24 Haziran 2011 Cuma

5 x 2

François Ozon’un 2004 yapımı 5x2 filmi sonlanan bir birlikteliğin geçirdiği beş evreyi geri dönüşlerle anlatıyor. Filmin müzikleri filmden daha çok akılda kalıyor ve her zamanki gibi François Ozon karakter irdelemelerinde sürprizini yapmaktan geri kalmıyor !Boşanma
5 x 2 biter !
Marion ve Gilles boşanır.
Tutulan otel odasında son kez (nedense?) bir araya gelinir.
Sadakatsizlik açığa çıkar
Gilles'in eşcinsel erkek kardeşi ve sevgilisiyle geçirilen akşam yemeğinde sadakatsizlik üzerine konuşulur...
Çocukları doğar, Gilles bunalıma girer
Marion doğuma, Gilles doğan çocuk nedeniyle bunalıma girer !
Evlenirler
Düğün gecesi beklenmedik bir şekilde sonlanır !
[Açığa çıkmayan vurucu hareket kadın karakterden.]
Marion ve Gilles yakınlaşırlar
Birliktelikte ilk evre: Marion ve Gilles yakınlaşır !
Paolo Conte'den dinleriz : "Sparring Partner "
5x2 başlar !

21 Haziran 2011 Salı

Eraserhead

EraserheadDavid Lynch’in yazıp çekip ürettiği 1977 yapımı ilk uzun metraj filmi Eraserhead / Silgikafa (Silicikafa) sinema tarihinin en anlaşılabilemez filmi kanımca. Her izlediğimde “David Lynch neden böyle bir film çeker, neden izleyiciye de çektirir” diye hayıflandığım ama her defasında da başka bir nokta yakaladığım, en kült, en gerçeküstücü, en acımasız, en rahatsız edici, en dayanılmaz, en karanlık, en tuhaf film Eraserhead.

David Lynch filminin ne olduğu değil ne hakkında olduğunun daha önemli olduğunu yinelemiş tüm röportajlarda ve kısaca “karanlık ve rahatsız edici şeylerin (!) bir yansıması” demiş. Bence doğrudan bir kabus filmi ! Ana kahraman Henry Spencer (Jack Nance bu rolü hayli başarılı bir şekilde kotarmış, hatta rolüyle bütünleşmiş) monoton hayatıyla bu gezegende bir yerde değil de farklı bir evrende yaşıyormuş ve yansıtıyormuş hissini verdi durdu film boyunca bana. Dünyada değiller, olamazlar, olsa olsa uzayın derinliklerinde bir yerdeler fikrinden film boyunca kurtulamadım. Üstelik bu his, Henry’nin kız arkadaşı Mary’den sahip olduğu (belki oldurulduğu demek daha yerinde olacak) mutant bebeği görünce iyice kuvvetlendi. Kim ne derse desin zor bir film Eraserhead ama Lynch’in radyatördeki kadına söylettirdiği üzere “Cennette herşey güzeldir !” Everything in heaven is fine !

20 Haziran 2011 Pazartesi

Amy Winehouse bu gece İstanbul'da söyleyemeyecek...

Amy WinehouseYaşadığımız yıllarda bulunması zor bir Jazz-Soul biraz da R&B sesi olan Amy Winehouse bu gece İstanbullu hayranlarıyla Maçka Küçükçiftlik Parkı'nda buluşuyor olacaktı ancak iptal edilmiş konseri ! [Bakınız: Amy Winehouse 20 Haziran konseri iptal edilmiştir.]
12 Şubat 2010'da notlar düşmüşüm günceme, meraklısı buradan tıklayabilir: Amy Winehouse söylüyor: "You Know I'm No Good"

