31 Ağustos 2010 Salı

Die Büchse der Pandora

Pandora'nın KutusuYunan mitolojisine aşinaysanız, Pandora’nın şu meşhur kutusunu da bilirsiniz. Hani üstü kapalı kalmış gizli kapaklı durumlara yönelik metafor olarak da kullanılan, “açtırtma kutuyu, söyletme kötüyü” söylemini kazandıran ünlü kutu ! Yunan mitolojisinde ilk kadının, Zeus tarafından insanlığı cezalandırmak için yaratıldığına inanılır. Efsaneye göre, Zeus kendisinden ateşi çalıp insanlara veren Prometheus'un kardeşi Epimetheus'a, balçıktan yapılmış, güzellik, beceriklilik, cazibe, kurnazlık, zeka gibi pek çok özelliğe sahip Pandora'yı eş olarak gönderir. Epimetheus, kardeşinin tüm uyarılarına karşın güzelliği karşısında büyülendiği Pandora ile evlenir. Pandora'ya evlilik hediyesi olarak topraktan yapılmış, çömlek benzeri bir kutu (sandık da diyebiliriz) armağan eder Zeus ve "Bu kutu asla açılmamalı!" der verirken. Ancak bir süre sonra merakına yenik düşen Pandora (Bilirsiniz, insanın başına gelenler hep meraktandır !) kutuyu açar ve Zeus’un kutunun içine doldurduğu tüm kötülüklerin dünyaya yayılmasına sebep olur. Son anda kutunun kapağını kapatmaya çalışırken kutunun içinde geriye kalan sadece "umut" (ümit) olur. Aslında Nietzsche’nin dediği gibi insanlığa yapılan en büyük kötülük de kutunun içinde umudun kalması olmuştur. Bakınız: Ümit mi ? Ümit en son kötülüktür !

Georg Wilhelm Pabst’ın 1929 yapımı Die Büchse der Pandora / Pandora's Box / Pandora’nın Kutusu, sessiz sinema döneminin başyapıtlarından biri. Siyah-beyaz görsel bir şölen. Yönetmen Georg Wilhelm Pabst, Frank Wedekind’in aynı adlı oyunundan uyarlanan Die Büchse der Pandora / Pandora's Box / Pandora’nın Kutusu filmini çekmeye karar verdiğinde, "Lulu" karakterini kimin oynayacağına karar verememiş. Paramount Pictures ile sözleşmesi biten Amerikalı Louise Brooks’a teklif götürülmüş. Aslında bir dansçı olan Louise Brooks sessiz sinemanın başyapıtlarından biri olan Pandora’nın Kutusu’nda büründüğü Lulu karakterini, adeta bir ikona çevirecek kadar ölümsüzleştirmiş. "Kime niyet kime kısmet" derler ya, dansçılıktan oyunculuğa geçen ve Avusturyalı yönetmen Georg Wilhelm Pabst’la tanışmadan önce ülkesinde, yani Hollywood’da nice filmde oynayan Louise Brooks’u yıldızlaştıran, Pabst’le birlikte çektiği bu film olmuş. Die Büchse der Pandora filminin ilk gösterimi 30 Ocak 1929'da Berlin'de yapılmış.Louise Brooks Küt kesim, kahküllü siyah saçlarıyla ( a la garçon = ala garson = oğlansı saç stili) belleklere kazınan bir Lulu yaratmış Louise Brooks ve bu karakterle o kadar özdeşleşmiş ki, ileride yazdığı anı kitabına da “Lulu in Holywood / Holywood’daki Lulu” adını vermiş. Criterion'dan edindiğimiz bu setin, 2.DVD'sindeki ekstralarda, 1971 yılında kendisiyle yapılan bir söyleşide, eğer bu filmde oynamayı kabul etmezse Pabst’in diğer düşündüğü aktrisin Marlene Dietrich olduğunu belirtiyor. Ayrıca ekliyor: “Yumuşak başlı bir kadın kahraman da, iblis bir vamp da, halktan herhangi biri gibi de değildim. Hollywood’da hiçbir kategoriye uymuyordum.” Hiçbir kategoriye uymayan Amerikalı bu aktris, Pabst sayesinde Avrupalılar'ın sevdiği tapılacak bir kadına dönüşmüş. Hiçbir kategoriye uymayan, vamp, şuh, ketum ama bir o kadar da masum !
LuluPek çok açıdan bir ilkler filmi Die Büchse der Pandora / Pandora's Box / Pandora’nın Kutusu. Öncelikle, çekildiği yıl açısından düşünürsek, erotik açıdan oldukça yoğun bir film. Bu arada sinema tarihinin ilk lezbiyen karakterini de (Kontes Anna Geschwitz rolünü Alice Roberts canlandırıyor) gözlemlediğimiz bir film. 8 bölümden oluşuyor film. Konu aslında oldukça klişe: Biraz fettan bir kadın olan Lulu erkekleri baştan çıkarıyor, çoğu zaman kendi isteğinin dışında, beraber olduğu erkeklere hep kötülük getiriyor. Film boyunca beraber olduğu erkeklere şansızlık, ölüm getiren Lulu, filmin sonunda Karındeşen Jack’in (Jack The Ripper) kurbanlarından biri olmaktan kurtulamıyor. Film süresince, onca insanın mahvolmasına sebep olduğundan, "yaşasın sonsuz adalet / takdir-i ilahi" mi desek bu duruma bilemiyorum ama Karındeşen Jack’i kendisini ilk öldürmeye teşebbüsünde, bakışlarıyla engellemeyi başaran fakat sonraki teşebbüste "layığını bulan" Lulu’nun sonunu, içgüdüsel olarak hüzünlü buluyorum.
Mart 2008’de Criterion Collection’dan getirttiğimiz, film arşivimizin en güzide parçalarından biri olan Die Büchse der Pandora / Pandora's Box / Pandora’nın Kutusu filmini, içinden geçen "Lulu" sebebiyle Lulu on the Bridge / Köprüdeki Lulu filmiyle bir arada tutmaya karar veriyorum. Bu düşünceye sevgili(m) kocam ne der bilemiyorum ama arşivde yeni bir düzenleme yapmak gerekecek şimdi !
Şurada, konuyla çok ilintili olmasa da, isim benzerliğinden bir şekilde ilinti kurulabilecek bir Türk filmi girdim mevcut... Meraklısına duyurulur!

