27 Şubat 2009 Cuma

Shivaree söylüyor: "Goodnight Moon"

Piero ve Vittoria
Başlığın izlemeyi tamamladığım Michelangelo Antonioni'nin 1962 yapımı L'Eclisse / Eclipse / Tutulma ile ilgisi yok. Ya da var mı acaba? Bu sabah kahvaltı sonrası erkenden kızımla dinlediğimiz "Goodnight Moon" şarkısı doğrudan ay tutulmasını anımsatıp bana, onca şarkı arasından Shivaree'nin "İyi geceler Ay" şarkısını mı çaldırttı acaba? Olabilir, olmadık imgelere, olmadık imgeler çağrışım yapabilir.

Antonioni'nin yalnızlık/yabancılaşma üçlemesinin son halkasındaki L'Eclisse Monica Vitti (Vittoria) ve Alain Delon'u (Piero) bir araya getiriyor. Monica çevirmenlik yapmaktadır. Filmin başında birlikte olduğu (ki filmin devamını izlediğimde nişanlısı olduğunu öğrendim) Riccardo'dan hayli sıkıntılı bir biçimde ayrılamama/ayrılma sahnelerini izleriz. Mutsuzdur, yalnızdır Vittoria. Arkadaşının evinde Afrika dansları yaptıktan sonra sarfettiği cümle belki de durumunu (modern insanın durumu aynı zamanda) çok net açıklar: "Orada (modern olmayan dünyalar kastedilen, bu noktada Kenya) mutluluk daha az düşünülür, olaylar kendi kendine gelişir değil mi? Burada her şey çok karmaşık… Aşk bile”

Antonioni'nin şu ana dek izlediğim filmlerindeki kadın karakterlerin hepsinin kafası karışık ve mutsuzlar. Etrafları, yaşadıkları ortamlar, şehirler ne kadar dolu olursa olsun kadın karakterler hep yalnız ve boşluktalar. Maddi açıdan sorunları yoktur kadın karakterlerin ama maneviyatta tükenmiş halde, arayış içindedirler. Vittoria da bize tüm huzursuzluğunu yansıtır; Riccardo ile olan mutsuz birlikteliğini bitirir ve annesini görmeye gider. Annesinin borsa işlemlerini takip eden Piero ile aralarında bir yakınlaşma başlar. Filmde borsanın acımasızlığını da gözümüze gözümüze sokar Antonioni. Eller sürekli havada, alınan satılan kağıtlar, bağrışan insanlar, para kaybeden insanlar... Oldukça yüklü para kaybeden bir adamın oturduğu kahvede çiçek çizmiş olduğunu görürüz kağıt üzerinde. Etraftaki onca berbatlığa karşın, bir umuttur o çiçek, bizi gülümsetebilen. Piero'nun işi gereği olsa gerek, ne kadar materyalist olduğunu gözlemleriz. Vittoria ise sığınacağı, tüm huzursuzluğunu ve yalnızlığını bitirecek bir imgenin ("Aşk" mı?) peşindedir. Bir sahnede Vittoria ve Piero'nun, camın ardından öpüşmelerini görürürüz. Sanki ikisi arasındaki engel gibidir bu cam; bir araya gelemeyeceklerinin ilk somut habercisi gibidir... Piero hep konuşma taraftarıdır, Vittoria ise sessiz kalma. Piero'nun Vittoria'ya sorduğu ve aldığı yanıt aşkın anlaşmadan öte bir duygu olduğunun da kanıtı gibidir;
"Piero: Seni gerçekten anlamıyorum. Merak ediyorum eski nişanlınla sen birbirinizi anlıyor muydunuz?
Vittoria: Birbirimize aşık olduğumuz sürece anladığımız tek şey, anlaşılması gereken bir şey olmadığıydı."

Filmin son yedi dakikası öncesinde, Vittoria ve Piero'nun birbirlerine ertesi gün buluşacakları sözü vererek ayrılışlarını izleriz. Kamera, ikilinin ayrıldığı gecenin sabahında, boş binalardan başlayarak evleri, boş sokakları, boş caddeleri gösterir bize. Yine sokakta aynı kadın vardır bebek arabasını süren, arabalar geçmeye başlar tek tük, yavaş yavaş kalabalıklaşır caddeler. Kamera Fine/Son yazısını görünceye dek, boş mekanlarda, sokaklarda bizi dolaştırıp durur. Bir gazete haberini görürüz; nükleer silahlanma ile ilgili bir haberdir bu ve film biterken Antonioni'nin modern dünyanın, araçların bizi nereye götüreceğini hatırlattığını anlarız. Fine / Son yazısını görerek idrak ederiz: Eksik olan Vittoria ve Piero'dur. Kamera aynı mekanları, yerleri gösterirken göremediğimizin Piero ve Vittoria olduğu yüzümüze çarpar. Buluşmamışlardır. Birlikte olmayı sürdürmeyeceklerdir. Vittoria, mutsuz bir beraberliğe, yalnızlığı yeğlemiştir.

Film biter, L'Eclisse, muhteşem bir yalnızlık ezgisi olarak içinizde çalmaya devam eder, eder, eder...

Demiş ki Antonioni: “Aşk dediğimiz, öylesine anlaşılmaz, öylesine çarpık bir duygudur ki, aşkı bir hastalık gibi incelemek gerekir… Aşk hiçbir zaman sürekli değildir. Erkekle kadını başta birbirine bağlayan bu duygu, zaman geçtikçe tükenmeye, ölmeye mahkûmdur.” (Antonioni'nin bu sözleri şimdi yönetmenini anımsayamadığım Maladie d'Amour / Aşk Hastalığı isimli bir Fransız filmini anımsattı bana.)

Aşkın, sorgusuz sualsiz giderken, yerine bıraktığı bir şey var mıdır?



26 Şubat 2009 Perşembe

Tutulursan...?

Vittoria ve RiccardoBu sefer tek sorunum uykusuzluk değil, ciddi bir gribal enfeksiyon. Üçlemenin son filmi olan Antonioni'nin 1962 yapımı L'Eclisse / Eclipse / Tutulma (nedense Batan Güneş diye ülkemizde tanıtılmış) filmini hastalığımdan dolayı izlemeyi bitiremedim. Filmin başlarında Vittoria (yine Monica Vitti) ve ayrılmayı söylediği sevgilisi Riccardo'nun karşılıklı konuşamadıkları sahneler çok sıkıntılı. Kamera Riccardo'nun evinin içinde, objeler arasında, vantilatörün bir sağa bir sola dönen pervanesinde, duvarlardaki tablolarda, pencerelerde, salonda, koridorda bizi de sürükleyerek dolaşıyor. İzlenimlerimi daha sonraya bırakıyorum ama bu fotoğrafı günceme alıntılamadan geçemeyeceğim. Aynadan Vittoria'nın tüm hoşnutsuzluğu, Riccardo'nun ise oturduğu yerdeki ruhsuzluğu inanılmaz güzel ve vurucu.

