31 Ağustos 2009 Pazartesi

Hollywood... Hollywood...

'Mommy! who is doing this to us?'Hayat; bu kez, bir Pazar akşamüzerinde, deniz kıyısında, artık yakmayan güneşin altında, Alev Alatlı'nın Hollywood'u Kapattığım Gün kitabını bitirmek ve seyrettiklerinin bilinçli izlenmesi gerektiğinin ayırdına bir kez daha varmaktı.

Farkındayım, öyleyse mutsuzum!

30 Ağustos 2009 Pazar

30.08.1922 - 30.08.2009

Atatürk olmasaydı ne olurdu?

30 Ağustos Zafer Bayramı'mız kutlu olsun.


Zafer Türküsü

Yaşamaz ölümü göze almayan,
Zafer göz yummadan koşana gider.
Bayrağa kanının alı çalmayanın,
Gözyaşı boşana boşana gider.

Kazanmak istersen sen de zaferi,
Gürleyen sesinle doldur gökleri.
Zafer dedikleri kahraman peri,
Susandan kaçar da coşana gider.

Bu yolda herkes bir, ey delikanlı!
Diriler şerefli, ölüler şanlı.
Yurt için dövüşen başı dumanlı,
Her zaman bu şandan, o şana gider.

Faruk Nafiz ÇAMLIBEL

26 Ağustos´tan 9 Eylül´e esti bir fırtına 1922´de..!.

26 Ağustos 2009 Çarşamba

Apollinaire'in Kalbi

Mon coeur pareil à une flamme renversée.
Kalbim Ters Bir Aleve Benzer
(“Mon coeur pareil à une flamme renversée.”)


Nihayet sen de bıkmış olursun bu eski dünyadan

Aşk korkusu tedirgin ediyor seni
Bir daha sevilmeyecekmişsin gibi
Eski zamanlarda yaşasaydın bir manastıra kapatırdın kendini
Oysa utanıyorsun şimdi Tanrı'ya dua etmeye bile
Gülüşün cehennem ateşidir çatırdayan
Yaşamın dibini parlatıyor kıvılcımları gülüşünün
Bugün bu kentte yürüyorsun
Adamlar ve kadınlar kan içinde
Bir ağrı yüreklerinde, yüreklerin yerine

Olan olmuştu ve hatırlandıkça sona erişi bu güzelliğin
Acı tekrarlanacaktı

Kopkoyu umutların alevleriyle çevrili Meryem sana baktı
Utanç verici bir hastalıktır artık aşk acı çektiren
Ölecek kadar hüzünlü yaşamayı gerektirecek kadar umut dolu
Yaşadın çılgın gibi ve boşa geçti zaman ve sana kalan bu kalın ağrı
Sert bir alkol gibi yaşamını içtin sen

Elveda yüreğim
Elveda
Boynu vurulmuş güneş

Guillaume Apollinaire

Gerçeküstücülüğün (sürrealizm) isim babası Fransız şair Guillaume Apollinaire'in doğumgünü bugün. Yukarıdaki kaligram (“Mon coeur pareil à une flamme renversée.”) Paris'te Père-Lachaise Mezarlığı'ndaki mezarının üzerine oyuludur.

25 Ağustos 2009 Salı

Bir Pazar Sabahında Ortaköy'ün Uyuyan Kedileri

2 Ağustos 2009
2 Ağustos 2009
2 Ağustos 2009

24 Ağustos 2009 Pazartesi

Andrey Tarkovski ya da Şiirsel Sinema

All photos © Lars-Olof Löthwall and the Swedish Film Institute: Andrei TarkovskyÜnlü Rus Şair Arseni Tarkovski’nin oğlu olan Andrey Tarkovski’nin sinematografik dilinde en önemli sözcüktür “şiir”. "Şiirsel sinema” akımının yaratıcısı olan Tarkovski’yi şiirle buluşturan salt babasının şiirleri değil. Tarkovski çok küçük yaşlardan itibaren Japon “Haiku” şiirine de merak salmış. Sinemaya ve genel olarak hayata olan bakış açısını anlattığı “Mühürlenmiş Zaman”* adlı kitabında şiir ile sinema arasındaki bağı şöyle aktarıyor Tarkovski: “Sinemada beni çeken, alışılmamış şiirsel bağlantılar, şiirselliğin mantığıdır. Ben sinemanın hayata olabildiğince yakın olmasından vazgeçemiyorum. Başka türlü yaşamın asıl güzelliliklerini hiçbir şekilde algılayamayacağımıza inanıyorum…Düşüncelerin oluşumu ve gelişimi belli yasaları izler ve bunu ifade edebilmek için de mantıklı ve spekülatif yapılardan farklılığını açıkça gösteren biçimler gerekir. Kanımca, şiirsel mantık, hem düşünce geliştirmenin yasalarına hem de genel olarak yaşamın yasalarına klasik dramatürjinin mantığından çok daha yakındır. Fakat klasik dram, yıllardır, dramatik çatışmaları ifade edebilmenin yegane örneği olarak gösterilmiştir.” Bu sözlerle Tarkovski sinemada şiirselliğin izinden gittiğini belirtmiş ve “alışılmamış şiirsel bağlantılar” mottosuyla yarattığı şiirsel sinemasının kodlarını okumayı izleyicisine bırakmış.

Andrey Tarkovski hiç acelesi olmayan, yavaş yavaş akan kamerasıyla izleyicisini farklı zamanlar arasında gezdiren, içiçe geçmiş öykülerle bezenmiş filmlerinde genellikle içedönük karakterlere yer veren ve sinema dilini tıpkı şiirlerde olduğu gibi farklı anlamlara uzanan imgeler üzerine kuran bir yönetmen. Çoğu zaman filmlerinde doğrudan şiire de yer vermiş ve bu şiirler genellikle babasının şiirleri.