16 Haziran 2011 Perşembe

Tulitikkutehtaan tyttö

Aki Kaurismäki’nin 1990 yapımı Tulitikkutehtaan tyttö / The Match Factory Girl / Kibritçi Kız filmini ilk izlediğimde uzun uzun notlar düşmüştüm 2008’in 27 Ağustosunda günceme. Salı gecesi kızımla birlikte yeniden izlerken bu filmi yine anladım ki bazı filmler farklı noktaların yakalanabilmesi için bekler bazı zamanları ! Yeniden izleyişimin ardından filme ilişkin başka notlar düşeceğim için, meraklılara öncelikle bu linki tıklayıp göz atmalarını öneriyorum: Kibritçi Kız

Tulitikkutehtaan tyttö / The Match Factory Girl / Kibritçi Kız iki noktadan birden film kategorilerimde yer alan bir film. Hem içinden film hem de Türk motifi geçen bir film Tulitikkutehtaan tyttö … Türk motiflerini Fin yönetmen Aki Kaurismäki ve kardeşi Mika Kaurismäki filmlerinde sıklıkla kullanırlar. (Örneğin Mika Kaurismäki ‘nin İstanbul’a kadar uzanan Zombie ja Kummitusjuna / Zombie and the Ghost Train / Zombie ve Hayalet Tren filmi favori filmlerimden biridir ve pek severim.) Aki Kaurismäki bu filminde Iris’in yattığı odada asılı olan duvar halısının üzerinde ayyıldızımızla yer vermiş Türk motifine. Filmde Iris’in sinemada seyrettiği film ise William A. Seiter’ın 1938 yapımı Room Service / Oda Servisi isimli filmi. Filmden bir kare görmeyiz, sadece repliklerini duyarız Iris sinemada izlerken.Kibrit Fabrikasında Çalışan Kız  IrisAki Kaurismäki’nin “İşçi Sınıfı Üçlemesi” filmlerinden sonuncusu olan Tulitikkutehtaan tyttö / The Match Factory Girl / Kibritçi Kız [bu durumda bu film üçlemeler kategorime de giriyor demek ki; hemen diğer iki filmi de belirteyim: 1986 yapımı Varjoja paratiisissa / Shadows in Paradise / Cennetteki Gölgeler ve 1988 yapımı Ariel ] müzikleriyle de hoş bir film. Fakat en hoş yakıştırmayı film kibrit fabrikasındaki tekdüze görüntülerle başlar başlamaz kızım yapıyor; “Alpay’dan ``Fabrika Kızı´´ şarkısı ne kadar uygun düşerdi şimdi” diye! Gerçi Iris tütün sarmıyor fabrikada ama tütünleri yakacak kibritlerin üretim bandında çalışıyor acıtan bir yeknesaklıkla...
Ayrı bireyleriz ya bu yüzden pek anlaşamayız film tercihlerimizde ancak sevdiğim filmlerden olan Kibritçi Kız filmini kızımın da sevmiş olmasını seviyorum ve bu seferki kıssadan hisse notlarını O'nun için yineliyorum :-)
Döngü...Döngü...Döngü...Masallar her zaman mutlu sonla bitmez, mutsuz sonlarla başetmek gerek ! Çağımızın en belalı sorunu iletişimsizlik, iletişimsizlikten kurtulmak için önce bireyin kendisinin çaba harcaması gerek !Döngü...Döngü...Döngü...

15 Haziran 2011 Çarşamba

Bu gece AY dolunay oluyor ve tutuluyor !

Tutulursan !2011'in ilk ay tutulması bu gece. Ankara Üniversitesi Rasathanesi meraklılarına gökyüzünü teleskoplarla izlettirecekmiş tutulma esnasında. Ne güzel bir keyif !
Hesaplara göre tutulma sırasında Ay'ın konumları şöyle olacakmış:
20:24 Ay'ın dünyanın yarı gölge konisi içine girmesi
21:22 Parçalı Tutulma başlangıcı
22:22 Tam Tutulma başlangıcı
23:12 Tam Tutulma ortası
00:02 Tam Tutulma sona ermesi
01:02 Parçalı Tutulmasının sona ermesi
02:00 Ay'ın Dünyanın yarı gölge konisinden çıkışı

13 Haziran 2011 Pazartesi

Boğaz'a karşı Kuhlau ve Mendelssohn

Boğaz'a karışan notalar
[Tıklayın, fotoğraf büyüsün, martı görünsün !]
11 Haziran 2011'in öğleden sonrasında, kızımı Boğaz'a karşı Kuhlau ve Mendelssohn çalarken izlemek, dinlemek çok hoştu... Müzik güzel, Boğaz güzel, vapurlar güzel, konser sırasında fotoğraf karesine takılmış olan martı ayrı güzel !