25 Şubat 2009 Çarşamba

Ruh Büzüşmeleri

Milano'nun sevimsiz binalarında, caddelerinde, sokaklarındayız 1961 yapımı La Notte / The Night / Gece filminde. Lidia (Jeanne Moreau) ve Giovanni Pontano (Marcello Mastroianni) evli, gündelik yaşamın kollarına akışlarını bırakmış bir çifttir. Her ikisinin yüzlerinde bıkkıntı, huzursuzluk, arka plandaki modern hayatın getirdiği gürültülerden rahatsızlık, mutsuzluk, içine düştükleri boşluk rahat rahat okunmaktadır. Film; evlilikleri krizde olan bu çiftin bir gün ve gecesini anlatır. Lidia ve Giovanni çiftinin ölüm döşeğinde olan yakın arkadaşlarını hastanedeki ziyaretleri ile başlayan, yazar olan Giovanni'nin "Uyurgezerler" isimli kitabının imza günü sebebiyle bir kitabevinde devam eden günleri, Lidia'nın imza gününden erkenden ayrılarak tek başına Milano'nun sokaklarında (anılarını tazeleme, ruh sıkıntılarına çare bulma maksadıyla olsa gerek?) gerçekleştireceği gezintileri ile son bulur ve asıl filmin başladığı La Notte'ye bizi getirir. Gece zengin bir işadamının evinde verdiği partiye davetlidirler ama Lidia'nın ısrarları ile o davete değil de bir gece kulübüne giderler. Lidia kulüpte sıkılınca sonuçta geceyi noktalamak için gidecekleri yer yine davetli oldukları parti olacaktır. Kalabalık davetli topluluğu zengin işadamının hayli ihtişamlı evi ve bahçesinde orkestranın çaldığı caz eşliğinde dansetmekte, içki içmekte, yemek yemekte, havuz başında eğlenmektedir. Lidia ve Giovanni ayrılarak davetlilerin arasına karışırlar. Lidia merdivenlerde bir kadının Giovanni'nin kitabını okumakta olduğunu görür. Bu kadın zengin işadamının kızı Valentina'dır. (Monica Vitti) Lidia bahçede rastladığı Giovanni'ye kitabını okuyan kadından bahseder, Giovanni bu kadını aramaya başlar bir bakıma. Evin büyük salonlarından birinde pudra kutusu ile oynayan Valentina ile flört etmeye başlar. Bu arada Lidia hastaneyi arar ve arkadaşlarının öldüğünü öğrenir. Sonra partideki bir adamla sessizce flört etmeye başlar. Ama oldukça sıkı bir yağmurun ardından adamın arabası ile birlikte evden ayrılan Lidia flört eylemini ileriye götürmeden adama "olmaz" diyerek partiye döner.
Valentina ve LidiaEvde Lidia ve Valentina karşı karşıya gelirler. Lidia'ya kendi odasında kurulanabileceğini söyleyen Valentina'ya kocasına karşı beklentilerini sorar Lidia. Valentina'nın bir beklentisi yoktur. Lidia hiç kıskançlık duymadığını söyler. Sadece bundan sonra ne olacağını bilmek istemektedir. Salt evlilik krizi içinde olmayan aynı zamanda yazarlığı açısından da yaratıcılık krizinin eşiğinde olan Giovanni için Valentina yeni bir hayat demektir. Üstelik Valentina'nın babasının kendisine iş teklif etmesi de önünde inanılmaz bir fırsattır. Ama sonuçta Valentina yuva yıkmayacağını belirterek çifti evden gönderir. Lidia ve Giovanni'yi evin bahçesinden golf sahasına doğru yürürken görürüz. Sanki son kez birlikte yürüyorlardır ve birlikte evlerine dönmeyip ayrılacaklardır. Bir ağacın altında otururlar, Lidia çantasından çıkardığı bir mektubu yüksek sesle okumaya başlar. "Bu sabah uyandığımda sen hala uyuyordun. Uyanır uyanmaz yumuşak soluğunu duydum. Bu beni derinden etkiledi. Haykırarak seni uyandırmak istedim ama öyle derin bir uykudaydın ki... Loş ışıkta tenin capcanlı, öyle sıcak ve tatlı ışıldıyordu ki öpmek istedim ama seni uyandırmaktan korktum.... Uyanırsın diye kollarıma almadım. Bunun yerine kimsenin benden alamayacağı, sadece benim olan şeyle yetindim: senin sonsuz görüntünle. Yüzünün ötesinde, tüm ömrümün ışığında bizim saf, güzel halimizi gördüm: geleceği ve hatta bütün geçmişimizi. Bu en mucizevi olaydı; ilk kez hep benim olduğunu hissetmek, senin sıcaklığın, düşüncen ve isteklerinle bu gecenin sonsuza kadar süreceğini hissetmek. Lidia, o anda seni ne kadar sevdiğimi farkettim. duygularımın yoğunluğu beni ağlattı. Bunun asla bitmemesi için ömrümüz boyunca böyle kalmalıyız. Sadece yakın değil, birbirimize ait halde. Tek tehdit alışkanlığın yaratacağı bir kayıtsızlık olacaksa da hiçbirşeyin bozamayacağı bir halde. O anda sen uyandın, tebessümle, kolların boynumda, beni öptün ve artık korkulacak hiçbir şey olmadığını hissettim. Hep o anki gibi kalacaktık; zamandan ve alışkanlıktan bile güçlü bağlarla."

Kendi yazdığı mektubu anımsamayan Giovanni "kim yazdı bunu" diye sorduğunda Lidia'nın Giovanni'ye bakışları muhteşemdir. Aşk tükenmiştir, gündelik yaşamın içinde kaybolmuştur, yoktur. "Sen yazdın" der Giovanni'ye ve artık onu sevmediğini de söyler, aynı şekilde Giovanni'nin de artık kendisini sevmediğini ekler. Kamera ikisi üzerinde odaklanır. Giovanni Lidia'yı sevdiğini söyler, eve gidelim der ve onu öpmeye başlar. Kamera otlara, ağaçlara doğru kayar. Fine / Son yazısını görürüz.

