailesinin başına gelenler izleyiciyi ciddi şoka uğratıyor.
Burjuva ailenin şehir dışındaki evlerinde hizmetçi olarak çalışmaya başlayan sessiz sakin Sophie (Sandrine Bonnaire), postahanede çalışan Jeanne (Isabelle Huppert) ile tanışır, arkadaş olur.
Jeanne’ın kimseyi takmayan fütursuz tavırları Sophie’yi de etkisi altına alınca vurucu bir avam tabaka burjuvaziye karşı savaşı izleriz. Jeanne ve Sophie’nin zengin üst sınıfa, rafine zevklere, kültüre (bence sebepsiz bir şekilde) öfkesi dışa vurunca vahim sonuçlara ulaşılır ama herşey -izleyenler ne demek istediğimi anlayacaklar- "ilahi adalet" ile sonuçlanır.
Hizmetçi Sophie’nin (“bilgelik” demektir Sophie bu arada) okuma yazma bilmiyor oluşu, kültürsüzlüğünü hipnotize olmuş gibi salt televizyon seyrederek örtmeye çalışması ayrı bir tezatlıktı filmde. Üstelik odasındaki televizyonun kanallarında dolaşırken birdenbire karşısında TRT Int Avrasya kanalını buluverir.
Hangisi olduğunu çıkaramadığım bir film oynamaktadır kanalımızda ve Sophie adeta filmin içine girmişçesine takılı kalır TV ekranına. Böylelikle Claude Chabrol’ün La cérémonie filmini, hem “İçinden Türk Motifleri Geçen Filmler” kategorime, hem de iki ana karakterin TV ekranında izledikleri Les noces rouges / Wedding in Blood /Kanlı Aşıklar filmiyle “İçinden Filmler Geçen Filmler” kategorime yerleştiriyorum. Hemen belirteyim, elbette Sophie için "TRT Int Avrasya’daki filme rast geldi ve herşey bu noktadan sonra kontrolden çıktı" esprisini de yapmadan duramadık!!!

11 Mart 2013 Pazartesi

Çuha Çiçekleri

Kişisel müzelerimiz için 10 Mart 2013 Pazar’ının öğleden sonrasında, baharın gelişini, gülümseyen çuha çiçeklerine karşı kahvemizi yudumlayarak karşıladık.
Primulaceae (çuha çiçeğigiller) familyasından olan çuha çiçeklerine Karadeniz’de “Mart çiçeği” de denilmekteymiş, ayrıca çoban çiçeği, ayıkulağı, tutya çiçeği, suçiçeği, evvel baharotu, felçotu da olarak da adlandırılırmış baharın müjdecisi bu güzelim rengarenk çiçekler…

8 Mart 2013 Cuma

Dünya Kadınlar Günü

"We want Bread, and Roses too! / Ekmek de istiyoruz, gül de!"

"Dünya Kadınlar Günü" veya tam adıyla "Dünya Emekçi Kadınlar Günü" kutlu olsun! Hatıra paralarımızdaki kadın konulu paralar için buraya, günün anlam ve önemine uygun film için şuraya tıklayabilirsiniz.

6 Mart 2013 Çarşamba

Belma Baş’ın Rüzgârları


Poyraz
Belma Baş’ın, şuradaki röportajdan okuyup öğrenebileceğiniz üzere, sevdiği rüzgâr adlarından yola çıkarak oluşturduğu Poyraz ve Zefir esintileriyle savruldum dün gece ! Yönetmenin yazıp yönettiği 2006 yapımı Poyraz / Boreas adlı kısa filmi ile bu filminin devamı olan 2010 yapımı Zefir / Zephyr adlı uzun metrajlı filmini peşpeşe izledik. Poyraz / Boreas ruhumu alıp çok uzaklara götürürken, Zefir / Zephyr beni tam anlamıyla alaşağı etti. Ayrıksı, beni şaşırtan filmleri severim ama bir film -söz konusu olan Zefir / Zephyr- nasıl hem bu kadar güzel, dingin hem de bu kadar acımasız olabilir, sizi yerle bir edebilir ?! Hiç bir zaman unutmayacağım bir film oluyor Zefir ! Beklenmedik bir biçimde çarpıyor !