10 Haziran 2011 Cuma

``Chopin Üzerine Notlar´´

``Chopin Üzerine Notlar´´“Piyanosunun başında Chopin sanki hep doğaçlama yapar gibiydi diye anlatılır; başka bir deyişle, sürekli olarak zihnindeki bir düşünceyi arar, yaratır, biraz biraz keşfeder gibiydi. Onun için eseri bize, adım adım giderek oluşturmaktaymış gibi değil de, daha baştan mükemmel, kesin, nesnel bir bütünmüş gibi sunulursa eğer, o türden sevimli duraksamalar, beklenmedik hoşluklar yok olur gider. Chopin’in, eserlerinin en güzellerinden bazılarına vermeyi yeğlediği ``impromtu´´ (genellikle piyano için yazılan, serbest formlu, doğaçlama nitelikli kısa besteye verilen ad) başlığının bundan başka bir anlamı olabileceğini düşünemiyorum.” diyor André Gide “Chopin Üzerine Notlar” kitabında.

Kızımın bu yılki konser parçaları arasında Chopin’den bir beste yer almıyor. Sevdiği bestecilerden biri olan Chopin’e bakış açısının farklılaşacağını, derinleşeceğini düşündüğüm için (ayrıca büyük bir merakla ben de okumak istediğimden olsa gerek) bu yaz okuyacağı kitaplar arasına dahil etmek üzere sipariş etmiştim André Gide’in “Chopin Üzerine Notlar” kitabını. Umarım kızım keyifle okuyacak ve kitabın armağanı olan CD'den keyifle dinleyecek İdil Biret'in Chopin yorumlarını...
``Impromtu´´ demişken, Chopin’in serbest formlu bu piyano bestelerinin James Lapine’in sinema filminin adı olduğunun da notunu düşeyim.. 1991 yapımı Impromtu, sanat tarihinin en ilginç ve en karmaşık birlikteliklerinden birini, piyanist Frédéric Chopin ile yazar George Sand’in ilişkilerini, çok hoş bir anlatımla aktaran bir filmdir.

9 Haziran 2011 Perşembe

Unknown

Jaume Collet-Serra'nın 2011 yapımı Unknown / Kimliksiz filmini ilk izleme sebebim filmin takıntılı olduğum kentlerden olan Berlin'de geçiyor olması, ikinci sebebi ise alınacak DVD'siyle arşivimizde “içinden Türk motifleri geçen filmler” kategorimde yer alacak olması. Film başlar başlamaz Berlin Tegel Havaalanı'ndan karısıyla birlikte Almanya'ya ilk kez giriş yapan ana kahraman Dr. Martin Harris (Liam Neeson canlandırıyor) taksiye biner ve taksi şoförü Türk'tür. Bu kadarla kalmaz, filmin devamında da fazlasıyla haşır neşir oluruz Berlin'de film boyunca karşımıza çıkan başka Türklerle ve Türkçemizle... Çevre bilimi sorunlarına (geleceğin büyük tehditlerinden gıda yetersizliği) değinen, oldukça dozunda gerilimle yüklü, aksiyon temposu yüksek, pek çok noktada arkasından neler olabileceğini tahmin edebileceğiniz Unknown / Kimliksiz halihazırda gösterimde, bu yüzden çok fazla "spoiler" vermeyeceğim ama ``Ay'dan İzlenimler´´'i takip edenler bilir; filmlerin içinden geçen olmadık imgeler, sözler beni alıp çok farklı noktalara taşıyabilir. Bu filmdeki takıntım da eski Doğu Alman casus örgütü Stasi ajanı Ernst Jürgens (muhteşem oyuncu Bruno Ganz canlandırıyor, en son Der Untergang filmi ile günceme konuk olmuştu) aracılığıyla 'Machorka' oldu.Machorka
[Fotoğraf şu linkten alıntılanmıştır:
(http://www.fotolog.com/yansilny/13346725
])