Film biter, iç sıkıntınız geçmez. Bilirsiniz ki Lidia için çözüm yüzeyseldir. Giovanni'nin Lidia'yı hala sevdiğini söylemesini inandırıcı bulmazsınız. Nasıl olur da böyle mektup yazan biri yazdıklarını bile hatırlamaz diye düşünürsünüz.

Kadın filmleri yönetmeni diye adlandırılan Antonioni La Notte'de alışkanlığın aşkı ya da daha genelde duyguları nasıl tükettiğini, modern insanın içindeki boşluğu, bireyin ve toplumun varoluş sorgulamalarını ve bunalımlarını, ruh büzüşmelerini yine hiç acele etmeden çarpa çarpa izleyiciye aktarmaktadır. La Notte beni çok etkiledi. Ama yalnızlık/yabancılaşma üçlemesinin üçüncü filmi L'Eclisse / Eclipse / Tutulma'yı izlediğimde hangisini en çok sevdiğime de karar vereceğim. (Neden böyle bir şartlama koydum onu da pek bilmiyorum, çok da gerekli değil en sevdiğimi seçmek!!!)

24 Şubat 2009 Salı

"Gece" güzeldir!

Lidia ve Giovanni
Giovanni ve LidiaUykusuzluktan Antonioni'nin yalnızlık/yabancılaşma üçlemesinin ikinci filmi olan 1961 yapımı La Notte / The Night / Gece filmini izlemeyi tamamlayamadım. İzlenimler bir sonraki girdiye kalacak mecburen ama Jeanne Moreau (Lidia) ve Marcello Mastroianni (Giovanni) hüzünlü fotoğrafları ile "Ay'dan İzlenimler"deler.

23 Şubat 2009 Pazartesi

Antonioni'nin Yalnızları

Sandro ve Claudia birlikte ama yalnızMichelangelo Antonioni'nin filmleri beklentiniz doğrultusunda sonuçlanmıyor. Bunu 1960 yapımı L'Avventura / The Adventure / Serüven filmi ile bir kez daha anladım. Filmin sonunda aniden karşınıza çıkan "FINE / SON" yazısı ile filmin bittiğinin ayırdına varıyorsunuz ama geride bir dolu soru yanıtsız kalıyor. Antonioni'nin yalnızlık/yabancılaşma üçlemesinin ilk filmi L'Avventura. Bu filmi 1961'de La Notte / The Night / Gece ve 1962 yapımı L'Eclisse / Eclipse / Tutulma izliyor. L'Avventura ve L'Eclisse filmlerinin başrol oyuncusu Monica Vitti, Antonioni'nin ilk renkli filmi olan Il Deserto Rosso'da da (1964) başrolde. Akşam L'Avventura filmini izlerken tuhaf bir izlenime kapıldım (henüz üçlemenin ikinci ve üçüncü filmlerini izlemiş değilim); bu filmdeki Claudia karakteri (Monica Vitti canlandırıyor) giderek bunalıma düşmüş ve Il Deserto Rosso'daki Giuliana karakteri olmuş gibi. Bu sebeple bir bakıma Antonioni'nin yalnızlık/yabancılaşma üçlemesinin dördüncü ve de kapanış filmi gibi Il Deserto Rosso.

L'Avventura , kaybolana dek filmin ana karakteri gibi duran Anna, Anna'nın sevgilisi Sandro, Anna'nın yakın arkadaşı Claudia'nın bir grup başka burjuva ve aristokrat bireylerle İtalyan adalarına yaptıkları yat gezisi ile başlıyor. Sevgilisi ile sürekli ilişkisini sorgulayan Anna yatın demirlediği bir adada birdenbire ortadan kayboluyor. Yer yarılıp da içine giriyor sanki. (Olmadık imgeler olmadık çağrışımlara yol açar ya bu kayboluş da bana Peter Greenaway'in Hanging Rock'ta Piknik filmini çağrıştırdı.) Anna'nın bu bilinçli yok olmayı tercih edişinin ya da kazara ölümünün ya da öldürülmesinin, her ne ise bir türlü öğrenemeyeceğimiz bu kayboluşun ardından Anna'nın sevgilisi Sandro ve yakın arkadaşı Claudia birlikte Anna'yı arıyorlar. Bu arayış çerçevesinde İtalyan burjuvasinin sergilerde, balolarda, yemeklerde, gezilerde süregelen etkinlikleri eşliğinde ilişkilerin, birlikteliklerin, arkadaşlıkların ne kadar sığ, yavan, göstermelik olduğunu, bireylerin birbirleri ile iletişemediğini, bulundukları noktaya sıkışıp kaldıklarını, etraf ne kadar kalabalık ise kalplerin o kadar boş kaldığını Antonioni hiç acele etmeden, inanılmaz güzellikteki siyah beyaz görüntülerle zaman zaman içimizi acıtarak bize anlatıyor. Sandro ve Claudia'nın arasında başlayan önce direnmeye çalıştıkları ama başaramadıkları yakınlaşma (aşk mı acaba?) çözüm olacak mıdır, yoksa durumu daha da ironikleştirip aşkı aranılan ama erişilemeyen olgu mu kılacaktır? Birbirlerine her fırsatta birbirlerini sevdiklerini söyledikleri halde bir balo sonrasında Claudia'nın Sandro'yu bir fahişenin kollarında bulması bir zamanlar bir arkadaşımın söylediği sözleri getiriyor aklıma; "Hiçbir şeyin gerçeği hayali kadar güzel ve sürekli değildir!" Oysa bunun tersini kanıtlamak amaç olmalı, hayallerle hayallerde yaşamak değil...

Bir başka usta yönetmen ustası hakkında ne yazmış merak ediyorsanız; Martin Scorsese'in 12 Ağustos 2007 tarihinde The New York Times'da yayınlanan "Filmi Özgürleştiren Adam" başlıklı makalesine göz atın derim.(http://www.nytimes.com/2007/08/12/movies/12scor.html?_r=3&oref=slogin)

21 Şubat 2009 Cumartesi

Bulutların Ötesinde Ne Aranabilir?

Ötesinde Bulutların...DVD raflarımızda Michelangelo Antonioni filmlerine tekrar göz attım. Dün yazmayı unuttuğum bir filmi daha var arşivimizde. 1995 yapımı Al di là Delle Nuvole / Beyond the Clouds / Bulutların Ötesinde Antonioni'nin sevdiğim bir diğer yönetmen Wim Wenders ile birlikte kotardığı bir film. Filmin senaryosu kendisine ait. Zaman zaman, iç içe geçmiş altı ayrı öyküden oluşan Bulutların Ötesi'nde Antonioni peşinden koşulan, arzulanan yüce aşkı bulmanın olanaksızlığını dile getirmeye çalışmıştır.

