31 Aralık 2010 Cuma

Gri Bir Yıl

Bu gece 'mecburen' gireceğimiz
yeni yılın bana çağrıştırdığı ilk renk gri.
Gri 2011
hoşgeldin, umarım biraz huzur getirirsin.
...
.

30 Aralık 2010 Perşembe

Hayatı Güzelleştirmek Küçük Bir Sohbette Gizlidir Çoğu Zaman

uç uç balonÜniversite yıllarımızdan üç arkadaş bu öğlen bir araya geldik. Öğle arasına sıkıştırılmış keyifli bir sohbet biraz olsun gündelik hayatın sıkıntılarından kurtardı bizi diyebilirim. Üniversite yıllarından, gelecekten, hayallerimizden konuştuk. Gökyüzüne üç balon bıraktık bugün...

Portakalların Olduğu Yerde

Portakal ! Orada kal !Gelecek yıldan pek bir beklentim yok... Bir ara portakalların olduğu adada olabilirsem gayet iyi olacak.

27 Aralık 2010 Pazartesi

K O S M O S

KosmosGünlerden bir gün, nereden geldiği belli olmayan yarı meczup bir adam ağlaya ağlaya karlar içinden Kars'a gelir. (Kars diyorum ama adı hiç bir zaman geçmez kentin, sınırdaki bir kasabadır burası...) Gelir gelmez nehirde boğulan çocuğu kurtarır. O çocuk ki babası mezbahada hayvanları kesmektedir. Yani can alan birinin oğluna can vermiştir. Şeker dışında başka bir şey yemez, uyumaz, çalışmaz, hırsızlık yapar, etrafındakilere şifa dağıtır, kuşlar gibi ses çıkararak iletişim kurmaya çalışır, çok anlamlı sözler çıkar ağzından, sadece çay içer ve tek derdi aşktır. Aşık olduğu kız "adım Neptün olsun" deyince, "Sen Neptün ol, ben de 'Kosmos' olayım!" der.Neptün ve KosmosReha Erdem, ilk filmi ve bence başyapıtı 1988 yapımı A Ay / Oh Moon filmi ile kalbimi ve beynimi tam onikiden vurmuş bir yönetmendir. Reha Erdem'in A Ay'ı izleyen tüm filmlerini izledim elbette ama A Ay filminin bıraktığı tat her zaman farklıydı. A Ay'dan sonra Hayat Var filmi ile beni bambaşka bir İstanbul'a götüren Erdem, son yapıtı 2010 yapımı Kosmos ile sadece fiziki olarak İstanbul dışında bir kente değil farklı bir dünyaya da beni taşıdı diyebilirim.
Kosmos algılaması güç bir film. 'Kosmos' karakteri de gerçekte olunabileceğine inanması zor bir karakter. Biraz eski zamanların mecusi dervişleri gibi. Reha Erdem'in sözleriyle, 'Kosmos', bir süper kahraman. Yönetmen bu nedenle de karakterin, gerçek olmadığını belirtiyor ve gerçek değil derken, keşke gerçek olsa anlamında da söylediğini ekliyor. Reha Erdem'in belirsiz bir zamanda, belirsiz bir kente gelen, iletişimde olduğu kent sakinlerini varlığıyla rahatsız eden, bazılarını iyileştiren, bazılarını sarsan ve geldiği gibi kentten çekip giden karakteri en vurucu sözlerinden birini kente sürgün gönderilmiş öğretmene söylüyor: "İnsanın hayvana bir üstünlüğü yok efendim !"
Reha ErdemKarlar altındaki güzeller güzeli Kars'a Gezici Film Festivali kapsamında giden Reha Erdem kentten çok etkilendiğini belirtmiş bir söyleşisinde. Bazı yıkık görüntüler, O'na bir savaş ortamını çağrıştırmış ve bir de oradaki insanların varoluş şekilleri dikkatini çekmiş; örneğin karın üzerindeki siyah paltolu, siyah şapkalı adamlar... "Her şey aşırı derecede sinematografikti." diyor Erdem ve ekliyor; "Dolayısıyla ham duran proje fikrim, bir elbise gibi Kars’ın üzerine oturdu." Bu kent Reha Erdem'in filmine çok yakışmış bence. İzlerken seneler önce gördüğüm Kars'ı gözümün önüne getirmeye çalıştım. Kışın değil, baharda görmüştüm Kars'ı... Taş evler, ağaçlar, sokaklar, nehir... Kars hakikaten büyüleyici bir kent...
Kosmos müzikleriyle de çok güzel bir film bence. Rachel's grubunun "Systems: Layers" albümünden filmin fragmanında da yer alan "Even Odd" parçası oldukça hoş. Benim için salt 1999 yapımı "Selenography" albümü demek olan Rachel's grubunun hemen bu albümünü de edinmeliyim diye düşündüm yaylıların eşliğinde Kars'ın kazları koşuştururken ! Elbette Reha Erdem'in deyimiyle Kars’ta nereye giderlerse duydukları ‘Bu Gala Daşlı Gala’ türküsü de filmin olmazsa olmazı olmuş.
İnanmasına inanmak zor 'Kosmos' karakterine ama ben yine de sevdim film kahramanı olarak kalacak olsa da, kendine ait bir evrende yaşayan ve oradan çıkmaya niyeti olmayan bu hayli anarşist / şamanistik varlığı ! Vampirlik ile dervişlik arasında bir acaip noktadaki hafifliğin düşsel ağırlığını duyumsattı bana!!!