Ernst Jürgens'in dudaklarından dökülen "günde 60 tane Machorka içerdim" cümlesi bizleri sadece `Soğuk Savaş´ yıllarına götürmekle kalmıyor ayrıca düşündürtüyor da acaba `Soğuk Savaş´ yılları mı daha iyiydi?
Bu arada meraklısına hemen not düşeyim 'Machorka' Sovyet ordusu tarafından bizzat Sovyet askerleri için üretilmiş, kağıtlara sarılı acı Rus tütününün adı imiş. Sovyetler Birliği ve Polonya'da çok popüler olan 'Machorka'yı II. Dünya Savaşı sırasında/sonrasında Doğu Almanlarla da tanıştırıyor Ruslar. Filmde Ernst Jürgens'in repliğine göre bu tütün "Stalin'den daha çok Rus öldürmüştür berbatlığıyla !"

7 Haziran 2011 Salı

Stealing Beauty

Benim için öncelikle Novecento / 1900 ve sonra Il Conformista / The Conformist / Konformist demek olan Bernardo Bertolucci ``Doğu Üçlemesi ´´ni ( The Last Emporer / Son İmparator [1987], The Sheltering Sky / Çölde Çay [1990] ve Little Buddha / Küçük Buda [1993]) tamamladıktan sonra kamerasını tekrardan ülkesine çevirir ve 1996’da senaryosuna da katkıda bulunduğu Stealing Beauty / Çalınmış Güzellik filmini tamamlar. Bertolucci'nin Novecento / 1900 ve Il Conformista / The Conformist / Konformist filmlerini (film adlarına tıklayarak ulaşabilirsiniz) büyük bir keyifle günceme konuk etmiştim ama nedense ``Doğu Üçlemesi ´´’nden hiç bahsetmemişim. Üçlemeyi -şimdilik - yine başka bir zamana bırakarak Bertolucci’nin uzun yıllar ülkesinden uzakta devam eden sürgün hayatından sonra dönerek güzeller güzeli Toskana’da tamamladığı Stealing Beauty / Çalınmış Güzellik filmine hasbelkader değinmek istiyorum. Birbirinden güzel başyapıtlardan sonra Bertolucci neden böyle bir film çeker ve neden içeriğinde Türk motiflerine yer verir diye düşündürten bir film Stealing Beauty .İşte Türk Bayrağı !Evet içinden Türk Bayrağı (Toskana’da bohem bir hayat sürdüren muhteşem kır evinin sahiplerinin oğlu Christopher Türkiye’deki geçirdiği tatilinden dönerken Türk Bayrağı getirir ve küçük kızkardeşini Bayrağımıza sarmalar ‘işte Türk Bayrağı’ diyerek) ve Ali Ogzenturk (Yine aynı kişi yani Christopher evlerine Amerika’dan konuk gelen Lucy gibi davranarak internette sohbet etmektedir Ali Ogzenturk adındaki biriyle, “Merhaba ben Lucy 19 yaşındayım. Bakireyim” der Lucy gibi davranan Christopher, “Ben İstanbul’dan Ali” der Ali Ogzenturk, ki muhtemelen Ali Özgentürk’e göndermedir bu durum) isminin geçtiği bir film Stealing Beauty .Ali Ogzenturk / Ali Özgentürk ?Film, Amerikalı güzel bakire Lucy Harmon’un (Liv Taylor canlandırıyor ve ilk başrolü sinemada, hatta diyebiliriz ki Bertolucci’nin sinema dünyasına sunumu) annesinin ölümünün ardından annesinin bohem arkadaşlarının Toskana’daki evlerine ziyaretinden ibaret gözükse de iki hedefi vardır ana kahramanın: Birincisi en son dört yıl önce geldiği ve bir öpücük aldığı yakışıklı İtalyan Niccoló ile ne kadar ileri gidebileceğinin hesapları, ikincisi intihar eden şair annesinin bıraktığı defterden öğrendiği üzere tam 19 yıl önce konuk olduğu evde birlikte olduğu kişiyi (ki biyolojik babasıdır bu kişi Lucy’nin) bulma çabaları…Hedeflerini gerçekleştirme yolunda emin adımlarla ilerleyen Lucy film boyunca annesinin bıraktığı deftere üç şiir karalar (elbette asıl karalayan senarist Susan Minot'tur)… Lucy’nin hedefleri üzerine gayet yerinde anlam yükleyen bu şiirlerle bitirerek günce notumu, arşivimizde “içinden Türk motifleri geçen filmler” kategorisinde sınıflandırdığımızı belirtmek istiyorum bu filmi.Jeremy IronsAma son bir izdüşümünü benim için en çok Kafka demek olan sevdiğim aktör Jeremy Irons için belirtmeden duramayacağım. Bu filmden aklımda en çok onun rolü kaldı diyebilirim.
Lucy Harmon'un karaladıkları