20 Şubat 2009 Cuma

"Gerçekliğin korkunç bir yanı var..."

Sinema tarihinin usta yönetmenlerinden İsveçli Ingmar Bergman ile İtalyan Michelangelo Antonioni aynı gün yani 30 Temmuz 2007'de fiziki dünyadan göç ederler. Bergman 89, Antonioni 94 yaşındadır. Her ikisi de özgün sinema dillerini yaratmıştır. Bergman günceme daha önce sıklıkla konuk olmuş bir yönetmen. Antonioni ise 6 filmi (Avventura, La Notte, L'Eclisse, Il Desserto Rosso, Zabriskie Point, Professione) ile arşivimizde yer alan ancak benim filmlerini izlemek için bir türlü zaman yaratamadığım bir yönetmendi; dün akşama dek.

1964 yapımı Il Deserto Rosso / The Red Desert / Kızıl Çöl Michelangelo Antonioni'nin ilk renkli filmi. Sisli, yağmurlu Ravenna'dayız Kızıl Çöl'de. (Ravenna, Bologna yakınlarında Adriyatik Denizi'ne bir kanalla bağlı olan ve de Dante'nin mezarının olduğu bir İtalyan Kenti.) Fabrika atıklarının tüm doğayı mahvettiği bir arka fon eşliğinde Giuliana ve oğlu Valerio ile tanışırız.
Giuliana ve oğlu ValerioFabrikanın tesis müdürü ile evlidir Giuliana. Geçirdiği bir kazanın ardından ruhsal açıdan giderek bunalıma girmiştir. Bu kasabada sıkışıp kalmıştır, yalnızdır, yaşamından, çevresinden, yaşadıklarından, modern dünyadan hoşnut değildir. Kendisiyle sorunları tepe noktasındadır, kimseyle düzgün iletişim kuramamaktadır, bardak taştı taşacak haldedir. Herkese, herşeye yabancılaşmıştır/yabancılaşmaktadır. Eşinin arkadaşı olan Zeller isminde bir mühendis ile tanışır. Zeller pek yakında yeni bir tesis kurmaya Patagonya'ya gitmek üzeredir. Zeller Giuliana'yı yakın takibe alır, amacı salt Giuliana ile beraber olmaktır. Giuliana ise farklı arayışlar içindedir. Eşi iş gezisine gittiğinde oğlu hastalanır ve Giuliana onun çocuk felci olmasından şüphelenerek giderek bunalıma düşer. Oysa çocuk numara yapmaktadır. Oğlunun kendisini kandırdığını anladığında sığındığı kişi Zeller olacaktır ama Zeller arayışlarının yanıtı değildir.
Pembe giderek kızıllaşacaktır.
Kızıl Çöl'de renklerin kullanımı çok ilginç, bir de Giuliana'nın bir nevi ruhsal sıkıntıları ile ilgili olarak etrafındaki görüntülerin giderek "flu"laşması. En çok akılda kalan sahnelerden biri Giuliana'nın oğluna anlattığı masal sahnesi. Pembe kumlar ve berrak bir denizin eşliğinde masal gerçekle hayal arasında gidip geliyor. Bir diğer sahne limandaki dökük kulübedeki yemek sahnesi. Partidekiler çok üşüdüklerinden kulübenin kırmızı tahta duvarlarını sökerek, sobada yakıyorlar ve ısınıyorlar. Yani kendi çıkarları için kulübeye zarar veriyorlar. Tıpkı doğayı teknoloji ile mahvettikleri gibi yemek süresince bir kaç saat geçirecekleri küçük bir alana da sorgusuz sualsiz maksimum zarar verebiliyorlar.

Filmin sonlarına doğru süpriz nokta ise Giuliana'nın Zeller'den ayrılıp limana gittiğinde amaçsız dolaşırken kendisine nasıl yardımcı olabileceğini soran kişinin bir Türk gemici olması. Bu gemici ile Giuliana arasında geçen Türkçe - İtalyanca diyalog filmin iletişimsizlik üzerine de güzel bir son noktası gibi. Gemici nasıl yardımcı olabileceğini Türkçe sorup durur, Giuliana İtalyanca ruhunun sıkışıklıklarını yanıtlar. (Sevgili(m) kocamdan bir küçük not: Kızıl Çöl filmi Giovanni Scognamillo'nın Batı Sinemasında Türkiye ve Türkler isimli kitabında da yer alıyormuş. Daha önce göz gezdirmiş olduğum bu kitabı da yeniden okumalıyım.)
Limanda, kızıllıklar içindeKızıl Çöl filminde Giuliana ile oğlu Valerio arasında geçen son replikler bir bakıma Giuliana'nın kendince ruh sıkışıklıklarına bulduğu çözümü de bize fısıldıyor gibi.

Valerio: (Fabrika bacasından çıkan dumana bakarak) Duman niçin sarı?
Giuliana : Çünkü zehirli.
Valerio: O zaman küçük bir kuş onun içinden uçarsa, ölür!
Giuliana: Şimdiye kadar kuşlar bunu öğrenmiştir. Oradan uçmuyorlardır artık.

Giuliana rolünde Monica Vitti hiç abartısız döktürüyor. En az Giuliana kadar ruhum daraldı filmi izlerken...

19 Şubat 2009 Perşembe

Sine-masal

Film arşivimizi listelemeye çalışıyorum. Çabalıyorum desem doğru olacak belki de...DVD'lerimiz için özel raflar yaptırmıştık geçtiğimiz yaz. Arşiv listesine girenler şu an durdukları raflardan yeni özel raflara terfi edecekler! Şu anki mevcut raflara ise DVD kutu setleri ve yeni alınan/alınacak DVD'ler yerleşecek. Yazdan beri çabalıyorum, listeyi bitirmeye çalışıyorum, uykularım kaçıyor. Sürekli yeni DVD'ler ekleniyor. Raflarda yönetmenler birbirlerine karışıyor. O film, bu film, şu film de var mıydı derken, bir film ararken, yönetmenleri bulmaya çalışırken gözlerimden film kareleri, oyuncular, replikler kayıyor.



Ayrı Birey Ay Hanım'dan İzlenimler


18 Şubat 2009 Çarşamba

Kimlik çatışmalarına birebir!