22 Aralık 2010 Çarşamba

Avrupa'nın Görüntüsünden Kurtulmak İçin Uyanmak !

Max von Sydow'un hipnotize eden sesi ağır ağır duyulur;

"Şimdi dikkatle sesimi dinleyeceksin. Sesim sana yardımcı olacak ve Avrupa'nın daha derinlerine inmende, sana rehberlik edecek.
Her sözcük ve sayıyla beraber,
sesimi her duyduğunda... Sen özgür, gevşemiş ve yeni fikirlere açık bir halde daha derin bir katmana girmiş olacaksın.

Şimdi, birden ona kadar sayacağım.

On olduğunda,
Sen, orada olacaksın.
...
On dediğimde orada ol."
Avrupa

"Ay'dan İzlenimler"'i izleyenler bilirler içinden başka filmler geçen filmler kadar "üçleme" filmleri de severim. Lars von Trier'in "Avrupa" üçlemesinin son filmi olan 1991 yapımı Europa / Avrupa 1945'in Almanya'sında geçer. Max von Sydow filmde sadece sesiyle yer alarak olayları anlatır ve sesi sizi hipnotize ederek büyüler. Lars von Trier'in betimlediği II. Dünya Savaşı'nın hemen ertesindeki travmatik, kaotik Almanya, seneler önce bu filmi ilk izlediğimde öylesine beynime kazınmıştı ki izledikten sonra gittiğim Berlin'de yer yer pek çok sahne gözlerimin önüne gelip durmuştu.
Şimdi durup dururken bu film usuma düşmedi elbette ! 1945'in Almanya'sında hemen savaşın bitiminden sonra doğmuş olan Alman arkadaşımın doğumgünü bugün. Glücklich Geburtstag !!!

21 Aralık 2010 Salı

Gündönümünde Ay Tutulması

Ay tutulurken uyuyamam !Ay tutulması 456 yıldır ilk kez bulunduğumuz yarıküredeki gündönümüne denk geliyor. Kuzey yarıkürede güneş ışıklarının Oğlak Dönencesi`ne dik geldiği en uzun gecenin yaşanacağı bugünden (21 Aralık) sonra artık günler uzamaya başlayacak. NASA'dan yapılan açıklamaya göre en son 1554 yılında gerçekleşen bu tarihi rastlantı, 456 yıl sonra tekrar oluşuyor. Tam tutulma sırasında Ay'ın bakır kırmızısı rengini alacağı belirtildi. Başlangıcından bitişine toplamda 3 saat 28 dakika sürecek olan tam Ay tutulması bugün Kanada saatiyle sabaha karşı 01:33'de başlayacak ve 05:01'de sona erecek.
Bu arada hemen not düşeyim, 2011 yılının Ay tutulmaları Haziran ve Aralık aylarında gerçekleşecek.

20 Aralık 2010 Pazartesi

Doğan Güneşin Ülkesi: Japonya

Japonya... JaponyaSevgili öğretmenim, arkadaşımın Alaska'dan sonra seyahatini gerçekleştirdiği yer bu kez dünyanın diğer ucu olan "Doğan Güneşin Ülkesi" Japonya (Japonca: 日本, Nihon ya da Nippon) idi.

Gidip görmek istediğim ender ülkelerden biri olan Japonya ile ilgili arkadaşımın çektiği birbirinden güzel fotoğrafları tekrar tekrar izleyerek yetineceğim. Şimdilik !

FujiAshi GölüAltın Tapınak - KyotoJapon yemekleriSensojiSensoji
Akira Kurosawa'nın filmlerini yeniden izlemenin zamanı da geldi sanırım.

17 Aralık 2010 Cuma

Kar Uçuşurken İstanbul'da...

Nar


Kar
Var
Yar
Nar

13 Aralık 2010 Pazartesi

Ladri di Biciclette

Vittorio De Sica denilince aklıma ilk gelen Ladri di Biciclette/ Bicycle Thieves / Bisiklet Hırsızları filmidir. 1948 yapımı bu film, İtalyan yeni gerçekçilik akımının başyapıtlarından biridir. Belleğim beni yanıltmıyorsa İtalyan yönetmen Vittorio De Sica arşivimizde 1962 yapımı Matrimonio all'italiana / Marriage Italian-Style / İtalyan Usulü Evlilik filmiyle de yer alıyor. Ladri di Biciclette/ Bicycle Thieves / Bisiklet Hırsızları filmi hüzünlü öyküsü, çekimleri ve sadeliğiyle kalbimi fethetmiş ender filmlerden biridir.