Pazar günü Andrey Tarkovski'nin 1975 yapımı Zerkalo (Зеркало) / The Mirror / Ayna isimli, kendi yaşam öyküsünden izler barındıran filmini izledik. Tarkovski, "Ayna"da yansıma olgusuna dayanarak çocukluk ve ilk gençlik yıllarını, bilinçaltı gezintilerini ve düşlerini aktarmış son derece dingin kamerasıyla. Andrey Tarkovski'nin, babası Arseni Tarkovski’nin (ki savaş zamanında evi terk eden babasının yönetmenin yaşamında ve filmlerinde büyük etkisi olduğu bu filmde oldukça dorukta) şiirleriyle bezediği "Ayna" filmi, şiirlerin de yarattığı büyü ile olsa gerek müthiş derin, yer yer zor bir film. İzleyicileri tıpkı Arseni Tarkovski'nin dizelerinde olduğu gibi “aynanın ötesindeki ülkeye” doğru yolculuğa çıkarmakta:
“Buluşmalarımızın her anını
Bir mucize gibi coşkuyla kutlardık
Yeryüzünde yalnız biz vardık
Sen bir kuş kanadından daha hafif ve inceydin
Bir hayal gibi, merdivenleri uçarak
Yağmurlarla ıslanmış
Leylakların arasından geçirip,
Aynanın ötesindeki ülkene götürürdün beni."

Arseni Tarkovski
"Ayna"da ölüme yakın duran bir ruh hali içindeki bir adamın (ki hiç görmüyor sadece sesini duyuyoruz filmde) çoğu zaman kendisinin de içinde kaybolduğu anıları eşliğinde çocukluk ve ilk gençlik yıllarına dönüyoruz. Eski karısını ve annesini aynı kadın olarak düşlüyor adam. Adamın annesiyle telefonda konuştuğu sırada 1935 yılından söz ediliyor. Bu babalarının kendilerini terk ettiği ve kaldıkları çiftlik evinin karşısındaki evin yandığı yıl. Bu sözü edilen 1935 yılı dışında film genel olarak zamansız gibi ama oldukça hoş göndermeler, görüntüler aracılığıyla filmde sıçrama yapılan zamanları da tahmin edebiliyoruz. Örneğin Tarkovski'nin 1966 yapımı 15. yüzyıl Rus ressam Andrey Rublyov / Andrei Rublev'in hayat hikayesini anlattığı filmin afişi var duvarda. Ya da annenin matbaada çalıştığı zamanlarda baskıya girmiş bir metni panik halinde koşuşturarak kontrol etmeye gittiği sahne var. Burada aslında ne kastedildiğini filmin izledikten hemen sonra ilgili bölümü okuduğum İsmail Ertürk'ün Perde’li Düşünceler: Yönetmenler ve İzlekler Işığında Sinema** kitabından öğreniyorum. Joseph Stalin’in adının Pravda’da bir baskı hatası sonucu Sralin (sıçmış adam) diye geçmesi, bunun üzerine Stalin’in baskı makineleri ve basımevi çalışanlarını tutuklatıp Gulag’a göndermesi olayına annenin metin kontrolü için matbaaya koşuşturması ile gönderme yapılmış. Ayrıca çocuk çiftliğin yanışını seyrederken kamera, çocuğun gözlerinde yansıyan alevlerden İspanya'ya iç savaş görüntülerine, daha sonra 2.Dünya Savaşı ile Nagazaki'ye atılan atom bombası görüntülerine oradan Çin’e ve Andrey Tarkovski'nin de katılmış olduğu savaş için çocukların özel yetiştirildiği kamplardaki görüntüleri dolaşıyor.
İsmail Ertürk'ün Perde’li Düşünceler: Yönetmenler ve İzlekler Işığında Sinema kitabında yer alan Sovyetler Birliği'nde Komünist Parti'nin belirlemiş olduğu film sınıflandırmasını alıntılamadan geçemeyeceğim. "Sovyetler Birliği’nde filmler yetkililerce üç kategoriye ayrılır. 1. kategori tam siyasal onay demektir ve en geniş dağıtım ve gösterim olanağıyla, filmi yapanlara gişe gelirinden pay sağlar. 2. kategori de siyasal onayın olduğunu gösterir fakat gösterim daha sınırlı ve gelirden pay daha azdır. 3. kategori damgası siyasal onayın olmadığını belirtir, gösterim çok sınırlıdır. Yalnızca 3.sınıf sinemalarda ve işçi kulüplerinde gösterilir. Filmin as zayıda kopyası yapılır ve filmi yapanlar gelirden pay almazlar. Bunun yanısıra kamu fonunu boşa harcamakla suçlanır ve ileride film yaptırılmama tehdidiyle karşılaşırlar. Andrey Tarkovski'nin "Ayna" filmi Lenin’in sinemanın kitleler için bir sanat olduğu sözleri alıntılanarak olumsuz değerlendirilmiş. Bunun sonucu "Ayna" resmi makamlarca 3. kategoriye uygun bulunmuş ve çok sınırlı sayıda gösterime çıkmış.

"Ayna" filminde içine "ayna" tutulan adamın (yani Tarkovski'nin) düşleri, anımsamak istedikleri siyah-beyaz verilmiş. Filmde adamın düşlerinden biri olan aşağıdaki kare çok hoş ve gerçeküstü. Açıkçası en sevdiğim görüntülerden biri oldu filmdeki.

Düşler imgeseldir!
Filmdeki çocukluğa ve düşlere duyulan özlemin dışavurumu olarak adamın söylediği şu sözler de aslında zaman zaman hepimizin duyduğu özlemleri dile getirmiyor mu? “Sonra kederlenip aynı rüyayı görmek için sabırsızlanıyorum. Beni her şeyin mümkün olduğuna inandığım çocukluğuma ve mutluluğa götürecek rüyayı..."

"Ayna" filmi, ayrıca, anne ve babasının bizzat katkıda bulundukları filmi de olmuş Tarkovsky'nin. Film, ailenin evlerinin eskiden bulunduğu aynı yere gerçekten inşa edilen bir kulübede çekilmiş. Baba Arseni Tarkovski şiirlerini kendi sesiyle okumuş. Filmdeki anne rolünün yaşlılığında kameranın karşısına geçen de yönetmenin kendi annesiymiş.