Maskeleri çıkarın!
Venedik'te gördüğü "Güneş/Ay" maskesini
sevgili Alman arkadaşım benimle paylaşmış.

Hayat bir maskeli balo ise sizin maskeniz nasıl olabilir diyerek
Yeni Türkü ile güne başlayalım...Döngü...

"........
Yaktım gemilerimi
Dönüş yok artık geri
Tak etti canıma bu maskeli balo
Bu maskeli balo
Ve onun sahte yüzleri
....."
MASQUERADE

17 Şubat 2009 Salı

Semel in anno licet insanire!

Venedik'te karnaval zamanıAlman dostlarım bu yıl 14 - 24 Şubat tarihlerinde kutlanan Venedik Karnavalı'ndan bir kare yollamışlar. Yılda bir defa çılgınlık yaşamakta bir sakınca yok/muş :-)Döngü...

"Bir sinemacının söyleyeceği hiç bir şey yoktur, göstereceği şeyler vardır."

Julie Andrews ve Paul Newman
Gerilim ve korku filmlerinin büyük ustası Alfred Hitchcock filmlerinde görünmeyi sever. 1966 yapımı Torn Curtain / Esrar Perdesi filminde otel lobisinde dizlerinde bir bebek ile seyrederiz Hitchcock'u. Torn Curtain Soğuk Savaş dönemininin Doğu Almanya'sında, ağırlıklı olarak Doğu Berlin ve Leipzig kentlerinde (Dönem itibari ile elbette çekimler bu kentlerde gerçekleştirilememiştir ama kentlerin ismi yetiyor.) geçen bir casusluk filmi. Dönem olarak artık bir şey ifade etmiyor ama sevdiğim dönemin sevdiğim iki Alman kentinde geçtiği için bu filmi merakla izledim. Başrollerde kalbimde her zaman Cat On A Hot Tin Roof / Kızgın Damdaki Kedi'deki rolüyle yer alan Paul Newman ile Sound of Music / Neşeli Günler'in kraliçesi Julie Andrews var. Film tipik bir Hitchcock filmi değil, oyuncular hiç değil. Filmin çekim notlarında Hitchcock'un mutsuz yönettiği filmlerden biri olduğu notu düşülmüş. Film yaklaşık on dakika süren bir öldürme sahnesiyle de hafızalara yerleşiyor. Bir bıçak, bir kürek ve bir ocak ile adam öldürmenin nasıl da zor olduğu gözümüze sokuluyor.

16 Şubat 2009 Pazartesi

“Televizyon ekranı zihin gözümüzün retinası haline gelmiştir” der psikolog...

Videodrome
Sinema dünyasının birbirinden ilginç filmleri ile hep gündemde olan üç David'i var;
David Cronenberg
David Lynch
David Fincher


Lynch'in neredeyse tüm, Cronenberg ve Fincher'in ise bazı filmleri arşivimizde mevcut. Cumartesi akşamı henüz kızımızın izlememiş olduğu David Cronenberg'in 1983 yapımı Videodrome filmini izledik. Bu filmi ilk izlediğimde televizyon kanallarında "rating" arttırabilmek için daha neler yapılabileceğinin 1983 yılında bu denli acımasız bir yolla gözümüze sokuluşundan çok etkilenmiştim. Kızım çok hoşlanmadı bu filmden. Belki henüz tam olarak soyutlama yapamadığından olsa gerek yerine oturtamıyor pek çok şeyi. Ama öğreniyor yavaş yavaş.

Seyrederken rahatsız olduğunuz bir şeyi seyretmeye devam eder misiniz? Herşeyin başı merak sonuçta ve doğrusu Videodrome filmini rahatsız olduğunuz halde izlemeye devam ediyorsunuz.

Videodrome ile "rating" arttırabilmek için yeni program arayışında olan bir televizyon (TV) kanalı yöneticisi Max Renn (oldukça başarılı James Wood bu rolde) vasıtası ile tanışıyoruz. Cinsel sapkınlıkların şifreli uydu TV aracılığıyla yayınlandığı bir kanala tesadüfen (?) rast gelen Max elbette reytingleri arttırmak için nereden geldiği belli olmayan bu korsan frekansın peşine düşer. Söz konusu Videodrome isimli yayın işkence, cinayet, yaralama, sado-mazoşizm ve cinsellik içerikli ve salt TV yayınınından öte bir sarmaldır, "snuff" tarzı yayınların olduğu bir sarmal.Videodrome'nun yaratıcılarının amacı televizyon yayınlarını kullanarak izleyicilerinin beyinlerini ele geçirip, onları kontrol altına alan bir çeşit deneyin kobayları olarak kullanmaktır. Videodrome kurbanlarının düşünce güçlerini ellerinden alarak onları mekanik ve kontrol edilmesi mümkün robotlar haline dönüştürmektedir. Herşeyin başı merak demiştim ya, Max de Videodrome'un tuzağına düşerek sanrılar görmeye başlar ve gerçek mi hayal mi olduğunu anlamakta zorlandığımız bir dolu karmaşık olayın içine düşer. Videodrome'un oyuncağı haline gelen Max'deki dönüşüm başlar. O artık yeni ettir (bedendir) yani New Flesh! Gerçeküstü görüntüler eşliğinde bu dönüşümü izlerken Cronenberg'in tarzına, özgünlüğüne hayran kalmamak elde değil. Max'in karnında oluşan yarık, o yarığa silah saklaması ve yine o yarıktan çıkardığı silahın altıncı parmağa dönüşmesi hoş gerçeküstü sahneler.

Teknolojik aletler ile bütünleşmeyin sakın... Ekranlar (TV ya da bilgisayar) sizi yönetmesin :-) Kendinizi köleleştirmeyin !

13 Şubat 2009 Cuma

Amy Winehouse söylüyor; I heard love is blind!

Hem Cuma hem 13



Bugün hem Cuma hem ayın 13'ü! Dolunaysız :-)
Bu yıl iki kez daha karşılaşacağız;
Mart 13 Cuma
Kasım 13 Cuma

12 Şubat 2009 Perşembe

I Heard Love Is Blind

I couldn’t resist him
His eyes were like yours
His hair was exactly the shade of brown
He’s just not as tall, but I couldn’t tell
It was dark and I was lying down

You are everything – he means nothing to me
I can’t even remember his name
Why’re you so upset?
Baby, you weren’t there and I was thinking of you when I came

What do you expect?
You left me here alone; I drank so much and needed to touch
Don’t overreact – I pretended he was you
You wouldn’t want me to be lonely

How can I put it so you understand?
I didn’t let him hold my hand
But he looked like you; I guess he looked like you
No he wasn’t you
But you can still trust me, this ain’t infidelity
It’s not cheating; you were on my mind

Yes he looked like you
But I heard love is blind…

Amy Winehouse / Frank

Gözler gerçektir, yansıttıkları olmasa da...