Bu arada filmin yönetmeni Vittorio De Sica ile senaristi Cesare Zavattini'nin sinema tarihinin en uzun süren işbirlikteliğini de gerçekleştirdiklerini not düşmek istiyorum. Zavattini Ladri di Biciclette/ Bicycle Thieves / Bisiklet Hırsızları dışında sayısı yirmiyi geçen başka senaryolar da yazmıştır Vittorio De Sica için. Ağırlıklı olarak tüm senaryolarda II. Dünya Savaşı sonrası İtalya’sıdır değinilen. İtalya'daki toplumsal adaletsizlik, insanların çaresizliği ve umutsuzluğu, sömürülmeleri, zor hayat koşulları adeta bir belgesel tadında aktarılmıştır İtalyan yeni gerçekçiliğinin kuramcısı olarak da adlandırılabilecek Cesare Zavattini tarafından.

Tamamiyle halktan oyuncularla gerçekleştirilen filmde II. Dünya Savaşı sonrasında Roma'nın kenar mahallelerinde yaşayan insanların hayatlarına tanık oluruz. Uzun bir süredir işsiz olan ana kahraman Antonio Ricci(Lamberto Maggiorani canlandırıyor)'ye İş Bulma Kurumu tarafından bisikleti varsa bir işe (Roma sokaklarına afiş asma işidir bu iş) başlayabileceği söylenir. Evdeki yatak çarşaflarını rehine vererek karşılığında daha önce rehine verdiği bisikletini geri alır, başvurusunu ilgili kuruma yapar ve ertesi sabah işbaşı yapabileceğini öğrenir Antonio.Antonio ve Brunoİş bulduğu için mutludur. Oğlu Bruno (Enzo Staiola canlandırıyor) da gurur duymaktadır babasıyla. Bruno'nun gözleri bisikleti temizlerlerken ışıl ışıldır.Antonio işbaşı yaptığı ilk günde...Ancak mutluluk sürekli olamayacak ve daha işbaşı yaptığı ilk gün Rita Hayworth'ın (bir bakıma içinden film geçiyor da diyebiliriz bu film için çünkü asılan afiş Rita Hayworth'ın Gilda filmindendir.) afişini duvarlara yapıştırırken bisikleti çalınacaktır Antonio'nun. Herşey bir anda altüst olmuştur. Bisiklet yoksa işi de olmayacaktır...KilisedeFilmin devamında Antonio ile oğlu Bruno'nun yoksul mahallelerden kiliselere, bit pazarından bisikletin nerede olduğunu söyleyebileceğine bel bağlanan bir nevi medyum olarak adlandırabileceğimiz kadına kadar çaresizce çalınan bisikletin aranmasını izleriz...Bit pazarındaUmutsuzca süren arayışın sonunda son kalan paralarıyla bir lokantaya girer baba oğul...En dokunaklı sahnelerden biridir lokanta sahnesi. Bruno'nun hüzünlü gözlerini özgüvenle dolu pırıltılar içinde görürüz. Babası ona yemek ısmarlamaktadır, bu an onca yoksulluğun içinde umudun bir an parladığı andır. BrunoÇalınan bisikletin peşinde baba oğulun ilişkisi an be an perdeden izleyiciye yansır, sıradan hayatların sıradan hüzünlü öyküsüdür film ve Antonio'nun başkasının bisikletini çalmak üzere hamle ettiğinde küçük Bruno'nun gözlerindeki hayal kırıklığıdır.BrunoÇaresizliğin, yoksulluğun ve bunların neler yaptırtabileceğinin en sade haliyle anlatımıdır Ladri di Biciclette/ Bicycle Thieves / Bisiklet Hırsızları. Beklentiniz doğrultusunda mutlu sonla bitmez; "Fine" yazısını ekranda gördüğünüzde boğazınızdaki yumru büyür !

10 Aralık 2010 Cuma

DUYGU YÜKLÜ BİR HATIRA PARA SETİ...

Ertuğrul Fırkateyni'ni bilir misiniz ? Ya bundan 120 yıl önce Japonya'ya yaptığı yolculuğu ve bir facia sonucu batışını; Türk - Japon dostluğunun başlangıcına vesile oluşunu pekiyi ? Bilir misiniz ?

Bilmiyorsanız ve öğrenmek istiyor fakat kaynağınız yoksa, elinizin altında Internet var; araştırınız! Setteki Ertuğrul Fırkateyni Hatıra Parası ise 3 Aralık 2010'dan beri bizim Darphane'de satışta, bu para 3.000 adet tek olarak ve 20.000 adet sette olarak toplam 23.000 adet basıldı; Ahırkapı Feneri ve Kuran'ın nüzülünün 1400.Yılı Hatıra Paraları da aynı tarihte satışa çıktı ve bunların maksimum tirajı da 3.000'er adet. Fotoğraflarını gördüğünüz set ise, yalnızca Japon Darphanesi'nce satılmakta... Ukalaca uslubum ile birlikte, sizleri bizim güzide kurumumuz Darphane'nin yönlendirmesiyle, Japonya'dan getirtmek durumunda kaldığımız ve her iki ülkenin ortak olarak çıkarttığı hatıra para setinin görüntüleriyle başbaşa bırakıyorum ! 20.000 adet basılan set, halen Japon Darphanesi'nden temin edilebiliyor.

(Bazı görüntüler üzerindeki yazıları okuyabilmek için üzerlerine tıklayıp büyütünüz.)