Şiirsel imgeleriyle bizi büyüleyen Andrey Tarkovski'nin Mühürlenmiş Zaman kitabında imgeler ile ilgili söyledikleriyle sonlandırmak istiyorum "Ayna" filmine ilişkin izlenimlerimi: “İmge, hakikatin suretidir…" der Andrey Tarkovski. "Körlüğümüzden aman bulup ufacık bir parıltısını yakalayabildiğimiz hakikatin sureti…”

*Agora Kitaplığı, 2008
**Yapı Kredi Yayınları, 2008

21 Ağustos 2009 Cuma

Audrey Hepburn söylüyor: "Moon River"

Moon River, wider than a mile
I'm crossing you in style someday.
Old dream maker, you heartbreaker
Wherever you're going, I'm going your way.

Two drifters, off to see the world
There's such a lot of world to see
We're after the same rainbow's end, waiting round the bend,
My huckleberry friend, Moon River and me.


Moon River şarkısının sözleri Johnny Mercer, müziği Henry Mancini'ye aittir. Audrey Hepburn şarkının en iyi yorumlarından birini Truman Capote'un kitabından Blake Edwards'ın sinemaya uyarladığı 1961 yapımı Breakfast at Tiffany's / Tiffany'de Kahvaltı filminde söyler ve şarkıyı unutulmaz klasiklerden biri yapar.

KediMoon River şarkısı bir yana Breakfast at Tiffany's filmini benim için farklı kılan noktalardan diğeri içinde Orangey isimli (filmdeki ismiyle sadece "cat") kedinin de olmasıdır. "İçinden kediler geçen filmler" arşivimde Breakfast at Tiffany's filmi, bu kedinin duru güzelliği ve asil tavırlarından olsa gerek, her zaman apayrı bir yerdedir.

20 Ağustos 2009 Perşembe

Sinema Bir Şenliktir

SunflowerFilm arşivi oluşturmaya başladığımızdan beri, sinema salonlarına az gider olduk. Elbette sinema salonlarının keyfi değişilmez ama evde dilediğimiz zaman durdurup izleme, üzerinde anında tartışma, konuşma lüksüyle film izlemek de bir başka. Dün akşam Fransız "Yeni Dalga" yönetmenlerinden Claude Chabrol'un 1999 yapımı Au coeur du mensonge / The Color of Lies / filmini izlemeye karar verdiğimizde, biraz da televizyondaki Okan Bayülgen'in sunduğu "Senin Hikayen" programında izlediğimiz Metin Akpınar'ın etkisiyle olsa gerek, eski sinema salonlarından söz açıldı. Nişantaşı'ndaki Konak Sineması ve Harbiye'deki As Sineması yok artık; maalesef Elmadağ'daki Şan Tiyatrosu da... Konak ve As sinemalarında izlemiş olduğum iki film (nedense izlemiş olduğum başka filmler değil, salt bu iki film) aklımın bir köşesine yerleşmişler sımsıkı. Filmlerden Konak Sineması'nda izlemiş olduğum Vittorio De Sica'nın 1970 yapımı I girasoli / Sunflower isimli filmi. Güneş Çiçekleri diye oynatılmış film ülkemizde. As Sineması'nda izlemiş olduğum filmse, başrolünde Yul Brynner'ın oynadığı, Henri Verneuil'in 1973 yapımı Le Serpent/ Nightflight from Moscow / Yılan isimli filmi. Filmlerle ilgili çok ayrıntı kalmamış aklımda... Ancak Konak ve As Sinemaları'nı anımsatmaları bile yeterli benim için. Sevgili(m) kocam da özellikle doğma büyüme Nişantaşı Dükalığı vatandaşı olduğu için, en çok Konak Sineması'na gitmiş gençliğinde. Daha sonraysa As ve Kent ile Site sinemalarına... Bir de çok daha küçükken şimdiki "Mıstık Parkı" yerinde bir açık hava sineması varmış... İlkyaz başları ve sonbahar öncesi birkaç kez ailesi ile gittiğini / götürüldüğünü anımsıyormuş sevgili(m) kocam. Benim anımsadığım yazlık sinema ise Kadıköy'deydi sanırım. Çocuktum, yaz tatilinde İstanbul'a gelmiştik ve açık hava sinemasına dayım götürmüştü bizi. İzlediğimiz film Fatma Girik ve Tugay Toksöz'ün başrolleri paylaştığı Orhan Elmas'ın 1969 yapımı Boş Beşik filmiydi. Her zaman yinelediğim gibi; "olmadık imgeler, olmadık imgelere çağrışım yapabiliyor!"

Netice-i kelam, nostalji işte budur!

14 Ağustos 2009 Cuma

Köklerimizdir aslolan...

Akira Kurosawa"Genç Japon sineması yabancı sinemalardan, Fransız ve İtalyan sinemasından pek etkileniyor. Bu var olan bir tehlike. Büyük bir tehlike hatta. Size eğlenceli bir örnek vereceğim. Japonya’daki aşk ilişkileri, Fransa ya da İtalya’dakilerin aynı olmaktan çok uzaktır. Oysa genç sinemacılar batı filmlerinde gördüklerini aşağılık bir şekilde kopya ediyorlar. Seyirciler de bu filmlere gerçek yaşamlarında öykünüyorlar. Oldukça gülünç bu. Teshigahara gibi bir adam bile bu yönsemeye karşı koyamadı. Ben işe başlarken çok sağlam bir Japon kültürü (sanat, edebiyat, tiyatro, özellikle nô) temeline sahiptim. Yabancı sinemadan bu Japon temeli üzerine etkilenmiştim. Bu da bana yabancı etkisini, Japon geleneklerini hiç unutmaksızın değerlendirmemi, bana en iyi gelenini, en uygun düşenini soğurmamı sağladı. Bugünün genç yönetmenleri, doğrudan doğruya Japon olan bu kültür temelinden tamamıyle yoksundurlar. Oysa, bana göre, kişisel bir yapıt meydana getirmekte en önemli şey budur. Kendinde bu kültür temelini taşımak. Kök salmış olmak." demiş Akira Kurosawa.*