Lulu on the Bridge

Paul Auster’ın yazıp yönettiği 1998 yapımı Lulu on the Bridge / Köprüdeki Lulu filmini izleyeli aslında birkaç hafta oldu. Günceme bu filmi konuk edebilmek için öncelikle bu filmin içinde yeniden çevrimiyle hayli yer alan sinema dünyasının sessiz klasiklerinden Georg Wilhelm Pabst’ın 1929 yapımı Die Büchse der Pandora / Pandora's Box / Pandora’nın Kutusu filmini de izlemeyi tercih ettim. İşte bu sebeple, Lulu on the Bridge / Köprüdeki Lulu ve Die Büchse der Pandora / Pandora's Box / Pandora’nın Kutusu birbiri ardına güncemde yer alacaklar. Olmadık imgeler olmadık imgelere yol açar derim ya, Köprüdeki Lulu filmi de aslında Mart 2008’de Criterion Collcetion’dan getirttiğimiz ve izlemeyi sürekli ertelediğimiz Pandora’nın Kutusu filmini hemen ardından seyrettirdiği için “içinden filmler geçen filmler” listeme işlenerek ayrı bir yer tutacak usumda.
Üniversite yıllarımda takıntılı olarak okuduğum Paul Auster, kitaplarının çoğunda olduğu gibi burada da okuyucuyu/izleyiciyi tuhaf bir yolculuğa çıkarıyor. Filmin en başında ana erkek karakter caz saksafoncusu Izzy Mauer’in (Paul Auster’un senaryosunu yazdığı, ortaklaşa ya da kendisinin yönettiği filmlerindeki takıntılı oyuncusu Harvey Keitel canlandırıyor bu rolü.) sahneye çıkmadan önce tuvalette duvardaki resimlere baktığı bölümü dikkatli izlemenizi öneriyorum öncelikle. Izzy Mauer resimlere uzun uzun bakıp tuvaletteki işini bitirince çıkar sahneye saksafonunu çalar. (Hemen bir not düşeyim; filmin müziklerini John Lurie yapmış.) Sahnedeyken gece kulübünü basan ve silahıyla ortalığı birbirine katan bir adamın kurşunlarına hedef olur. Sahnede hareketsiz yatarken tavandan bir parçanın koparak ağır çekimde yere düştüğünü görürüz... Sahne değişir sonra: Izzy hastahanede yoğun bakımdadır. Kurtulur kurtulmasına ama sonuç hayli acıdır: Akciğerlerinden birini kaybettiği için bir daha asla saksafon çalamayacaktır. Müziği bütün dünyası olan Izzy Mauer’in hayatı tamamiyle değişir. Eski karısı ve eski karısının yapımcı sevgiliyle bir araya geldikleri yemekte hayranı olduğu eski aktris Catherine Moore ile eski karısının yapımcı sevgilisinin Georg Wilhelm Pabst’ın 1929 yapımı Die Büchse der Pandora / Pandora's Box / Pandora’nın Kutusu filmini yeniden çekeceklerini öğrenir. Başrol Lulu’yu oynayacak oyuncuyu aramaktadırlar. Yemekten ayrılır ve Manhattan’ın sokaklarında yavaş yavaş yürürken, birden alnının tam ortasından vurulmuş bir cesetle karşılaşır. Elbette cesedin yanındaki çantayı almadan uzaklaşmaz (Filmin devamı olmazdı yoksa !). Çantadan garip bir mavi ışık yayan bir taş çıkar, bir de peçete üzerine yazılmış bir telefon numarası. Bu telefon numarası Izzy’i, Celia adında (Mira Sorvino canlandırıyor bu rolü) geçimini sağlamak için garsonluk yapan, ancak aslında aktris olmak için oyuncu elemelerine katılan hoş bir genç kıza götürür... Izzy Mauer
Mavi ışık yayan gizemli taşTaşın büyüsüne kapılan Izzy ve Celia birbirlerini keşfederken, kader bu ya Celia da Izzy’nin eski karısının yapımcı sevgilisi ile Catherine Moore’un tasarladıkları Pandora's Box filminin oyuncu seçmelerine katılacaktır. Celia, "Lulu" rolünü alır. Çekimler başlar. Çekim ekibi Dublin’e doğru yola çıkar. Izzy, sevgilisi Celia’ya bulduğu taşı yanında götürmesi için verir. O da New York’taki daireyi kapatıp sevgilisi Celia’nın peşinden Dublin’e gidecektir lakin evdeki hesap çarşıya uymaz ! Gizemli taşın peşindeki adamlar Izzy’e ulaşmışlardır ve taşın nerede olduğunu sorgulayıp durmaktadırlar... Dublin’deki Celia ise ümitsizce Izzy’e telefonla ulaşmaya çalışmaktadır.
Bu kadar “spoiler” yeter diyerek, merak edenlerin bu filmi izlemesini öneriyorum. Kimbilir, belki bu filmdeki "Lulu" merak edenleri asıl "Lulu"’ya yani Pandora’nın şu meşhur kutusuna da götürür...

30 Ağustos 2010 Pazartesi

30 Ağustos 2010

30 Ağustos 1922 - 2010 --- 88.YIL
30 Ağustos Zafer Bayramı'nı kutlarken, 1972 yılında 30 Ağustos'un 50. Yıldönümü için Darphane tarafından bastırılan hatıra parasını anımsıyorum. 2022'deki 100. Yıldönümü için Darphane'nin altın bir hatıra para basmasını umuyorum!
30 Ağustos Zafer Bayramı 50.Yıl Gümüş Hatıra Parası.