8 Aralık 2010 Çarşamba

John Lennon

1971 yılında Rolling Stones dergisinin 74.(21 Ocak 1971) ve 75.(4 Şubat 1971) sayılarında Jann S. Werner'in John Lennon'la yaptığı ünlü "Lennon Remembers / Lennon Anlatıyor (Anımsıyor)" başlıklı söyleşisi iki bölüm olarak yayımlanır. Ne ilginçtir ki söyleşi 1970 yılının 8 Aralık gününde New York'ta yapılmıştır. John Lennon ve Yoko Ono'nun kısa bir süre önce bitirmiş oldukları albümlerinin hemen ardından gerçekleştirilmiş bu söyleşi Werner'in şu sorusu ve Lennon'un şu yanıtıyla son bulmaktadır:
Werner: Do you have a picture of “when I’m 64″?
Lennon: No, no. I hope we’re a nice old couple living off the coast of Ireland or something like that — looking at our scrapbook of madness.
*****
Werner: 64 yaşınız için aklınızda bir fotoğraf var mı?
Lennon: Umut ediyorum ki İrlanda sahillerinde ya da ona benzer bir yerde yaşayan, birlikte yaptığımız çılgınlıkları karaladığımız deftere bakan şirin, yaşlı bir çift olacağız.
John Lennon bu söyleşiden 10 yıl sonra bugün ya da tam 30 yıl önce bugün 8 Aralık 1980'de akli dengesi yerinde olmayan bir hayranı tarafından New York'taki dairesinin önünde öldürülür. Daha sadece 40 yaşındadır.
Sevdiğim şarkılarından biri olan (Just like) Starting Over şarkısının son sözleriyle anımsamak istiyorum bugün John Lennon'ı...(Lennon'un bu güzel şarkısının klibi ayrı güzeldir... Rolling Stones dergisinde yer alan yukarıdaki sözlerle başlar, sahildeki kır evinden dağılan ve uçuşan fotoğraflarla New York'ta son bulur. Son bulmadan hemen önce John Lennon ve Yoko Ono'yu çizgilerle görürüz. John Lennon çizgilerle bir meleğe dönüşür ve kanatlarıyla Yoko Onu'yu sarmalar... [İnternette tarattırarak izlemenizi öneriyorum.]

John Lennon

(Just like) Starting Over

.....
.....

It's been too long since we took the time
No-one's to blame, I know time flies so quickly
But when I see you darling
It's like we both are falling in love again
It'll be just like starting over, starting over

Our life together is so precious together
We have grown, we have grown
Although our love is still special
Let's take a chance and fly away somewhere

John Lennon
Double Fantasy albümü

7 Aralık 2010 Salı

Ekmek de istiyoruz, gül de !

Ekmek ve Gül“We want Bread, and Roses too! / Ekmek de istiyoruz, gül de!” sloganı 1857'de New York’ta 128 kadın işçinin can verdiği bir fabrika yangınının ardından yürüyüşe geçen kadın işçiler tarafından ilk kez dile getirildikten sonra Amerikalı şair James Oppenheim tarafından 1911 yılında "Bread and Roses" şiirine, İngiliz yönetmen Ken Loach tarafından da 2000 yılında Atlantik Okyanusu'nun diğer yakasında çektiği Bread and Roses / Ekmek ve Gül filmine esin kaynağı olmuş...
İşçi sınıfının daimi savunucusu Ken Loach bu filminde bu kez yeni dünyada göçmen işçilere yapılan haksızlıklar üzerinden öyküsünü kurgulamış ve öyküsünün odağına Meksikalı iki kızkardeşi koymuş. Maya, çoktan Los Angeles'a yerleşip çoluk çocuğa karışan ablası Roza'nın ardından aynı serüveni tekrarlamak üzere Meksika - Amerika sınırını geçecek ve ekmeğini kazanmak üzere kapitalizmin modern kölelik sistemi içinde kendine iş arayacaktır. Kaçak işçi olarak çalıştırılmaya zorlanan, her türlü sosyal haktan uzak sömürülen göçmen işçiler haklarını aramaya başlayıp örgütlenmeye çalıştıklarında sadece işverenlerin değil sendika ileri gelenlerinin de hışmına uğrayacaklardır. Oysa istedikleri düzgün koşullarda hem karınlarının hem de ruhlarının doymasıdır, insan gibi yaşamaktır kısaca, salt ekmek ve güldür istedikleri !... Ancak kapitalizm başka türlü kurgulamaktadır hayatları ! Başucu kitabımdaki Ken Loach'ın sözleriyle dile getirirsem; "Toplumda iki sınıf bulunmaktadır, bunların çıkarları arasında bir uzlaşma sağlamak mümkün değildir ve bir tanesi, öteki pahasına varlığını sürdürmektedir."
Köleliğin dışında kurgulanan hayatlardır aslolan !

5 Aralık 2010 Pazar

VAE VICTIS!