Zefir

5 Mart 2013 Salı

Kamchatka

Marcelo Piñeyro’nun Marcelo Figueras’la birlikte senaryosunu kotardığı , 2002 yapımı Kamchatka / Kamçatka filminde 24 Mart 1976 sonrası Arjantin’deyiz. Bir çocuğun gözlerinden darbe sonrasında neler olup bittiğini izliyoruz. Bir gecede hayatları değişiveriyor anne-baba-iki erkek çocuktan oluşan ailenin. Avukat baba ve kimyager anne arkadaşlarının gözlerden uzak, Buenos Aires dışındaki evlerine yerleşiyorlar. Etraflarındaki neredeyse tüm arkadaşları darbeciler tarafından tutuklanmış, durumları hayli zor, güvenebilecekleri kimseleri yok ve iki çocuklarına çok fazla sezdirmeden bu zor günleri atlatmaya çalışıyorlar.
Baba, çocuklarına bir oyunun içindeymişler gibi anlatıyor bulundukları durumu. Birer takma isimleri oluyor en başta. Çocukların sürekli izledikleri TV dizisi The Invaders / İstilacılar’ın ana karakteri David Vincent babanın adı oluyor. Küçük kardeşe “küçük adam” diyorlar, bize öyküyü anlatan 10 yaşlarındaki büyük kardeş ise yerleştikleri evin bir dolabında bulduğu ünlü eskapist /escape artist (her an her durumda içinde bulunduğu olumsuzluklardan -yani bağlı, kilitli vb. olabilir- kurtulup kaçabilen kişi demek eskapist) "Harry Houdini" hakkındaki kitaptan öykünerek, takma ad olarak “Harry” adını seçiyor.
Fırsat buldukça baba – oğul TEG (Táctica y Estrategia para la Guerra / Tactics and Strategy for War / Savaş Stratejisi ve Taktik Oyunu) oynuyorlar. (Bu durum da nasıl bir çelişkidir böyle ! Ülkende darbe olmuş, sen köşe bucak kaçmaya çalışıyorsun darbecilerden ama oğlunla bir savaş oyunu oynuyorsun O'nun hayatının dersini alabilmesi için!!!)
Filmin adının neden Kamchatka / Kamçatka olduğunu da bu oyunla birlikte öğreniyoruz. Tüm Dünya’nın 50 ülkeye bölündüğü ve en fazla ülke kontrolünü ele geçirenin kazandığı bir oyun bu. Harry hep babasına yeniliyor bu oyunda, taa ki anne-babasını son kez gördüğü gece oynadıkları oyunda tüm ülkeleri ele geçirip bir kahraman olmaya doğru adım adım ilerleyene dek. Ancak tüm ülkelerin kontrolünü eline geçirirken, babasının kontrolü elinde tutabildiği tek ülke olan Kamçatka tüm planlarını alt üst ediyor Harry’nin. Ummadığı bir karşı duruşla kalıyor bu noktada. Oyun saatler sürüyor, baba pes etmiyor ve Kamçatka direnişin sembolü oluyor!
Bir çocuğun gözlerinden politik bir filmi izlemek daha fazla sarsıyor izleyeni. Marcelo Piñeyro, tarih dersi vermeden, anne-babaya ne olacak diye izleyenin gözüne sokmadan, hoş metaforlarla (darbecilerin Dünya'yı istilaya gelen uzaylılara benzetilmesi gibi) anlatmış anlatmak istediğini.
Meraklısına hemen bir not; Pasifik Okyanusu’nun doğusu ile Ohotsk Denizi’nin batısında yer alan Kamçatka, gerçekte Rusya'ya bağlı bir yarımada. 29 tanesi halen aktif olan yaklaşık 150 volkanı bölgesinde barındıran Kamçatka, sahip olduğu volkanların çokluğuyla "volkanik fenomen" olarak nitelendiriliyormuş ve 19 aktif volkanı UNESCO tarafından Dünya Mirası Listesi’ne alınmış. TEG oyunundaki haritayı gerçek Dünya haritasıyla eşleştirmeyin diyerek ülkemizin de bu oyunda yer aldığını belirteyim unutmadan. Filmdeki TEG kareleriyle noktalıyorum bugünkü günce notlarımı. Ortadaki karede ülkemiz işaretlenmiştir.

1 Mart 2013 Cuma

Damlarda ! /// Déjà vu

Artık Mart'a girdik. "Felidae" taifesi geri sayım işlemlerinin bitmesiyle, sabahın erken saatlerinden itibaren icraatlerine başladı !