Ivo Trajkov'un 2004 yapımı Golemata Voda / The Great Water / Yağmuru Beklerken isimli filminde karakterlerin gözlerine takılı kaldım.
Lem
Isak
Lence
Verna
Warden
Olivera
Yaşlanmış Lem

11 Şubat 2009 Çarşamba

Akdeniz...Akdeniz...

Venedik Nalı'nda Akdeniz'e bakış...

10 Şubat 2009 Salı

"Funny Valentine" /// Déjà vu

Sistemin yönlendirdiği tüketim güdüsünden aşk da nasibini fazlasıyla aldı ama yine de sevdiğim Shakespeare sonesini yazmadan edemeyeceğim en azından 14 Şubat değil bugün diye düşünerek. 116. sonedeki şu dize beni etkilemiştir her zaman..."Love is not love which alters when it alteration finds. / Karşılaştığı ilk fırsatta değişiyorsa aşk, aşk değildir nazarımda. (Benim yorumum/çevirimdir.)"

Sonnet 116

Let me not to the marriage of true minds
Admit impediments. Love is not love
Which alters when it alteration finds,
Or bends with the remover to remove:
O no! it is an ever-fixed mark
That looks on tempests and is never shaken;
It is the star to every wandering bark,
Whose worth's unknown, although his height be taken.
Love's not Time's fool, though rosy lips and cheeks
Within his bending sickle's compass come:
Love alters not with his brief hours and weeks,
But bears it out even to the edge of doom.
If this be error and upon me proved,
I never writ, nor no man ever loved.

William Shakespeare


"Zamanın oyuncağı değildir aşk!"

9 Şubat 2009 Pazartesi

Hayalleriniz kadar...

Baba Emin ve oğul MuzafferBeklentilerimiz bizi yönlendiren imgelerdir. Nuri Bilge Ceylan'ın izlememiş olduğum tek filmi 1999 yapımı Mayıs Sıkıntısı / Clouds of May filmi idi. Nuri Bilge Ceylan'ın kasaba yaşantısı üzerine muhteşem üçlemesinin ikinci filmi Mayıs Sıkıntısı. İlki Kasaba / The Small Town (1997) ve de üçüncüsü Uzak / Distant (2002).
Bu üçlemenin öncülü ise Nuri Bilge Ceylan'ın 1995 yapımı kısa, siyah-beyaz ve diyalogsuz filmi Koza / Cocoon'dır. Koza olmasaydı Kasaba, Mayıs Sıkıntısı, ve Uzak’da olmazdı.

Yumurtanın sorumluluğuAşağı yukarı her karakter beklenti içinde Mayıs Sıkıntısı'nda. Artık İstanbul'da yaşayan ana karakter Muzaffer doğup büyüdüğü memleketinde ilk filmini çekip tamamlama beklentisi içindedir. Muzaffer'in babası Emin yirmi yıldır kadastrocuları beklemektedir. Ufaklık Ali kırk gün boyunca yumurtayı kırmadan cebinde taşıyarak müzikli saate kavuşabilmek hayali içerisindir. Saffet kasabadan (taşradan) kaçıp kurtulabilmek için üniversite sınav sonuçlarını beklemektedir. Sınavlarda başarısız olunca büyük şehire gitme hayali için Muzaffer'in kendisine yardım etmesi beklentisi içine girecektir. Ki Saffet'in büyük şehire kavuşma beklentisine Uzak filminde kavuştuğunu görebileceğiz. Saffet yönetmen olmayı hayal eden Muzaffer'in evinde İstanbul'da kalmaya Uzak filminde gidecektir.

Taşrada hayat yavaş akıyor. Görüntüler insanı rahatlatıyor. Büyük kentin soluksuzluğu yok, telaşı yok, acımasızlığı yok. Ama yine de bir sıkıntı var filmin bizlere akıttığı, dile getirilemeyen, sadece gözlemlenebilen...Beklentilerden kaynaklanıyor belki de sıkıntılar.

İnandığım bir dayanak var; hayalleriniz kadar varsınız! Uzaklara gitme hayali de benim tek beklentim.

6 Şubat 2009 Cuma

Kedi

Venedik Nalı Kedisi
Kedi idi Adı

Bu adı
Ona kimse vermedi
Çağırdılar, sağırdı, duymadı

Kedinin mırmırları
Onun
Hem düşünmesi,
Hem de duyma'sıdır.

Bunu
Benim yazmam da
Benim mırmır'larımdır.

Duyan
Bunu yazmaz
Uyan
Bunu yazan bir kedidir.

Özdemir Asaf

5 Şubat 2009 Perşembe

Bella Pais

Dut Ağacı KahvehanesiSevdiğim kahvehanenin...

Kıbrıs KahvesiSevdiğim kahvesi.
(1 Şubat 2009 "Bella Pais" / Beylerbeyi)

Politik Yozlaşma Üzerine...

James Stewart ve Jean ArthurSinema tarihinin politik taşlama üzerine klasiklerinden biri olan Frank Capra'nın 1939 yapımı Mr. Smith Goes to Washington / Mr. Smith Washington'a Gidiyor isimli filmini izledik. Kızım çok beğendi ve mutlaka bugün bu filmi günceme yazmamı istedi.

Washington’da senatörlerden birinin ölmesinin ardından yeni birinin atanması gerçekleşecektir. İlgili eyaletin diğer senatorü Joseph Paine’in iplerini elinde tutan büyük medya patronu Jim Taylor‘ın istediği geçici olarak bu göreve atanacak kişi için "kirli" işlerine pek karışmayacak birinin bulunmasıdır. Politik geçmişi olmayan İzci Kulübü Başkanı Jefferson Smith'in bu görev için biçilmiş kaftan olduğunu düşünürler. Ama Washington entrikaları içinde Mr. Smith idealleri ve dürüstlüğü ile sıyrılacak ve "böyle gelmiş böyle gider" haldeki döngüyü ters yüz edecektir.