* Çeviri: Nijat Özön / Türk Dili Sinema Özel sayısı
Ocak 1968 Sayı:196

13 Ağustos 2009 Perşembe

Saklı Kale

Akira Kurosawa'nın 1958 yapımı siyah-beyaz muhteşem Kakushi-toride no san-akunin / The Hidden Fortress / Saklı Kale filmini inanılmaz bir keyifle izledim. Saklı Kale; George Lucas'ın Star Wars / Yıldız Savaşları filmine ilham kaynağı olmuş, 2008 yılında da yönetmen Shinji Higuchi tarafından Kakushi toride no san akunin - The Last Princess / Son Prenses ismiyle yeniden çekilmiş.
Prenses YukiHoş bir peri masalı tadında olan Akira Kurosawa'nın Saklı Kale'si 16. yüzyıl Japonyasında geçiyor. Prenses Yuki, Akizuki krallığını yeniden toparlayabilmek için odunların içine gizlenmiş altınlarla düşman hatlarının içinden geçmek zorunda. Kendisine yenilmez savaşçı olarak tanınan cesur General Rokurota Makabe eşlik ediyor. General MakabeKurosawa'nın gözde oyuncularından Toshirô Mifune General Rokurota Makabe rolünde ve bence oyunculuğunun zirvesinde olduğu rollerden biri olmuş bu güçlü, vefalı, sadık ve asil general rolü. Asil Prenses ve güçlü koruması General'in sıradan iki köylüyle başlayan (daha sonra kurtardıkları köylü kızını da ekleyince beş kişi olarak devam ediyorlar yola) kaçış macerası sınıfsal olarak farklı bakışların yaşadıkları, izlenimleriyle izleyiciye aksettiriyor. Bir yanda asil Prenses'in kendisini gizlemek için sıradan bir köylü gibi davranırken halkının içinde olduğu şartlara kendi gözleriyle tanık olması ve hayatın gerçekleriyle karşılaşması, diğer yandan iki köylü aracılığıyla temel gereksinimleri (beslenme, barınma, seks) giderilen halkın "bana dokunmayan yılan bin yaşasın" mottosuyla hareket etmesi.
Ateş FestivaliFilm kahramanlarının katıldıkları Ateş Festivali dans sahneleri ve ateş dansı ile Prenses Yuki'nin esir düştükleri zamanda da ayrıca söylediği şarkının sözleri çok anlamlı. "Düşün, göreceksin ki... Dünya karanlık ve boş bir yer..."

Onurlu ve cesur olmak General Makabe ve Prenses Yuki karakterleriyle, sadakat ve vefakarlık kurtarılan köylü kız karakteriyle, saf ama yeri geldiğinde fırsatçı olmak da iki köylü karakteri ile Kurosawa'nın Saklı Kale'sini hasbelkader film dağarcığımda çok farklı bir yere koymamı sağlıyor. Saklı Kale saklı bir başyapıt gibi.

Saklı Kale

12 Ağustos 2009 Çarşamba

Sessiz Düello

 Dr. Kyoji ve nişanlısıAkira Kurosawa'nın 1949 yapımı Shizukanaru ketto / The Quiet Duel / Sessiz Düello çok fazla tanınmış bir filmi değil ama hayli yürek burkan bir konuyu ucuz bir melodram haline sokmadan bize aktarmış olduğu için Japon ustanın kayda değer bir filmi. Ana kahraman Dr. Kyoji Fujisaki (Kurosawa'nın gözde oyuncularından Toshirô Mifune üstleniyor bu rolü) 1944 yılında cephelerden birinde kurulmuş çadır hastanesinde ağır yaralı bir askeri ameliyat ederken aletleri daha iyi tutabilsin diye eldivenlerini çıkarır ve ameliyat sırasında parmağını keser. Eldivensiz olarak ameliyatına devam ettiği hastadan bu kesik sebebiyle frengi (sifilis) hastalığını kapar. Yaralı askeri kurtarmış ama kendisini 'kirli' frengi hastalığına bulaştırmıştır. Savaş sürdüğü için ilaç yoksunluğunda tedavisini gerektiği kadar yapamaz ve iyileşemez. Savaştan sonra eve döndüğünde babasıyla beraber kendi doğum kliniklerinde çalışmaya başlar ve düzenli olarak hastalığıyla ilgili iğne tedavisine başlar. Ancak 6 yıllık çok sevdiği nişanlısına frengi olduğunu söyleyemez ve O kendisine bir hayat kurabilsin diye ayrılmak istediğini belirtir.

Bir yanda iyiliksever doktorun iyiniyeti ve bir insanı kurtarma içgüdüsüyle dikkatsizlik sonucu kapmış olduğu frengi hastalığının tedavisiyle başetmeye çalışmasını, cinsel arzularını bastırmasını, çok sevdiği nişanlısından vazgeçişindeki sessiz düellosunu, öte yanda hiç bir şeyden haberi olmayan ve hiç bir sebep gösterilmeksizin terk edilen nişanlının sessiz düellosunu izleriz. Ne gerçeği öğrenmiş olan doktorun babası (bu rolü Kurosawa'nın diğer gözde oyuncusu Takashi Shimura üstlenmiş) ne de her şeye burnunu sokan hastane hemşiresi nişanlı kıza doğruyu bir türlü söylemezler.

 Dr. KyojiHastanenin penceresinden gördüğümüz demir parmaklıklardaki ağaç dallarından mevsimlerin dolayısıyla zamanın geçişini izlettirir bize Kurosawa. Doktor Kyoji'nin ahlaki ikilemini, tüm duygularını bastırmasını, hastalığı yüzünden kendisini giderek diğer insanlardan ayrıştırmasını, savaşın bir insanın yaşamını nasıl değiştirebileceğini siyah-beyaz çekimlerin muhteşem duruluğuyla soluksuz izleriz.

Amerikan işgal yetkililerinin filmin sonu ile ilgili sansür uygulamış olduklarını yazmadan edemeyeceğim. Kazuo Kikuta'nın oyunundan uyarlama yapan Akira Kurosawa ve Senkichi Taniguchi bu sebeple filmin sonunda ikilemleri dolayısıyla aslında giderek delirmenin eşiğine gelecek olan Dr. Kjoyi'nin sonu ile ilgili zorunlu bir değişiklik yapmak durumunda kalmışlar. Amerikan yetkililerinin gerekçesi frengi hastalığına çare arayan diğer hastaları umutsuzluğa sürüklememek imiş.