Pazar günü, nadiren de olsa, HABERTÜRK Gazetesi alıyoruz; Cumartesi geceleri, Tarihin Arka Odası'nın dozu az gelince bilhassa, malum dergisinin de etkisiyle, Pazar günü bu eksikliği gidermek adına... Sevgili(m) kocam, popüler tarihin kızımızca daha iyi kavranması adına bunu bir görev saymakta!!!5 ARALIK 2010 HABERTÜRK GZT. ``AY´DAN İZLENİMLER´´ TANITIMIDurum veçhilesiyle, bu Pazar, H.T. Editoryal'in "Web Günlüğü" kısmında kendi blog'umu görmek de yazgımda varmış!!!5 ARALIK 2010 HABERTÜRK GZT. EDITORYAL SAYFASI Ne ben veya bildiğim kadarıyla bir yakınım yolladı blog url'imi, ne de bir haber verdiler ilgili kurumdan. Öylesine koymuşlar. Sormadan... Teşekkür ederim H.T.!5 ARALIK 2010 HABERTÜRK GZT. ANA SAYFASI.

30 Kasım 2010 Salı

Copie Conforme

İran sinemasının 'Yeni Dalga' akımının önde gelen isimlerinden yönetmen Abbas Kiyarüstemi (Abbas Kiarostami)'nin ülkesi dışında çektiği Copie Conforme / Certified Copy / Aslı Gibidir filmi arşivimize katılan ikinci Kiyarüstemi filmi oldu. Yönetmenin 2002 yapımı olan Ten / 10 filmini, üç-dört yıl önce izleyip, oldukça keyif aldığımı anımsıyorum.
Copie Conforme filmini hem yazıp hem de yöneten Kiyarüstemi, başrolleri İngiliz bariton William Shimell (İngiliz yazar James Miller rolünde) ve her zaman izlemekten ayrı bir keyif aldığım Fransız oyuncu Juliette Binoche (adı geçmeyen sanat simsarı kadını canlandırıyor)'ye vermeyi tercih etmiş... 63. Cannes Film Festivali’nde ‘En iyi kadın oyuncu’ ödülünü alan Juliette Binoche, ödül töreninde yaptığı konuşmada, İran'da tutuklu bulunan yönetmen Cafer Panahi'nin adının yazılı olduğu bir tabela tutarak: "İran’da aydınlar ciddi bir baskı altında. Cafer Panahi de, bunlardan bir tanesidir." diyerek kendisinin serbest bırakılmasını belirtmiştir. (63. Cannes Film Festivali jürisine seçilen Cafer Panahi, İran'da tutuklu olduğundan Cannes’a gelememiş ve koltuğu boş bırakılmıştı.)...Sanat simsarı ile yazar...Film, Toskana'nın küçük bir kasabası olan Arezzo'daki bir konferans salonunda başlar. İngiliz yazar James Miller salona geç kalmıştır ve tam salonun girişinde bir kadının, elindeki kitabı imzalatmaya çalıştığını gözlemleriz. Bu kadın, antikacı dükkanı olan hoş bir Fransız kadındır ki, kadının 13-14 yaşlarında bir oğlu olduğunu ve oğlunu tek başına yetiştirdiğini algılarız filmin ilerleyen sahnelerinde. Yazar Miller, "Certified Copy" isimli kitabının imza gününde, kitabına İngiltere'de gördüğü ilgiden daha fazlasını verdikleri için İtalyanlar'a teşekkür ederken, sanat dünyasının en kritik sorusunu da konuşmasında gündeme getirir: "Bir eserin kopyası da en az orijinali kadar değerli midir ve aslında orijinalin değerini mi ortaya çıkarmaktadır?" Yazar, konuşmasına devam ederken, salonun girişinde kitabı imzalatan kadın, kitabın çevirmenine, yazara iletmesi için telefonunu bırakarak ayrılır panelden... Akabinde, kadın ve oğluyla birlikte Arezzo sokaklarında dolaşırız. Oğlu, kadına neden kitaptan 6 kopya birden satın aldığını ve kendisine (oğlu için olana) imzalattığı kopyada neden soyadını yazdırmadığını sorduğunda, ilk gizemle karşılaşırız filmde... Pazar günü İngiliz yazar, Fransız kadının dükkanını ziyaret eder... Yazar, dükkanda kalmaktan çok fazla hoşlanmamış gözükmektedir ve açık havada dolaşmayı teklif ettiğinde, kadın, yazarı ilginç bir yere götüreceğini söyler. Arabayla Lucignano kasabasına doğru yola çıkarlar.
Bu yolculukla birlikte, gerçek ile kurgu arasında kayboluşumuz başlar..! "Kayboluşumuz" diyorum, çünkü pek çok noktada yönetmen filmini bir muammaya dönüştürmeyi başarmış. Toskana'nın her biri kurabiye görünümündeki küçük kasabalarında, aşk öyküsünden evliliğin tekdüzeliğine, orijinallerden "aslı gibidir" kopyalara, birlikte yaşayamamaktan tek başınalığa, gerçeklerden yanılsamalara doğru savrulup dururken, film bittiğinde öylece kalakalıyorsunuz tüm izlediklerim elbette kurguydu ama tüm kurgu da sahte miydi diye ! Muamma..!
Yazdıktan sonra farkettim ki bugünün izi `Esse quam videri.´ imiş yani öyle görünmek değil, öyle olmak... Gerçekle kurgu arasında kaybolurken işte bir diğer muamma..!