I have her secret deep within for years I've had to hide/ I've brought the clues / And now I'm hope / To bring the truth outside

Yıllarca saklamak zorunda kaldığım sırrını biliyorum / İpuçlarını beraber getirdim / Ve şimdi buradayım gerçeği ortaya çıkarmak için

***

I wait I wait so patiently / I'm as quiet as a cup / I hope you'll come and rattle me / Quick! Come wake me up.
Sonsuz bir sabırla bekliyorum / Bir fincan kadar sessizim / Umarım gelir ve beni şıngırdatırsın / Çabuk ! Gel ve beni uyandır .

***

The dye is cast / The dice are rolled / I feel like shit / You look like gold.

Ok yaydan çıktı / Zarlar atıldı / Bok gibi hissediyorum / Sense tıpkı altın gibi görünüyorsun.

6 Haziran 2011 Pazartesi

LÜKÜS HAYAT

Kızım ve minik yeğenim de izleyebilsinler diye Şehir Tiyatroları’nın Yaz Oyunları gösterilerini fırsat bildik ve 4 Haziran Cumartesi akşamı için Cemil Topuzlu Açıkhava Sahnesinde oynayan Lüküs Hayat operetine bilet aldık.Lüküs HayatLüküs Hayat, kızımın ve minik yeğenimin ayrıca ilk katıldıkları Açıkhava etkinliği oldu. Bilenler bilir üç perde olarak üç saat elli dakikadır operet… 4 Haziran akşamı başlaması gereken saatten 15 dakika geç başladı ve miniğin deyimiyle “gecenin körü olmuştu” ama oyun halen devam ediyordu !Lüküs HayatBir klasiktir LÜKÜS HAYAT… İlk kez Cumhuriyetimizin 10. Yılı olan 1933’te sahnelenen operet Ekrem Reşit Rey tarafından yazılmış, Cemal Reşit Rey tarafından bestelenmiştir. Ancak Rasih Nuri İleri’inin aktarmasına göre “Ekrem Reşit Rey sözleri yetiştiremeyeceğini belirtince bu iş o sırada hapiste bulunan Nazım Hikmet'e teklif edildi. Eseri Nazım Hikmet yazdı ancak hapiste olduğu için ismini kullanmadı ve program metinlerinde yazan Ekrem Reşit Rey olarak yer almıştır.” Başka kaynaklara göre ise eserin tamamı değil ama içerisinde yer alan bazı şarkıların (ki meşhur Şişli'de bir apartıman diye başlayan Lüküs Hayat şarkısı da bu şarkılar içindedir) sözleri Nazım Hikmet tarafından yazılmıştır.