11 Ağustos 2009 Salı

Ağustos'ta Rapsodi

Akira Kurosawa Hiroşima ve Nagazaki'ye atom bombaları atıldığında 35 yaşındadır. Atom bombalarına dokunaklı bir yanıt vermek için 46 yıl bekleyecek, 1991 yapımı Hachi-gatsu no kyôshikyoku / Rhapsody in August / Ağustos'ta Rapsodi filmini 81 yaşındayken tamamlayacaktır. Akira Kurosawa'yı sanırım "ne acılar çektik (!)" edebiyatı yapmadan anlatmak istediklerini aktardığı için seviyorum. Savaş sonrası gerçekleştirdiği tarihi filmler dışındaki tüm filmlerinde Japon halkının değerlerinin nasıl yozlaştığı, Japonların geçmişlerinden nasıl koptukları konularında çok keskin dersler vermiştir filmlerinde, alabildiğine sakin ama bir o kadar vurucu anlatımıyla.Ağustos'ta RapsodiYazar Gabriel Garcia Marquez Ekim 1990'da Akira Kurosawa ile "Ağustos'ta Rapsodi" filminin çekimlerinde, Tokyo'da yaklaşık 6 saat süren bir söyleşi yapar. 23 Haziran 1991'de Los Angeles Times'da bu söyleşi yayınlanır. Marquez söyleşinin bir yerinde; "kimse kimseyi öldürüyor mu?" sorusunu yöneltir. Kurosawa şöyle yanıtlar: “Film Nagazaki'ye atom bombasının atılmasını yaşamış ve hayatta kalmış bir kadının torunlarının kendisini ziyareti ile ilgili. Bu filmi çekerken, insanları şoka sürükleyici ve katlanılamayacak olduğu kesin olan gerçeklikte sahnelere hiç girişmedim.... Halen o bombalama gününü hatırlıyorum ve o korkunç olayın gerçek dünyada yaşandığına inanamıyorum. Ama en kötü yanı Japonların o olayı artık unutmayı tercih etmeleri...” "Peki" der Marquez "bu hafıza kaybının Japonlar için gerekçesi ve anlamı nedir?" Kurosawa'nın yanıtı Ağustos'ta Rapsodi filminin bombalara karşı verilmiş narin ama dokunaklı duruşu gibidir: "Japonlar bu konuda açıkça konuşmayı tercih etmiyorlar. Özellikle siyasiler Amerika Birleşik Devletleri korkusuyla sessiz kalmışlar. Hiroşima ve Nagazaki'ye atom bombası atılması kararını veren Amerikan Başkanı Hary Truman'ın 'bu bombalar savaşın sona ermesini çabuklaştırmak içindir' açıklamasını kabullenmişler. Yine de, bizim için, savaş devam ediyor. Hiroşima ve Nagazaki için yayınlanan resmi ölüm kayıt sayısı 230.000 idi. Oysa yarım milyondan fazla insan ölmüştü. Şimdi, 45 yıl sonra bile Atom Bombası Hastanesi'nde ölmeyi bekleyen radyasyon etkilerine maruz kalmış 2700 hasta var. Diğer bir deyişle atom bombası hala Japonları öldürmeye devam ediyor."Ağustos'ta Rapsodi

10 Ağustos 2009 Pazartesi

Yaşamak

Watanabe parkta, salıncakta.Akira Kurosawa'nın 1952 yapımı Ikiru / To Live / Yaşamak filmi en yavaş ve sıkıcı bulduğum filmi oldu büyük ustanın. Çok klişe bir konuyu inanılmaz iyi işlemiş Kurosawa ama yine de filmi sevemediğim gerçeğini değiştirmiyor bu durum.

Üniversitede yüksek lisans derslerimi tamamlarken "Siyasi Teori" dersinde Japon siyasi yönetimi ödev konumdu. Ödevden anımsadığım Japon sisteminin "sacayağı" benzetmesine birebir uymasıydı. Bir yanda yönetimi elinde bulunduran Liberal Demokratik Parti(LPD), diğer yanda Uluslararası Ticaret ve Endüstri Bakanlığı (MITI) ve de son ayak olarak bürokrasi! Japonya'yı bu üçlü sistem yönetiyor ve bürokrasi olmazsa olmaz parçalardan en önemlisi!

Film, ana kahraman Kanji Watanabe'nin (Akira Kurosawa'nın gözde oyuncularından Takashi Shimura bu rolde) mide kanseri olduğunu öğrendiğinde yaşamının son 30 yılını çalıştığı büroda yani bürokrasinin çarklarında nasıl heba ettiği gerçeğinin ayırdına varması temeli üzerinden şekilleniyor. "Böyle gelmiş böyle gider" özlü sözünün kafamıza dank ettirdiği gibi sistem geldiği gibi işlemeye devam edecektir ama karşı koyacak tek bir kişi bile yeter "böyle gelmiş böyle gider"i "böyle gelmiş böyle gitmez"e dönüştürebilmek için.

Kurosawa, savaş sonrası Amerikan işgali (demokratikleştirme süreci mi desek yoksa!) altındaki Japonya'yı bize çok güzel aktarıyor bu filmiyle. Sosyo-ekonomik yapıdan aile hayatına, Devlet Dairelerinin bürokrasisinden Japon gece hayatına dek o dönemdeki yaşam tarzını, şarkılar, danslar ve "doğumgünü" kutlamalarıyla da had safhada hükmeden Amerikan kültür emperyalizmini ince eleştirilerle izleyiciye sunuyor. "Too Young" şarkısı çalıyor örneğin kahramanımız mide kanseri olduğunu öğrendikten sonra. Aslında bulunduğu restorandaki başka birisini kutlamak için atılan "Happy Birthday" çığlıkları arasında yeni hayatına başlıyor kahramanımız ve 30 yıldır boşa geçirdiği hayatını anlamlandırmaya karar veriyor.