26 Ağustos 2010 Perşembe

Güneyli Köyü

Kral Balık SardalyaKral Balık Sardalya elbette günceme daha önce konuk olmuştu. Sardalyanın en bol olduğu mevsimde bu kez Saros Körfezi’nin en güzel köy ve koylarından biri olan Güneyli Köyü konuk oluyor. Annemin yazevine bunca senedir gideriz ama neredeyse burnumuzun dibindeki Güneyli Köyü’nü ziyaret etmek ancak iki hafta öncesine kısmet oldu. Gelibolu’na bağlı Güneyli Köyü balıkçılıkla geçiniyor, elbette yaz aylarında pansiyonculuk da ekleniyor geçim kaynaklarına. Yeşille mavinin buluşmasına bir de Saros Körfezi'nin buz gibi denizi eklenince hiç dönmek istemiyorsunuz yeknesak gündelik hayatın akışına...
Güneyli KöyüGüneyli KöyüGüneyli KöyüGüneyli KöyüGüneyli KöyüGüneyli KöyüGüneyli KöyüGüneyli Köyü
Kral Balık Sardalya'ya değinmişken David S. Ward'ın John Steinbeck'ın kitabından uyarlanan 1982 yapımı Cannery Row / Sardalya Sokağı filmini anımsamadan olmaz !
"California’da Monterrey’in Sardalya Sokağı bir şiir bir koku, gıcırtılı bir ses, bir ışık demeti bir alışkanlık, bir özlem, bir rüyadır. Sardalya Sokağı bir toplanış, bir darmadağın oluş eylemidir. Teneke, demir, kıymık, pas, kıymıklı tahta parçası, delik deşik kaldırım, ot bürümüş arsa, hurda yığını, oluklu saçtan yapılmış, sardalya kutuları, korna sesleri, aşçı dükkanları, laboratuvarlar ve serseri yataklarıyla doludur. Burada oturanlar vaktiyle birinin dediği gibi; “fahişeler, pezevenkler, kumarbazlar ve eşşoğlueşşekler”den oluşur ki bununla tüm mahalle halkı anlatılmış olur.. Fakat bunu söyleyen adam bir başka delikten bakmış olsaydı; mahallede onlar için “melekler, evliyalar, mazlumlar ve mübarek insanlar diyebilirdi. O zaman da yine herkesi tanımlamış olacaktı !" diye başlar anlatmaya John Steinbeck ve daha başlar başlamaz sizi yakalar !Sardalya Sokağı

24 Ağustos 2010 Salı

Le Hérisson

Mona Achache’ın Muriel Barbery ‘in “L'elégance du Hérisson" isimli romanından uyarladığı 2009 yapımı Le Hérisson / The Hedgehog / Kirpi “içinden filmler geçen filmler” listeme eklenerek Ay’dan İzlenimler’e konuk oluyor. Bu filmin içinden geçen filmin karelerinde iyice meraklanıyorum doğrusu çünkü bu film henüz izlemediğim ve arşivimizde de bulunmayan bir Yasujirô Ozu filmi; 1950 yapımı Munekata kyoudai / The Munekata Sisters . Edinmek üzere usuma yerleşiyor bu film.