1933’ten 1946’ya dek sahnelenen operet tekrar 1958 ve 1962’de sahneye konulmuş ve 1985’ten beri de aralıksız 27 yıl sahnelenmiştir. 2011’in Ocak ayında emekli olan (olmak zorunda olan?) Zihni Göktay’ın ardından yeniden sahneye konulacak mı konulmayacak mı tartışmaları arasında ılık Haziran akşamında Açıkhava sahnesinde seyirciyle buluşması çok ama çok güzeldi ! Yerli yerinde pek çok sahnede güncel dokunmalar ile izledik küçük hırsızlıklarla geçinip giden Rıza (Zihni Göktay) ile Fıstık (Savaş Barutçu)'ın girdikleri zengin köşkteki maskeli baloda yaşadıkları macereları ve tüm Açıkhava izleyicileri istisnasız tempo tuttuk Lüküs Hayat şarkısına…


Lüküs Hayat

şişli'de bir apartıman
yoksa eğer halin yaman
nikel-kübik mobilyalar,
duvarda yağlı boyalar

iki tane otomobil
biri açık, biri değil
aşçı, uşak, hizmetçiler
dolu mutfak, dolu kiler

hanım gider, sen gidersin
gündüzleri çaydan çaya
gece olur, davetlisin
ya ‘dine’ye ya baloya

hey
lüküs hayat, lüküs hayat
bak keyfine yan gel de yat
ne güzel şey
oh ne rahat
yoktur eşin lüküs hayat

yaz gelince adadasın
mayo giymiş kumlardasın
etrafında güzel kızlar
canın çeker, burnun sızlar

hanım motorla dolaşır
hanım serbest, kim karışır
takarsın şeyleri bazı
dünya böyle sen ol razı

sen de kendi hesabına
topla akşam etrafına
sarıları, esmerleri
kır şampanya kadehleri

hey
lüküs hayat, lüküs hayat
bak keyfine yan gel de yat
ne güzel şey,
oh ne rahat
yoktur eşin lüküs hayat



Operet ile ilgili bir küçük notu da aktarayım; Lüküs Hayat / The Luxurious Life 1950 yılında Ömer Lütfi Akad tarafından da beyazperdeye aktarılmıştır.
Bu kadar hoş bir gecenin ardından yazmayayım dedim ama hayır yazacağım: Açıkhava sahnesinde ne amaçla çekirdek satışı yapılıyor anlamıyorum ve de öncelikle işletmecilerini, hemen ardından da çekirdek alıp çıt çıt yiyebilenleri bu tutumlarından dolayı kınıyorum !

2 Haziran 2011 Perşembe

``Gece leylâk ve tomurcuk kokuyor...´´

Leylâk``3 Haziran 1963. Duyuyorum ki Nazım Hikmet ölmüş. Bir sanatçı için böyle bir haberi soğukkanlılıkla karşılamak olanaksız! `Hava leylâk ve tomurcuk kokuyor / uy anam uy Haziranda ölmek zor´ dizeleri dökülüyor dudaklarımdan. 2 Haziran 1970. Duyuyorum ki Orhan Kemal ölmüş. Yine aynı dizeler, yine kendiliğinden... 1976'lara değin, bu türden acılarla doldum; dizeler beni bir kitaba zorluyordu. İşte `Haziranda Ölmek Zor´ böyle oluştu.´´ der 1984'de kaybettiğimiz Hasan Hüseyin Korkmazgil. Leylâk ve tomurcuk kokularının arasından dizeleri dökülür, akar gider Nazım Hikmet ve Orhan Kemal'e ulaşır... Hasan Hüseyin'in leylâk ve tomurcuk kokularının arasından sıyrılan dizelerinin 2 Haziran 1991'de kaybettiğimiz bir başka şarimiz Ahmed Arif'e de ulaştığını düşünürüm ben. Ne kadar zor olsa da Haziranda ölmek, şanslıyız böyle şairlerimiz ve yazarlarımız olduğu için, yazdıkları geleceğe kalacağı için !