Bulunduğu mevkiiyi korumanın "gözlerimi kaparım vazifemi yaparım" mottosundan geçtiği bir süreçte Kanji Watanabe hiçbir şey sorgulamamıştır işiyle ilgili ve salt mührünü basıp durmuştur önüne koyulup alınan evraklara. Oysa hayat kendisine dairede çalışan genç Toyo'nun yakıştırmış olduğu "mumya" lakabı gibi olmaktan çok ötesidir. Hayatın anlamı geride kalıcı bir şeyler bırakmaktır, hayatın anlamı bencilce sadece kendini düşünmemektir, hayatın anlamı başkalarına yardım etmektir. Kanji Watanabe'nin son demlerinde anlamlandırdığı hayatı bir çocuk parkının oluşturulmasına vesile oluyor. "Inochi mijikashi / Life is brief / Hayat kısa" şarkısının sözleri eşliğinde salıncaktayken bu yüzden huzuru buluyor.

Atılan iki atom bombasından sonra ana kahraman neden mide kanseri olmuş diye sorgulamıyoruz elbette !

7 Ağustos 2009 Cuma

Bulutsuzluk Özlemi söylüyor: "Şişman Adam'dı biri, diğeri Küçük Çocuk'tu. Bombaların adı buydu."

'Kapıları çalan benim, kapıları birer birer. Gözünüze görünemem göze görünmez ölüler.'Nazım Hikmet"Sen hiç bir şey görmedin Hiroşima'da" diye başlar Alain Resnais'in atom bombasının Hiroşima'ya atılmasından tam 14 yıl sonra 1959'da çektiği Hiroshima, Mon Amour / Hiroshima, My Love / Hiroşima, Sevgilim filmi.

6 Ağustos 1945 Japonya yerel saatiyle 08.15′te, Amerika Birleşik Devletleri Hava Kuvvetlerine ait “Enola Gay” adlı B-29 Superfortress modeli bombardıman uçağı, Japonya’nın Hiroşima kentine “Little Boy” (Küçük Çocuk) adı verilmiş atom bombasını atar. 20 kilotonluk, yani 20 bin ton trinitrotolüen (TNT) patlama gücüne gücüne eşdeğer bu atom bombası, resmi kaynaklara göre 140 bin kişinin ölümüne, onbinlerce insanın da radyasyondan ağır şekilde etkilenmesine neden olur. Kentin yüzde 60′ı haritadan silinmiş, kent üzerinde 13 kilometrekarelik bir radyasyon bulutu oluşmuştur. Hiroşima’ya bomba atılmasından üç gün sonra, 9 Ağustos 1945′te, Amerika Birleşik Devletleri yetinmemiş olacak ki, bu kez Nagazaki kentinin insanlarını atom bombası ile tanıştırır! Amerikan “Bockscar” isimli B-29 Superfortress modeli bombardıman uçağı, “Fat Man” (Şişman Adam) adlı ikinci atom bombasını Nagazaki semalarından kentin üzerine bırakır. “Şişman Adam” ilk anda 70 bin kişiyi öldürür.
Hiroshima, Mon Amour"Her şeyi gördüm. Her şeyi." der kadın erkeğe...
Senaryosu Marguerite Duras'a ait "Hiroşima, Sevgilim" filmi Fransız "Yeni Dalga" yönetmenlerinden Alain Resnais'in gerçekten de sinema dünyasının köşetaşlarından biri olmuş filmi. Aynı zamanda Fransız "Yeni Dalga" hareketinin ilk önemli filmidir "Hiroşima, Sevgilim". Film, Hiroşima'ya barış üzerine bir film çekmek üzere gelmiş olan Fransız bir aktris (Emmanuelle Riva canlandırıyor bu rolü) ile Japon bir mimarın (Eiji Okada yer alıyor bu rolde) arasında gelişen aşk öyküsü üzerinden geridönüşlerle bir yandan Hiroşima'da ne olup bittiğini diğer yandan da Fransız aktrisin II. Dünya Savaşı sırasında Fransa'nın Nevers kentinde bir Alman askere aşık olmasıyla başına gelenleri oldukça dokunaklı bir biçimde aktarır. Kadın sürekli anlatır erkeğe, unutmaya çalıştığı, Nevers'e gömdüğü aşkını anlatır. "Hiroşima" der kadın erkeğe, "Senin adın bu". "Senin adın da Nevers" der erkek kadına.

Hiroshima, Mon Amour

6 Ağustos 2009 Perşembe

Sting söylüyor: "Moon Over Bourbon Street"

Bu gece ay dolunay.
Oh you'll never see my shade or hear the sound of my feet while there's a moon over Bourbon Street

5 Ağustos 2009 Çarşamba

"Is there anybody going to listen to my story?"

Seneler önce Işıl Özgentürk'ün yazdığı ve Deniz Türkali'nin oynadığı tek kişilik Küçük Sevinçler Bulmalıyım oyununu hep tatlı bir hüzünle anımsarım. Küçük sevinçleri bulabilmek, yaşayabilmek insanı umutlandırıyor.
Küçük Sevinçler Bulmalıyım

Bir zamanlar yüreğim
Sonsuz Bir sevinçle çarparken
Deli gibi
Ne hayaller kurardım
Dolaşırdım bulutlarla birlikte
Konuşurdum dünyanın gözleriyle
Bitmez tükenmez sanırdım sevgilerim!
Avuçlarımdaydı dünya!
Avuçlarımdaydı dünya!
Gördüm!
Kaçıverdi avuçlarımdan dünya
Sevgilerim çorak çöllerde kayboldu
Gözyaşları ve acınası bir yüz kaldı
Bana
Şimdi küçük sevinçler bulmalıyım
Bir cümle...
Bir insan...
Bir dost sıcaklığı
Bir çocuk gülümsemesi gibi
Küçük sevinçler bulmalıyım...

Işıl Özgentürk

Hiçbir şey olmasa da, en mutsuz anlarımda dahi The Beatles şarkıları her zaman "küçük sevinçler" olmuştur benim için. Dün akşam eve dönerken bir küçük sevinç daha yaratıp, Julie Taymor'ın 2007 yapımı, 33 Beatles şarkısından oluşan Across the Universe romantik müzikal DVD'sini aldım. Müzikal DVD'leri severim, gerçi bu DVD'yi hakikaten ürkerek aldım. Sonuçta Beatles şarkılarıydı yorumlanacak olan ve çok kolay değil bu. Üstelik çok kaldıramayacağımı da düşündüm "cıvık" bir aşk öyküsünü hernekadar Beatles şarkılarıyla bezeli olsa da...Korktuğum gibi çıkmadı film. Geçtiği dönem itibariyle çok fazla uyuşturucu ve sekse de değinmediği için ailecek rahat rahat izleyebiliyorsunuz. Hatta ben olsam şu Beatles şarkısını da koyardım ("Help!" örneğin) diye ahkam da kesebiliyor "nev-i şahsına münhasır" film izleyicileri!!!