Le Hérisson / The Hedgehog / Kirpi filminin içinden sadece başka bir film geçmiyor, kediler ve kitaplar da geçiyor. Lev Nikolayeviç Tolstoy’un Anna Karenina romanında yer alan cümleler filmin ana karakterlerinden kapıcı Renée Michel ile görmüş geçirmiş, varlıklı, bilgili Japon kiracı Kakuro Ozu arasında ilk karşılaşmalarında adeta dönüm noktası oluyor. Kapıcı Renée’nin apartmanda oturan diğer sakinleri kasteden ve gayriihtiyari Anna Karenina romanından alıntıladığı "Bütün mutlu aileler birbirinin aynısı.” cümlesi bilge Ozu’nun dikkatinden kaçmıyor ve "Ama her mutsuz aile birbirinden farklı." cümlesiyle yanıtlıyor Renée’yi… Asık suratlı, işini aksatmadan yapan, kurallara harfi harfine uyan Renée gerçek bir kitapkurdu ve küçük dairesinde kitaplardan bir dünya kurmuş kendisine. Statü olarak birbirinden çok farklı olan bu iki kişi Tolstoy’un kitabından yola çıkarak hoş bir dostluk geliştiriyorlar. Bir de elindeki kamerayla sürekli çekim yapan ve 12. Yaşgününde intihar etmeye karar vermiş olan Paloma karakteri var filmde. Zenginlerin yaşadığı apartmanda, zengin bir aileye mensup Paloma uzun zamandır içinde olduğu hayatın bir akvaryum olduğunun farkında. Çıkmak istese çıkamıyor, sürekli cama çarpıp geri dönüyor. İşte bu yüzden 12. Yaşgününe 165 gün kala yaşadıklarını ve çevresini filme almayı kararlaştırarak, hergün duvarına o günle ilgili bir resim çizerek adım adım intihar edeceği güne hazırlanıyor. Zeki ve her şeyi sorgulayan bu küçük kızı büyümüş de küçülmüş tavırlarıyla biraz rahatsız edici bulduğumu söylemeliyim. Burjuva hayatını didikleyen tavrını da çok inandırıcı bulamadım zaman zaman. Paloma’nın Ozu’ya Renée hakkında konuşurken sarfettiği sözler sadece filmin adının neden “Kirpi” olduğunu göstermiyor filmin ana karakterinin gerçek kişiliğini de gözler önüne seriyor: “Bayan Michel'i bir kirpiye benzetiyorum. Dıştan bakınca, dikenli, bir kale gibi korunaklı... Ama bana öyle geliyor ki, içini görebilsek, aslında hiç de uyuşuk olmayan, nev'i şahsına münhasır, sadece göze batmaktan sakınan, son derece zarif o yaratıklar gibi sanki. “ diyor Paloma. Hayatını sonlandırmak üzere kararını vermiş olan Paloma gerçeğe dönmesi için gereken şeyin hemen yanıbaşında olduğunu fark ediyor elbette ama bunun için de kurban olarak Renée’nin seçilmesini oldukça adaletsiz bulduğumu belirtmeden duramayacağım !Paloma, Renée ve LeoRenée  ve OzuFilmle ilgili daha fazla ayrıntıya girmeden filmin kedilerine değinmek istiyorum. Kitapkurdu Renée’nin kedisinin adı Leo ve elbette Tolstoy’un adından kaynaklanıyor bu ada sahip olması. Ozu’nun güzeller güzeli iki zarif kedisinin adları Kitty ve Levin. Yani sahipleri Kakuro Ozu iki zarif kedisine adlarını Anna Karenina romanındaki karakterlerden seçmiş. Paloma’nın kedilerinin adı ise Anayasa ve Meclis ! Demokrasinin olmazsa olmazları !