29 Kasım 2010 Pazartesi

Haydarpaşa Garı

YANGIN SÖNDÜRME ÇALIŞMALARI..!Cemal Süreya'nın "gri bir evödevi" yakıştırmasını yaptığı İstanbul'un simgelerinden biri olan Haydarpaşa Garı'nın çatısı yanarken, o gardan trene binsin binmesin herkesin içinin sızladığını düşünüyorum.Haydarpaşa Garı'nın çatısı yanarken...Batı'nın Doğu'ya başlangıç noktasıGüzide kurumumuz Darphane'nin 2006 yılında ülkemizde demiryolu taşımacılığını düzenleyen ve işleten kurum olan Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları (TCDD)'nın 150. kuruluş yılı nedeniyle bastırdığı hatıra paranın bir yüzünde Haydarpaşa Garı resmedilmiştir. Bu paranın bir de farklı kalıplı veya erörlü de diyebileceğimiz bir baskısı da saptanmıştır: Haydarpaşa Garı görüntüsündeki pencerelerin içi dolu olanı...T.C.D.D. 150. YIL HATIRA PARASI BİLGİLERİ... Vapurla Kadıköy'e her geçişimde selamladığım Haydarpaşa Garı'nı en son 8 Ekim tarihinde hem yakından hem de süzülen bir vapurun ardından fotoğraflamışım. 1908 yılında hizmete giren Haydarpaşa Garı, Doğu'nun Batı'ya açılan kapısı ya da Batı'nın Doğu'ya başlangıç noktası olarak her İstanbullu'nun üstüne titreyeceği bir yapıdır kanımca... Sinemamızın bazı filmlerinde de adeta başrol uyuncusu olarak yer aldığını ve yer aldığı sahnelerde içimizi aydınlattığını da unutmamak gerek !Haydarpaşa Garı
Bir vapurun ardında Haydarpaşa Garı

26 Kasım 2010 Cuma

Ae Fond Kiss


Ae Fond Kiss

Ae fond kiss, and then we sever;
Ae fareweel, alas, for ever!
Deep in heart-wrung tears I'll pledge thee,
Warring sighs and groans I'll wage thee.
Who shall say that Fortune grieves him,
While the star of hope she leaves him?
Me, nae cheerful twinkle lights me;
Dark despair around benights me.

I'll ne'er blame my partial fancy,
Naething could resist my Nancy:
But to see her was to love her;
Love but her, and love for ever.
Had we never lov'd sae kindly,
Had we never lov'd sae blindly,
Never met-or never parted,
We had ne'er been broken-hearted.

Fare-thee-weel, thou first and fairest!
Fare-thee-weel, thou best and dearest!
Thine be ilka joy and treasure,
Peace, Enjoyment, Love and Pleasure!
Ae fond kiss, and then we sever!
Ae fareweeli alas, for ever!
Deep in heart-wrung tears I'll pledge thee,
Warring sighs and groans I'll wage thee.

Robert Burns
1791


1787 yılının Edinburgh'unda, İskoç şair Robert Burns ve aktris Agnes (Nancy) McLehose arasında platonik bir aşk başlar. Dört yıl süren bu platonik ilişki sürecinde McLehose kocasından ayrı yaşamaya başlamış, Burns ise ikizlerinin annesi ile evlenmiş. Burns ve McLehose birbirlerine Sylvander ve Clarinda isimleri altında pek çok mektup göndermiş. "Clarinda Mektupları" olarak bilinen bu mektuplar aracılığıyla platonik aşklarını sürdürmüşler. Aşkları, dostlukları, birliktelikleri, ilişkileri (nasıl adlandırmak istiyorsanız birinden birini ya da hepsini seçebilirsiniz) McLehose'un Jamaika'ya taşınmış olan kocasına dönme kararıyla sona ermiş. Birbirlerini göremeyince birbirlerine yazmayı da durdurmuşlar ve Robert Burns aşkının anısına 1791 yılında oldukça hüzünlü "Ae Fond Kiss" şiirini yazmış.
Ken Loach'ın mesleğinin 40. yılı olan 2004'te gösterime giren Ae Fond Kiss / Duygu Dolu Öpücük filmi için ilk düşünülen isim "Our Own Kind" iken, Robert Burns'ün aşkın hem acılarını hem de sevinçlerini anlatan "Ae Fond Kiss" şiirinin adı verilmiş. Senaryo Paul Laverty'ye ait.(Bu arada, ülkemizde 'Duygudan da Öte' olarak Türkçe'ye uyarlanmış film için ben 'Duygu Dolu Öpücük' adını tercih ettiğimi hemen belirteyim.)Roisin ve KasımAe Fond Kiss filmi, Glasgow'da yaşayan İrlandalı Katolik müzik öğretmeni Roisin Hanlon (Eva Birthistle canlandırıyor) ile gece kulüblerinde diskjokeylik yapan, kendi kulübünü açma hayalleriyle dolu 2. kuşak Pakistanlı Müslüman Kasım Han / Casim Khan (Atta Yaqub canlandırıyor) adlı gencin arasındaki aşkın kültür, din ve etnik köken ayrımlarıyla harmanlanmış anlatımı. Elbette Kasım'ın geleneklerine, göreneklerine bağlı ailesinin Müslüman olmayan 'beyaz' bir kadını, Roisin'in ailesinin ve çevresinin de Müslüman bir Asyalı'yı kabul etmeyeceği baştan belli olan filmde aşkın kültürel, dini farklılıklara karşı koyup koyamayacağını izliyoruz. Onca din, kültür, aile ve mahalle baskısına karşın Ken Loach Ae Fond Kiss filminde aşka dair umutsuz bir film yapmamış, aşkın varlığını sürdürebilmesi için hayli çabalamış. Roisin ve Kasım etraflarını çepeçevre sarmış tüm hoşgörüsü olmayanlara karşın aşklarını yaşatmak için çabalarken oldukça yıpranıyorlar ancak aşklarını herşeye rağmen sürdürebiliyorlar. Tam bu noktada düşünmeden edemiyorum: Tamam, iyi, güzel... de nereye kadar ? (Aklıma birden Les Parapluies de Cherbourg filmi geliyor. Hoşgörüsüzlük beni de mi çevreliyor yoksa?)