~daniel-w tarafından tasarlanmıştırKarakterlerin isimlerinin [Jude (Hey! Jude), Lucy (Lucy in the Sky with Diamonds), Max (Maxwell's Silver Hammer), (sexy) Sadie , Jo-jo (Jo-Jo was a man who thought he was a loner), (dear) Prudence, (lovely) Rita, Dr. Robert (Dr. Robert, he's a man you must believe), Mr. Kite (Being for the Benefit of Mr. Kite)...] Beatles şarkılarından fırlamaları çok hoş olmuş filmde... Bu arada umut vaadeden şarkıcı rolüyle Sadie aslında Janis Joplin'i, muhteşem gitarist rolüyle Jo-jo ise Jimi Hendrix'i temsil ediyor filmde. Filmdeki bir diğer gönderme Sadie'nin plak şirketinin logosu olan ve Jude tarafından tasarlanan çilek ile Beatles'ın "Apple Corps" şirketine olmuş. Jude yani Jim Sturgess'ın "Var mı öykümü dinleyecek birisi?" diyerek gerçekten etkileyici sesiyle sizi yakalayan "Girl" şarkısı ile başlayan film, "All You Need is Love" ile sonlanıyor. Yazılar akarken U2'nun solisti Bono'nun yorumuyla "Lucy in the Sky with Diamonds" şarkısı giriyor. Filmin içinde Bono'nun yorumladığı ayrı bir şarkı daha var; ki benim sevdiğim Beatles şarkılarından biridir: "I am the Walrus". Bu arada İngiliz komedyen Eddie Izzard inanılmaz bir Mr. Kite olmuş filmde ve "Being for the Benefit of Mr. Kite" şarkısı filmin en "psychedelic" şarkılarından biri olarak hem yorumu hem de görselliğiyle dikkat çekiyor. Ünlü İngiliz rock/blues şarkıcısı Joe Cocker da çılgın hippi olarak karşımıza çıkıyor filmde ve "Come Together" şarkısını yorumluyor.

"Uncle Sam"in "I want you" afişi ile gençlerin Vietnam Savaşı'na çağrıldıkları sahnelerde tüylerim diken diken oluyor bir de "Strawberry Fields Forever" şarkısı eşliğinde her biri Vietnam'da ölen gençleri temsil eden çileklerin duvara zımbalandığı sahne...
Strawberry Fields ForeverAcross the Universe yer yer Hair ve The Wall filmlerini de anımsatmasına anımsatıyor ama o filmler kadar keskin mesaj vermek yerine kendi bütünlüğündeki içtenliğiyle 1960'ların sevgi, barış dolu mesajlarını Beatles şarkılarıyla hoş bir aşk öyküsü kurgusunda izleyiciye aktarıyor. Filmde geçen ya da geçmeyen pek çok Beatles şarkısını anımsatıp, pek çok küçük sevinçler buldurttuğu için olsa gerek filmi ayrıca sevdim!

Across The Universe

Words are flowing out like endless rain into a paper cup,
They slither wildly as they slip away across the universe
Pools of sorrow, waves of joy are drifting through my opened mind,
Possessing and caressing me.
Jai guru deva om
Nothing's gonna change my world,
Nothing's gonna change my world.
Nothing's gonna change my world.
Nothing's gonna change my world.

Images of broken light which dance before me like a million eyes,
They call me on and on across the universe,
Thoughts meander like a restless wind inside a letter box
They tumble blindly as they make their way
Across the universe
Jai guru deva om
Nothing's gonna change my world,
Nothing's gonna change my world.
Nothing's gonna change my world.
Nothing's gonna change my world.

Sounds of laughter shades of earth are ringing
Through my opened views inciting and inviting me
Limitless undying love which shines around me like a
Million suns, it calls me on and on
Across the universe
Jai guru deva om
Nothing's gonna change my world.
Jai guru deva, Jai guru deva

John Lennon ve Paul McCartney

***********

Evren Boyunca

Kelimeler, kağıt kaseye dökülen
sonsuz yağmur gibi uçup gider
Sürtünerek ilerleyip, evren boyunca kayar
Kader sözcükleri sevinç dalgaları berrak zihnimden
beni kucaklayarak öpüp okşayarak sürükler .
Jai guru deva om hiç bir şey dünyamı değiştiremez

Kırılan ışık hayalleri,
Beni tekrar tekrar çağıran bir milyon gözün dansetmesi sanki
Ve evren boyunca düşünceler bir posta kutusunun içindeki
Dinmeyen rüzgar gibi amaçsızca dağılıyor
Evren boyu çizgilerini sürerken bilinçsizce karışıyor
Jai guru deva om hiç bir şey dünyamı değiştiremez

Kahkaha sesleri, gölgeler
Beni tahrik ve davet ederek
Gözlerimin önünde uçuşuyor
Etrafımda parlayan bir milyon güneş gibi
Ölmeyen sonsuz bir aşk, beni evren boyunca tekrar çağırıyor.