Ozu adını duyar duymaz aklınıza elbette yönetmen Yasujirô Ozu geliyor ancak Kakuro Ozu’nun yönetmen Ozu’yla bir yakınlığı yok salt soyadı benzerliği. Ama Renée'nin bir yakınlığı olup olmadığını Kakuro'ya sorması ve Ozu'nun evinde gördüğü tablodaki Kyoto Dağları'nın Adzuki Fasulyesi'nin mor rengi Yasujirô Ozu'nun 1950 yapımı Munekata kyoudai / The Munekata Sisters filmiyle de tanışmamızı sağlıyor.

20 Ağustos 2010 Cuma

Okyanusa Ulaşmak İsteyen Küçük Kara Balık

Dünyanın en devrimci balığıSamed Behrengi'nin eşsiz Küçük Kara Balık'ı “Bu derenin bittiği yeri merak ediyorum” der annesine ve ekler “Ah anne, bu soru beni aylardır düşündürüyor. Derenin nerede bittiğini öğrenmem gerek. Bugüne kadar bu soruya bir karşılık bulamadım. Geceleri gözüme uyku girmiyor. Sürekli bunu düşünüyorum. Kararımı verdim anne, gidip derenin nerede bittiğini öğreneceğim. Orada neler var, başka yerlerde neler var, görmek bilmek istiyorum.”

Bugün doğumgününü kutlayan "Kaz Dağları Perisi" arkadaşım küçük kara balığı cam tabağa taşımış. Salt kendisi okyanusa ulaşmak istemiyor cam tabaktaki küçük kara balığın, arkadaşlarını da örgütlüyor !
Küçük kara balığın öyküsünü okuyun, her zaman uykuya dalanlardan ya da uyurgezer olanlardan değil kitabın sonunda küçük kara balığın öyküsünü öğrenince gözüne uyku girmeyen küçük kırmızı balık olun !

17 Ağustos 2010 Salı

11 Yıl Önce Bugün
Saatler 03:02'yi Gösterirken...

17 Ağustos 199917 Ağustos 1999'da yaşanan 7.4 büyüklüğündeki Gölcük Depremi'nin üzerinden tam 11 yıl geçti. Gerçek can kaybı hâlâ bilinmiyor. Resmi açıklamaya göre 17 bin 480 kişi öldü, 23 bin 781 kişi yaralandı, 505 kişi sakat kaldı, 285 bin 211 konut, 42 bin 902 işyeri hasar gördü. 45 saniyelik dehşetin ardından deprem kuşağında bir ülke olarak gereken dersi aldık mı ?

13 Ağustos 2010 Cuma

Bugün hem Cuma hem ayın 13'ü

13 Ağustos Cuma


Hem Cuma hem ayın 13'ü...
2010'un ilk ve tek 13 olan Cuma günü...
Dolunaysız !

12 Ağustos 2010 Perşembe

Dut Dönüşünce Pestil ve Kömeye...