25 Kasım 2010 Perşembe

It's a Free World...

Kes filminden sonra sanırım en sevdiğim Ken Loach filmi It's a Free World... / İşte Özgür Dünya...İşte Özgür Dünya...2007 yılı yapımı olan bu filminde Ken Loach bugünün Londra'sında göçmen işçilerin durumunu onları sömürenlerin gözünden anlatıyor. İşçi sınıfından gelen, 10 yıllık işinden kovulunca Londra’da bir barın arka tarafında ortağıyla birlikte kendi işçi bulma şirketini kuran ve göçmen işçilere iş bularak onların üzerinden kendi komisyonunu kazanmaya başlayan başroldeki Angie'nin nasıl sömürülenden sömüren sınıfına geçtiğini, kapitalizmin şerrinden etkilenerek oldukça Makyavelist bir tutumla (aslolan amaçlardır, bu amaçların hangi yolda elde edildiği ise o kadar önemli değildir !) hızla hedeflerine ulaştığının öyküsüdür film. Hırslı işveren konumuna geçen Angie için çalışmak her ne pahasına olursa olsun para kazanmaya, hayat standardını yükseltmeye dönüşecek, para kazandıkça başka kimseyi umursamayan bir canavar haline gelecektir. Filmin (ya da hayatın mı desem ?) en can alıcı noktasında birikmiş ücretlerini alamayan göçmen işçiler için Angie'nin ortağına ettiği laf hayli manidardır: "Burası özgür bir dünya ! Sen istersen kendi payınla öde ama ben ekmeğime bakarım yani 5 kuruş bile vermem onlara !"Burası özgür bir dünya !Dünya ne kadar özgürse sömürmek de o kadar serbest !

24 Kasım 2010 Çarşamba

Öğretmenler Günü

29 Ekim 1923'te Cumhuriyet'in kurulmasından sonra Mustafa Kemal Atatürk, toplumsal ve kültürel alanlarda çok sayıda yeniliği, devrimleri başlatmıştır. Türkiye Büyük Millet Meclisi tarafından, 1 Kasım 1928 tarihinde çıkarılan 1353 sayılı yasayla, Arap Alfabesi yerine Latin Alfabesi bazlı yeni Türk Alfabesi uygulamaya konulmuştur. Bu tarihten sonra yeni harflerin öğrenilmesi ve okur-yazar sayısının artırılması için büyük bir seferberlik başlatılmıştır. 24 Kasım 1928 tarihinde açılan, Millet Mektepleri'nde herkese yeni harflerle okuma yazma öğretilmiştir. Millet Mektepleri'nin açılışı olan 24 Kasım günü, 1981 yılından beri "Öğretmenler Günü" olarak kutlanmaktadır. 24 Kasım 1928 tarihi Mustafa Kemal Atatürk'ün "Başöğretmen" olarak kabul edildiği gündür aynı zamanda...

Güzide kurumumuz Darphane bu önemli günün anısına 1989'da Altın ve Gümüş Hatıra Paralar bastırmıştır.Öğretmenler Günü Altın Hatıra ParasıÖğretmenler Günü Gümüş Hatıra Parası"Öğretmenler Günü" hatıra parasının tasarımı İstanbul Darphanesi Heykeltraşlarından Suat Özyönüm'e aittir. Suat Özyönüm'ün ifadesiyle tasarladığı desen şu anlamlarla yüklüdür: "Bizi karanlıktan kurtaran, çevremizle ilişkimizi kuran, bizi yönlendiren, aydınlatan öğretmenlerimizin önünde saygı ile eğiliyorum. Öğretmenler bizim güneşlerimizdir. Başöğretmen Atatürk 'Bu dünyada her şey insan kafasından çıkar. Bir insan başının ifade etmeyeceği hiç bir şeyi tasavvur edemiyorum' demiştir. Bu anlamlarda insan başını (yani öğretmen) ve güneşi (yani bilgi) kullanmakla öğretmenlerimizi yüceltmek, onları hak ettikleri şekilde göstermek istedim. Bunun dışında 24 Kasım Öğretmenler Günü için tasarlanan paranın komposizyonu yanında, bilgilerin bize aktarıldığı kara tahtayı, kitabı ve bir takım sembolleri kullanarak kompozisyonu zenginleştirmeyi amaçladım. Ön planda insan başı, alnında güneş var, güneş parıldıyor ve aydınlatıyor, kara tahta ile kitap içinden de öğretmen yüceliyor”. Daha ayrıntılı bilgi için bakınız: Darphane ve Türk Nümismatik Derneği Bültenleri

.