Mr. Smith rolünde genç James Stewart var. Usta oyunculuğu, inanılmaz performansı ile filmin özellikle Senato'da geçen ikinci yarısını çok keyifli hale getirmiş. Frank Capra öyküyü bize iki kısımda sunuyor. İlk bir saatlik bölümde idealist, dürüst, naif Mr. Smith'in Washington'a gidişi, son bir saatlik bölümde ise Senato'da gerçekleştirdiği uzun savunma var. İlk bölüm Mr. Smith'in politik entrikalar, hileler, yalanlarla yüz yüze gelmesini, ikinci bölüm ise naif Mr. Smith'in giderek daha kararlı bir kişiye dönüşerek bu yalanlara karşı duruşunu, söz hakkını kaybetmemek için saatler boyu ayakta kalarak savunmasını yapmasını izleyiciyi sıkmadan anlatıyor. Mr. Smith'in asistanı olarak filmde Jean Arthur var. Mr. Smith savunmasının bu kadar güçlü olmasında hiç bir kapının açık kalmamasını sağlayan bu çok hoş asistanına borçlu. Mr. Smith'e aşık olan Clarissa, bence en romantik notlardan biri ile aşkını Mr. Smith'e açıklıyor.

Bu filmi pek beğenen ve bence henüz her anlamda hayat görüşü tam olarak oluşmamış küçük kızıma bu film vasıtasıyla büyük bir öğüt;
Bu filmde gördüğün üzere politik yozlaşma ülke gözetmeksizin politik yozlaşmadır. Karakterleri getir başka bir ülkeye koy, orada da tüm bu entrikalar, oyunlar hepsi mevcut.

Salt birey olarak ne yapabilirim ki deme ve sadece politikada değil tüm yaşamında yozlaşmadan kaçınmak ve her bağlamda "bana dokunmayan yılan bin yaşasın" mottosundan vazgeçmek en önemli idealin olsun...Özünden ayrılma.

4 Şubat 2009 Çarşamba

İstanbul Üzerinde Gökyüzü

Melek CassielKızım bir Cumartesi günü doğdu, eşim de Cumartesi günü doğmuş. Cumartesi günü doğanların meleği Cassiel'dir. Daha önce günceme konuk olan Wim Wenders'in Der Himmel Über Berlin / Wings of Desire / Arzunun Kanatları filminde Melek Cassiel ve Melek Damiel Berlin'i izlerler gökyüzünden. Konumları gereği insanları sadece pasif birer izleyici olarak takip edebilirlerken Damiel bunu değiştirmeye karar verir ve bir sirkte akrobat olarak çalışan genç bir kadına aşık olunca meleklikten vazgeçerek insan olmak için adım atar. Bu filmin devamı olan In Weiter Ferne So Nach! / Far Away So Close / Çok Uzak, Çok Yakın filminde ise Melek Cassiel'i çok yakından izleriz. Cassiel de bu filmde kanatlarından vazgeçerek insan olmayı tercih eder.

Meleklere ne kadar inanırsınız bilemem...Ben de bir Cuma günü doğmuşum. Cuma gününün meleği Anael imiş...

"Nasıl ölünür, biliriz!"

Korab ve Stokrotka
20. yüzyıl Polonya halkı (Lehler) için çok büyük acılar ve yıkımlar getirmiş bir yüzyıl. Önce Naziler tarafından bütünüyle yokedilmeye mahkum edildiler. Ardından Sovyet işgalini yaşadılar ve daha sonra da totaliter bir yönetimin uzun yıllar sürecek baskısına karşı ayakta durmaya çalıştılar. Leh sineması tüm bu yıkımlara karşı Lehlerin sadece sığınaklarından biri olmamış aynı zamanda olanı biteni bize aktaran en büyük anlatıcı da olmuştur. Leh sinemasının ustalarından Andrzej Wajda da Polonya'da sinemasal mücadelenin en büyük ustalarından, yaratıcılarından biridir.

Dün akşam izlediğimiz Wajda'nın 1956 yapımı Kanal / Canal / Kanal isimli filmi aslında II. Dünya Savaşı üzerine üçleme olarak gerçekleştirdiği filmlerden ikincisi. Üçleme, 1955 yapımı Pokolenie / A Generation / Bir Kuşak filmi ile başlayıp 1958 yapımı Popiol i Diament /Ashes And Diamonds / Küller ve Elmaslar sona eriyor. Kanal II. Dünya savaşı sırasında Armia Krajowa / The Polish Underground Resistance Army / Polonya Direniş Ordusu'ndan 43 direnişçinin Varşova kanalizasyonlarındaki son saatlerini anlatıyor. Hayli karanlık, hayli karamsar, hayli dramatik ama bir o kadar da onurlu bir direniştir ekranlara yansıyan. Senaryoyu yazan Jerzy Stefan Stawinski 1939'dan itibaren savaşa katılmış bir vatansever. 1944'teki Varşova Direnişindeki bize anlatılan olayları da kanalizasyon kanallarında bizzat yaşamış biri. Öykü 63 günlük Varşova Direnişinin son haftasını bize aktarıyor. Naziler karşısında şehir merkezine gidebilmek için bir avuç direnişçinin Varşova kanalizasyonlarında ümitsizce çabalamalarını, karanlıkta labirent gibi olan kanallarda parçalanmalarını, psikolojik bozukluklarını, kaybolmalarını ve metan gazına maruz kalmalarını kalbiniz sıkışarak izliyorsunuz. Günışığına ulaşabilen tek tük direnişçinin sevincinin Almanlar tarafından ele geçirilmeleriyle nasıl sona erdiğine tüyleriniz ürpererek üzülüyorsunuz.


Andrzej Wajda resmi websitesinde (www.wajda.pl) kendisine ilk önemli başarıyı kazandırmış olan Kanal filmini gerçekleştirirken ve gerçekleştirdikten sonra yaşadıklarını, filme karşı oluşan tepkileri oldukça yalın bir dille aktarıyor. Wajda'nın websitesinde yer alan ve Varşova Direnişi sırasında Jozef Szczepanski isimli askerin yazdığı hüzünlü dizelerle Kanal filmi ile ilgili notumu sonlandırıyorum.

"...
We are waiting...
We are waiting for you, red plague,
To deliver us from black death,
To be our land once torn and quartered
Salvation met with horror ...

You cannot harm us! The choice is yours,
You can help us, you can deliver us
Or still delay and leave us to die...
Death is not terrible; we know how to die.

But know this: from our tombstones
A victorious new Poland will be born
And you will not walk this land
You red ruler of bestial forces!"