Jai guru deva om hiçbir şey yaşamımı değiştiremez
Hiç bir şey dünyamı değiştiremez
Jai guru deva, jai guru deva

John Lennon ve Paul McCartney

4 Ağustos 2009 Salı

Jean-Luc Godard'ın Beklenen Filmi

DVD arşivimizin yazılması bittiğinden beri aradığımız DVD'leri raflarda bulmak çok kolaylaştı. Bu arada birlikte izlemek üzere film seçerken her birimizden "bak bu film de varmış, şu filmin de olduğunu bilmiyordum" tümceleri uçuşur oldu. Didişmelerimiz izleyeceğimiz filmleri seçme konusunda oluyor artık; "bu filmi izlemiştik şu tarihte, tekrar mı izleyeceğiz?, hayır o film olmaz, bu akşam hiç bunu çekemeyeceğim..." Dün akşam benim izlemek istediğim filmi oylamada ikiye bir kaybettiğim için izleyemedim örneğin. Ki pek sevdiğim Fransız "Yeni Dalga" akımı yönetmenlerinden Jean-Luc Godard'ın 1961 yapımı Une femme est une femme / A Woman Is a Woman / Kadın Kadındır isimli filmiydi benim izlemek istediğim. Fransız "Yeni Dalga" akımına ayrı düşkün olduğum için arşivimizde yer alan Jean-Luc Godard, François Truffaut, Éric Rohmer, Alain Resnais, Louis Malle ve Claude Chabrol'ün filmleri ayrı bir önem taşıyor benim için. Sonuçta izlediğimiz film Howard Hawks'ın 1952 yapımı Monkey Business oldu. Gençlik iksiri üzerine hoş bir komedi olan bu film her ne kadar Marilyn Monroe filmi diye ön plana çıkarılsa da aslında bir Cary Grant - Ginger Rogers filmi.

Jean-Luc Godard

Dolayısıyla Jean-Luc Godard'ın "Une femme est une femme" filmini izleme keyfim bir başka zamana kaldı. 2010 yılında 80 yaşında olacak büyük usta Godard gelecek yıl Socialisme isimli yeni filmiyle izleyicilerinin karşısına çıkacak. Merakla bekliyorum elbette...

3 Ağustos 2009 Pazartesi

Contes des Quatre Saisons / Dört Mevsim Öyküleri

Éric RohmerAsıl adı Jean-Marie Maurice Scherer olan ve takma adı "Éric Rohmer"i aktör ve yönetmen Erich von Stroheim ile Fu Manchu serisinin yazarı Sax Rohmer'den esinlenerek alan Fransız "Yeni Dalga" akımının köşetaşlarından olan Éric Rohmer en özgün yönetmenlerden birisi.

Éric Rohmer'in "Contes des Quatre Saisons / Dört Mevsim Öyküleri" serisi her ne kadar Yaz Öyküsü'nde başrol bir erkekte de olsa kadınlar için yazılmış filmler. Bu yüzden olsa gerek nedense bana "kadınlar mevsimler gibidir" klişe genellemeyi öncelikle anımsatıyor!

"Contes des quatre saisons / Dört Mevsim Öyküleri" serisi 1990 yapımı Conte de printemps / A Tale of Springtime / İlkbahar Öyküsü ile başlayıp 1992 yapımı Conte d'hiver / A Tale of Winter / Kış Öyküsü , ve 1996 yapımı Conte d'été / A Summer's Tale / Yaz Öyküsü ile devam edip, 1998 yapımı Conte d'automne / Autumn Tale / Güz Öyküsü ile sonlanıyor.

Dört Mevsim Öyküleri'nde karakterler dışında Rohmer her bir mevsim için ayrı ayrı seçilmiş kent ve kasabalarla da tanıştıryor. İlkbahar Öyküsü'nde Paris ve Fontainebleau, Kış Öyküsü'nde Nevers ve Paris banliyöleri, Yaz Öyküsü'nde Britanny bölgesi plajları ile Güz Öyküsü'nde Côtes-du-Rhône bağları ile de haşır neşir oluyoruz. Elbette her bir mevsim kendi renkleri ve doğa dokusuyla da izleyiciyi büyülüyor. İlkbahar'daki kiraz çiçekleri çok hoş örneğin ya da Sonbahar Öyküsü'ndeki üzüm bağları ve baharatlar... Dört Mevsim Öyküleri'nde en çok göze çarpan ise karakterlerin günlük yaşam içinde kendi işleriyle meşgul olurlarken bir yandan da sürekli başkalarıyla diyalog içinde olmaları. Yaz Öyküsü'nde bir adam üç kadınla ilintiliyken, Kış Öyküsü'nde bunun tam tersi bir durum yani bir kadın üç erkekle ilintili durumda. İlkbahar ve Güz Öyküleri'nde ise çeşitli yaşlardan pek çok karakter birbirleriyle temas kuruyorlar. Çoklu, üçlü, ikili ilişkiler, adeta bir vodvil havasında filmlerde devam ediyor. Éric Rohmer tıpkı kuklaların ipleriyle oynar gibi karakterleriyle tek tek oynuyor. Karakterlerin kararsızlıklarını çok iyi işliyor. Tüm serideki karakterlerin ortak noktası da kanımca her birinin yeterince kafasının karışık olması. Gerçek hayat ve hayal ettikleri hayatlarla ilgili iç dünyalarında çelişkiler yaşıyorlar. Özgürlüklerine düşkün olan, son derece bireysel yaklaşımları olan her bir karakter git-geller arasında dengelerini bulmaya çalışıyorlar. Birbirleriyle sürekli konuşuyorlar, konuşuyorlar ve konuşuyorlar... İkinci klişe genelleme bu noktada yüzüme çarpıyor: "İnsanlar konuşa konuşa anlaşırlar."

Yaşamın kendisi de zaten başlıbaşına mevsimler bütünlüğü değil mi? Güz, yaz, kış ve ilkbahar; hayat bu; durmaksızın akar gider, tekrar akar...

Sanırım "Dört Mevsim Öyküleri"nden en çok Conte d'automne / Autumn Tale / Güz Öyküsü'sünden hoşlanıyorum. Çünkü gerçek şarapta gizli!

1 Ağustos 2009 Cumartesi

Arşivleyebildiklerimizden misiniz?

Stanley Kubrick'in 1957 yapımı Paths of Glory / Zafer Yolları aylardır bitirmeye çalıştığım, bu yüzden eziyet çektiğim, bunalımlara girdiğim DVD arşivimizdeki son yazdığım film oldu. Nihayet az önce DVD arşivimizin yazılması bitti. Evimizin envanter şefi olarak sırada VCD'ler, Audio CD'ler, DVD-Rom, Data-DVD, Data-CD, kasetler, video kasetler, plaklar ve binlerce kitappppppppppppppppppppppppppppp var !

Envanter Şefi