23 Kasım 2010 Salı

K E S

Billy ve KesKen Loach’u bütün dünyaya tanıtan 1969 yapımı Kes filmine adını veren kuşun kerkenez olması özgürlükle ilintili, çünkü kerkenez ortaçağda alt sınıfın sahip olmasına izin verilen tek avcı kuşu... Üst sınıflara mensup bireyler diğer yırtıcı kuşları eğitebilirken, alt tabakalar sadece kerkenezle haşır neşir olabiliyorlar. Diğer kuşları eğitebilme özgürlüğüne sahip değil alt tabakadan gelenler !
Barry Hines'in Billy Casper isimli 15 yaşında bir çocuğun öyküsünü anlattığı "A Kestrel for a Knave" romanını Ken Loach oldukça ilgi çekici bulmuş. Kitap sadece geleceği belki de doğduğu andan belirlenmiş olarak bölgedeki kömür ocağında çalışmaya mahkum olacak Billy'nin yuvasından aldığı ve 'Kes' adını verdiği yırtıcı kerkenez kuşunu eğiterek içinde bulunduğu kısıtlı yaşamdan bir nebze olsun sıyrılmasını değil, İngiliz okul sisteminin öğrencilerin olası potansiyellerini nasıl yok sayarak, gözardı ederek onları bir nevi başarısızlığa, sistemin gereksinim duyduğu köleliğe mahkum edişini de vurucu bir biçimde anlatmaktadır. 20 Mart 1970'de The Times gazetesinde yayınlanan bir söyleşide şöyle söylüyor Loach: "Ortaöğrenim sistemindeki modern okulların, içe katma değil dışa atma mantığıyla işleyen liberal yaklaşımlarıyla üstelendikleri rol, nesnel olarak belli bir miktarda vasıfsız işgücü üretmekten başka bir şey değildir. Okul olsun, gençlik istihdam dairesi olsun, bu çocuğun nasıl vasıflara sahip olduğunu kabul etmeye yanaşmazlar, yoksa onbirinci sınıftan sonra okuyamamışların meydana getirdiği havuza ellerini daldırıp, kol emeği gerektiren işler için bir başkasını bulmak zorunda kalacaklardır." Çok yerinde bir tesbit bu. Şimdi bizdeki eğitim sistemine dönelim, hatta ortaöğrenimden bir adım öteye yüksek öğrenime bakalım ve sisteme yetiştirilen içi boş ama hizmet ruhuyla donanmış köleleri (!) pardon genç beyinlerimizi bir düşünelim ! Acı ama gerçek değil midir bu durum ? Billy ve KesKes filminin uyarlaması üzerinde çalışan Ken Loach filminde oynatacağı Billy Casper'ı bulabilmek için Barnsley bölgesindeki üç okulu incelemiş. Bu rol için seçilen David Bradley de tıpkı romandaki Billy gibi işçi sınıfına ayrılmış konutlarda oturan, Barnsleyli bir madenci ile bir terzinin oğlu olarak içindeki potansiyel keşfedilmeyecek, ne olacağı Billy gibi baştan belirli bir çocukken bu filmle hayatı değişmiş olacaktır. Yıllar sonra şöyle diyecektir David Bradley: “14 yaşındaydım, İngiltere’ nin kuzeyinde yaşayan bir işçi çocuğu olarak sistemin bana sunduğu çok fazla seçenek yoktu. Benim kerkenezim Ken Loach oldu !” Kimbilir, belki de hiçbir oyunculuk deneyimi olmayan David Bradley’in Kes filminin unutulmaz Billy Casper'ını gerçekten inanılır kılabilmesinin belki de en büyük nedeni, kendisinin de aynı hayat koşullarının içinden geliyor olmasıdır.
İlgisini yöneltebileceği kerkenez kuşuyla keyifsiz ve kısıtlı yaşam koşulları bir parça olsun renklenen, eğittiği kuşuyla yeni ufuklara doğru yol alan, ne olduğu ve ne olacağı aslında hiç kimsenin umurunda olmayan Billy Casper karakteri Ken Loach'ın hüzünlü bir şiir gibi akan filminde ölümsüzleşir... Billy'nin sınıfta kerkenez kuşunu nasıl eğittiğini anlattığı sahne bence tüm filmin en güzel, en dokunaklı sahnelerinden birisi...Billy sınıfta Kes'i anlatırken...Olmadık imgeler olmadık imgelere yol açar ! Kes filmi de bana Cem Karaca'nın "işçisin sen, işçi kal !" dizelerini ve dolayısıyla "Tamirci Çırağı" şarkısının ezgisini anımsatıyor elimde olmaksızın...