Jozef Szczepanski

3 Şubat 2009 Salı

Blueberry Nights

Blueberry lovesPek güzel, pek lezzetli, pek faydalı bir meyvedir yaban mersini ya da likapa ya da vaccinum myrtillus ya da blueberry...Yaban mersini turtası New York'taki Cafe Katya'da müşteriler tarafından çok tercih edilmese de Jude Law (Jeremy) ve Norah Jones'u (Elizabeth) buluşturmaya vesile olarak bence çok romantik bir film ismi olmuş. Seçimlerimiz hayatımızı belirler. Yaban mersini turtasının tercih edilmemesi ile ilgili der ki Jeremy "bütün turtalar biterken yaban mersini turtası hiç bozulmadan kalır, bu durumda yaban mersini turtasını suçlayamazsın. Sadece kimse tercih etmiyor, o kadar!"

2007 yapımı, Norah Jones ve Jude Law eşliğindeki
My Blueberry Nights filmini izledik. Benim Aşk Pastam diye oynadı film ülkemizde. Kar Wai Wong çok sakin bir yönetmen, hiç aceleye getirmiyor çekimlerini...Bir çırpıda diyebilirim ki; film işlediği konu itibariyle de olsa gerek gerçekten ruh daraltıcı. Kalbi kırık Elizabeth'i Amerika boyunca gittiği yerlerde ama aslında içsel yolculuğu süresince, kalbi kırık Jeremy'i ise New York'taki "Katya" isimli kafesinde gözetliyormuşuz hissine kapılarak izliyoruz ekrandan. İkili sahnelerin çoğu, renkler, çekimler yoruyor. Norah Jones'un neredeyse hiç oyunculuğu yok, O sadece şarkı söylemeye devam etmeli bence. Pek sevdiğim Jude Law da filmi sürükleyememiş. Bu arada rahatlıkla söyleyebilirim ki başroller değil ama diğer oyuncular (Rachel Weisz, David Strathairn ve Nathalie Portman) oldukça iyiler. Bu nedenle filmdeki alt öyküler ana öyküye göre daha iyi olmuşlar. Yine de tüm olumsuzluklara rağmen My Blueberry Nights buğulu bir yaban mersini tadı bırakıyor zihnimde. Elizabeth'in repliği de uçuşuyor: "How do you say goodbye to someone you can't imagine living without? I didn't say goodbye. I didn't say anything. I just walked away. At the end of that night, I decided to take the longest way to cross the street."

Zaman en iyi çözümdür!

2 Şubat 2009 Pazartesi

"Konuşuyor işte!"

En sonunda, başucu kitaplarımdan biri olarak yaklaşık on yıldır defalarca başlanıp bir türlü sonlandırılamayan Alev Alatlı'nın ilk basımı Kasım 1999'da yapılmış Schrödinger'in Kedisi 1.Kitap [Kabus] isimli 'anti-ütopik' ürpertici kitabını bitirdim. Dersaadet'te başladığım [Kabus]'un son sayfalarını Venedik Nalı'nda noktaladım.

"Parmağıma değil, işaret ettiğine bakın!" diyen Alev Alatlı 2020'li yıllardan geriye eski Türkiye'yi (yakın zamanımızın Türkiye'si) büyüteç altına alıyor.

Kitapta anlatılan 'Eski Türkiye' aslında günümüz Türkiye'si, yakın tarihli Türkiye. Romanın ana kahramanı İmre Kadızade'nin yeğeni Devrim Kuran'ın intiharına yardımcı olmakla suçlanarak Koalisyon Mahkemesi tarafından yargılanması boyunca 70, 80 ve 90'lı yılların Türkiye'sini izleriz kitapta. 'Eski Türkiye'nin içinde bulunduğu durumdan yola çıkarak savunmasını hazırlayan İmre Kadızade ülkenin içinden geçtiği gerçeklerle bir kez daha yüzleşir. Dolayısıyla biz de yüzleşiriz, ayırdına varırız bize sunulanların, gösterilenlerin, yetinmemiz için verilenlerin.

"Parmağıma değil, işaret ettiğime bakın!" diyen Alev Alatlı eski Türklerin (bizlerin) afaziye yakalanmış olduğunun altını çiziyor. "Afazi" yani bellek kaybı, büyük bir silinmişlik... Eski Türkler sözcükleri anlamazlar, anlamadıkları için anlam ilişkisi kuramazlar ve de suskun kalırlar. Konuşanları da "konuşuyor işte!" diyerek geçiştirirler. Birbirlerinin ne dediğini anlamayan insan topluluklarına döner eski Türkiye. Durum vahimdir.

Alev Alatlı; "toplumsal afazi ya da celbedilmiş afazinin tıp dünyasına, özellikle de nöropsikologlara önerdiği bir kavram olduğunu" belirtiyor bir röportajında: Afazi, aphasie, eski adıyla heceli kelam melekesi tıpta kanama, zedelenme gibi travmalar nedeniyle beyindeki kortikal lisan alanlarının boşalması sonucunda insanın konuşamıyor, konuşulanı anlamıyor olması durumu. Afazik hastada, konuşma çıkışı hemen hiç yoktur ya da minimal düzeydedir. Duyduğunu, okuduğunu anlama, minimal düzeydedir. Tekrarlama, isimlendirme minimal düzeydedir. Afazi, büyük bir konfüzyonel boşluğu, karmaşayı ifade eder. Çevreden gelen sesli ve yazılı uyaranların kişide hiç bir izlenim uyandırmadığı bir boşluktur, silinmişliktir. Büyük bir şaşkınlık ve amnezidir, bellek kaybıdır." Alatlı'ya göre, "afazi hastası bu karmaşa ve bellek kaybı içinde hiç bir şey yakalayamadığı, her şey uçar gibi cereyan ettiği için hasarın boyutu hakkında bir düşünce de oluşturamaz. Ayrıca duygusal açıdan da kararsızdır." Alev Alatlı Türkiye toplumunun çok büyük bir bölümünün bu durumda olduğunun altını çiziyor. Alatlı'ya göre; "Hepimiz birden beyin travması geçirmedik ama bizim kortikal lisan alanlarımız boşaldı. Bu nedenledir ki, ortak dilimizi kaybettik. Bunun böyle devam etmesinin sonucu, ülkenin ayrışmasıdır."

Schrödinger'in Kedisi 1.Kitap [Kabus]'u 2. Kitap [Rüya] izliyor. Şimdi başucu kitabım [Rüya] olacak. [Rüya] da bitince Alev Alatlı'ya tekrar değineceğim.

Yeri gelmişken, acaba ben de afazik miyim??? Neyim, kimim???

1 Şubat 2009 Pazar

"Yaşam mavilerde...

"Venedik Nalı" aydınlık...Gök mavi, deniz mavi...Yaşam mavi!
"Kind of Blue" Miles Davis