Gümüşhane'den Pestil ve KömeDut meyvesi bal, süt, un, ceviz veya fındıkla karıştırılıyor, pek lezzetli, selenyum açısından zengin pestil ve kömeye dönüştürülüyor. Bu kez taa Gümüşhane'den bir aile dostumuzun getirdiği fındıklı pestil ve cevizli köme şenlendirecek sofralarımızı !

10 Ağustos 2010 Salı

‘’Her katil, katil olmadan önce sıradan bir insandır.’’


Ümit Ünal’ın yazıp yönettiği ilk uzun metrajlı filmi olan 2002 yapımı 9 (Dokuz) filmi Kafka’nın kısa öyküsü Ceza Sömürgesi’den alıntı sözlerle açılıyor: ‘’…ama çıt çıkmıyordu, en küçük bir uğultu bile duyulmuyordu. Makine böylesine sessiz çalıştığı için dikkatinizi çekmiyordu !’’

Sessiz çalışan makine alıntısından İstanbul’un kendi halinde, sessiz bir kenar mahallesine giriş yaparız. Mahalleye nereden geldiği belli olmayan, kendi halinde, mahalledeki sinagogda yatıp kalkan ‘Kirpi’ (Esin Pervane) lakaplı genç bir kız tecavüz edilerek öldürülmüştür. Polis bu cinayet kapsamında mahalleden şüpheli 6 kişiyi sorgulamakta ve filmin tamamı neredeyse yarı karanlık sorgu odasında geçmektedir. Mahallenin fotoğrafçısı Firuz (Ali Poyrazoğlu), kırtasiyecisi eski solcu Salim (Cezmi Baskın), anaç ev kadını Saliha (Serra Yılmaz), mahalle kasabının milliyetçi oğlu Tunç (Fikret Kuşkan), kah İngilizce kah Türkçe konuşan ve mahalle sakinlerince ‘Amerikalı’ diye çağrılan yarı deli bir adam (Rafa Radomisli) ile Saliha’nın serseri oğlu Kaya (Ozan Güven) konuştukça sessiz mahallenin gizli kalmış sırları tek tek açığa çıkacaktır. Sorgulamayı yapan polislerin yüzünü hiçbir zaman görmeyiz. Sorgulanan her bir şüpheli ekrandan izleyiciye doğru konuşmaktadır. Sanki bir aynanın arkasındaymışız ve sorgu odasını canlı olarak izliyormuşum hissine kapıldım film boyunca. Sorgulanan 6 ana şüpheli dışında sorgu odasına giren diğer iki kişi mahallenin manavı ile Kaya’nın sözlüsüdür. Böylelikle 8 kişiye ulaşırız. Dokuzuncu kişi ise vahşice öldürülen ‘Kirpi’ lakaplı genç kızdır. Kız hakkında sorgulananlar sürekli kızın anlamadıkları bir dilde bir şarkı mırıldandığını söylerler. (Eski bir Yidiş şarkısı olan Spozhkelekh’tir bu şarkı.) Bir de sürekli taktığı Davud Yıldızı kolyesinden kızın Yahudi olduğuna kanaat getirilmiştir.

6 şüpheli yani Firuz, Salim, Saliha, Tunç, Amerikalı ve Kaya sürekli birbirlerini suçlar. Saliha öldürülen kız hakkında bu tür olaylarda varılan genel düşünceyi dillendiriverir bir güzel: “ Bir meczup. Bir sokak köpeği kız. Ölmüşse ölmüş. N’apalım yani ?”

Sorgular sonucunda öğreniriz ki sessiz mahallede hiçbir şey göründüğü gibi değildir. Şüpheliler konuştukça mahallenin sırları açığa çıkar. Muhafazakar Saliha Ana, oğlu Kaya’nın babasının aslında Salim olduğunu söyler en sonunda. Salim ki Saliha’nın adını söylemeyi başaramadığı (bu yüzden Rus pezevenk diyerek geçiştirdiği !!!) Fyodor Mihayloviç Dostoyevski'nin kitaplarını okuyup bir de oğlu Kaya’ya okutturmaya çalışan komünistin tekidir ve Saliha’ya göre katil de odur büyük olasıkla. Mahallenin bıçkın delikanlısı Tunç’a göre ise katil Amerikalı’dır. Firuz aslında bir eşcinseldir ve Kaya’ya aşıktır. Kaya son iki üç yıldır para karşılığı Firuz'la birlikte olmaktadır. Olayın düğümü yavaş yavaş Firuz, Kaya ve Tunç üçlüsü üzerinde yoğunlaşır. Kirpi’nin öldürüldüğü gecenin öncesinde Firuz, Tunç ve Kaya’nın gerçekleştirdikleri içkili, haplı bir alem olmuş, üstelik bu aleme Kirpi de zorla dahil edilmiş, Firuz’un kamerasına an be an çekilen gecede Tunç Kirpi’ye tacizde bulununca Kaya onu kurtarmaya çalışmış, sonra birden Kirpi kaçıp kurtulmayı başarmış ve akabinde ölü bulunmuştur. Katil Firuz, Tunç ya da Kaya üçlüsünden biri midir ? Polis ağır baskı altında Kaya’nın katil olduğunu itiraf ettiği ifadesini en sonunda imzalatır. Katil gerçekten Kaya mıdır ? Yoksa Kaya’nın katil olduğu polis tarafından kendisine söylendiğinde Firuz'un söyledikleri mi gerçektir ? “Size bu hikayeyi en başından başka türlü anlatayım. Katil ben çıkayım... Nasıl olsa bu hikaye, nereye çekersek oraya gider !” der Firuz. Sorgu odasından çıktığında loş merdivenlerde Kirpi’nin hiç çıkarmadığı Davud Yıldızı kolyeyi bulur. Hemen akabinde Salim sorgu odasından çıktığında kapının numarasının 6 olduğu görürüz, kapı çarpar, numara birden aşağı doğru düşer ve 9 olur ekranda !
Ne demiştir Salim ? ’Her katil, katil olmadan önce sıradan bir insandır.’’
Baştan başlayalım mı hikayeye ?

6 Ağustos 2010 Cuma

65 Yıl Önce Bugün
Saatler Hiroşima'da 08:15'i Gösterirken...

6 Ağustos 1945 Japonya yerel saatiyle 08.15′te, Amerika Birleşik Devletleri Hava Kuvvetlerine ait “Enola Gay” adlı B-29 Superfortress modeli bombardıman uçağı, Japonya’nın Hiroşima kentine “Little Boy” (Küçük Çocuk) adı verilmiş atom bombasını atar. 20 kilotonluk, yani 20 bin ton trinitrotolüen (TNT) patlama gücüne gücüne eşdeğer bu atom bombası, resmi kaynaklara göre 140 bin kişinin ölümüne, onbinlerce insanın da radyasyondan ağır şekilde etkilenmesine neden olur. Kentin yüzde 60′ı haritadan silinmiş, kent üzerinde 13 kilometrekarelik bir radyasyon bulutu oluşmuştur. Hiroşima’ya bomba atılmasından üç gün sonra, 9 Ağustos 1945′te, Amerika Birleşik Devletleri yetinmemiş olacak ki, bu kez Nagazaki kentinin insanlarını atom bombası ile tanıştırır! Amerikan “Bockscar” isimli B-29 Superfortress modeli bombardıman uçağı, “Fat Man” (Şişman Adam) adlı ikinci atom bombasını Nagazaki semalarından kentin üzerine bırakır. “Şişman Adam” ilk anda 70 bin kişiyi öldürür.
...
...
...

Atom bombası kurbanları anısına Hiroşima'da düzenlenen bu yılki törene 74 ülke temsilci gönderirken 65 yıl önce atom bombalarını Hiroşima ve Nagazaki semalarından bırakan Amerika Birleşik Devletleri de bu yıl ilk kez bir yetkili göndererek nihayet anma törenine katılmıştır !Genbaku Anıtı

2 Ağustos 2010 Pazartesi

Hamburg'un Kuğu Denizi

Küçük Alster'de KuğularAlster'deki kuğuların yeraldığı kartpostal annemin yazevine haftasonunda benden önce ulaşmıştı.

Şimdi Hamburg'ta Dom zamanı diyor Alman arkadaşım. Bir zamanlar bizim de Hamburg seyahatimiz süresince Alman arkadaşlarımızla birlikte sık sık ziyaret ettiğimiz ve kızımın çok eğlendiği, Kuzey Almanya'nın en büyük eğlence festivali 30 Temmuz'dan 29 Ağustos'a dek bu yılki ziyaretçilerini bekliyor...Hamburger Dom