29 Ekim 2011 Cumartesi

Türkiye Cumhuriyeti 88 yaşında !


TÜRKİYE CUMHURİYETİ 88 YAŞINDA !!!
.

28 Ekim 2011 Cuma

Van / 23 Ekim 2011 / Saat 13:41 / 25 saniye

Van - Erciş Depremi yaralarının en kısa zamanda sarılabilmesi dileğiyle, yakınlarını kaybedenlere sonsuz sabır temenni ediyorum.
Gözü yaşlı Van Kedisi bobiler.örg´den alıntılanmıştır.

Depremden çok ama çok korkuyorum !

25 Ekim 2011 Salı

Korkoro / Liberté / Freedom / Özgürlük

ÖzgürlükSinemasıyla geç tanıştığım Endülüs kökenli Çingene yönetmen Tony Gatlif’in arşivimize katılan filmleriyle dolu dolu bir haftasonu geçirdik, filmlerini izlemeye devam ediyoruz halen. Gatlif’in asıl adı Michel Dahmani. 1948 Cezayir doğumlu , Cezayir’in bağımsızlık savaşında Fransa’ya göç etmiş, Fransız vatandaşı bir Roman (Çingene).Tony GatlifÇok kültürlü, çok kimlikli müzisyen, yazar, şair, yönetmen Tony Gatlif’i aslında rahatlıkla "bir tür bilge" olarak tanımlayabiliriz… Köklerini araştıran, soruşturan filmler yapmış, her zaman filmlerinde Çingeneler'in aidiyet sorununu yansıtmış ama hep Çingeneler'i kendileri gibi göstermiş, asla karikatürize etmemiş. Birbirinden hoş ama bir o kadar da hüzünlü filmleriyle öncelikle Çingeneler'in kalbini fethetmiş.

Tony Gatlif’in son filmi, 2009 yapımı Korkoro / Liberté / Freedom / Özgürlük, 1943 yılının Nazi işgali altındaki Fransa’sında geçiyor. Hep dışlanmış bir topluluk olan Çingeneler'in savaştan önce Avrupa’daki toplam sayıları iki milyonu buluyormuş. Bu sayının dörtte biri ila sekizde biri arasındaki tam belli olmayan bir kısmı, Naziler tarafından katledilmiş.KorkoroFilm, at arabaları üzerinde sürekli oradan oraya göç ederek hayatlarını sürdüren onbeş kişilik Çingene topluluğunun (ailesinin de diyebiliriz) savaşta ailesini kaybeden minik Claude ile yollarının kesişmesiyle açılıyor. Bu küçük çocuğa Çingene topluluğunun en çılgın üyesi Taloş (Taloche) kimsesiz anlamına gelen “çororo” adını takıyor; aralarında derin ve güçlü bir dostluk başlıyor. Geçtikleri ormanda Naziler'i görünce panik halinde saklanmak amacıyla zaman zaman uğradıkları St. Amend Köyü'ne geliyor Çingeneler. Minik Claude’u, Belediye Başkanı Théodore Rosier’e teslim ediyorlar. Ancak köyün hemen dışında kamplarını kurar kurmaz, işlerin eskisi gibi yürümeyeceğini anlıyorlar. Güvenlik güçleri tarafından önce kendilerine Nazi kuklası Fransız Vichy Hükümeti'nin yeni kanunu bildiriliyor. Göçebelik artık yasaktır, Çingeneler öyle istedikleri gibi yollara dökülüp seyahat edemeyeceklerdir. Elbette bu yasağın asıl amacı buldukları, topladıkları tüm göçerleri toplama kamplarına götürüp tıkmaktır; orada sağ kalabilenlerse, imha kamplarına gönderileceklerdir...Théodore Rosier ve çingenelerMatmazel Lundi ve ÇingenelerSenelerdir köylerine gelip giden Çingeneler'i tanıyan (aynı zamanda köyün veterineri de olan) Belediye Başkanı Théodore Rosier ile belediyede çalışan ve köy okulunda öğretmenlik yapan Matmazel Lundi (film ilerledikçe aslında direniş örgütünün sıkı bir destekçisi olduğunu gözlemliyoruz Lundi’nin), Çingeneler'e yardım eli uzatan yegane köy sakinleri oluyor. Huysuz ve hasta bir at tarafından ısırılan Théodore’un kolunu, kendi yöntemleriyle (çiğ yumurta ve üstüne taze inek dışkısı sıvayıp-sürerek) iyileştiren Çingeneler'e ne çeşit bir ilaç sürdükleri sorulduğunda verilen yanıt “Tanrı isterse, bir süpürgeye bile ateş ettirebilir!” oluyor.Dikenli tellerDikenli tellerden dört duvaraGüvenlik görevlileri, Nazilerle birlikte gelip, Çingeneler'i toplama kampına götürdüklerinde, yasadaki bir boşluğu yakalayan ( - Tapulu bir evleri olursa, göçerler göçer sayılamayacaktır. - ) Théodore, 10 Frank gibi göstermelik bir rakam karşılığında, dedesinin artık kullanılmayan, köyün ilk inşa edilmiş evini, Çingeneler'e satıp, onları kurtarıp, eve yerleştirir. Ancak özgürlüğüne düşkün, yerleşik yaşam kurallarına boyun eğmeyen Çingeneler'i bir ev de olsa söz konusu olan, dört duvar arasına sokamıyor! Nitekim, Taloş ağlayarak “Neden birden gacolar (gaco => gacolar / gadjolar yani Çingeneler'e göre Çingene olmayanlar) gibi dört duvar arasına sıkıştık, yoksa artık gaco mu olduk?" derken, çaresizliklerini hüzünlü bir şekilde dile getirmektedir.

Matmazel Lundi, direnişçilere yardımdan Théodore Rosier ile birlikte sorguya götürülünce, fırsat yakalayan Çingeneler evden hızla kaçarlar. Claude da tercihini yapacak, kendisine "kardeşim" diyen Taloş’la birlikte gitmeyi yeğleyecektir.Taloş ve ClaudeGüvenlik güçleri tarafından tekrar durdurulduklarındaysa, yapılacak pek fazla bir şey yoktur onlar için ! Boş kalan arabaları ve çadırlarının üzerinden, Tony Gatlif’in sözlerini yazdığı ve “kalanlara bol şans” sözüyle başlayan, Catherine Ringer’in söylediği Les Bohémiens şarkısı girer. II. Dünya Savaşı’ndaki Çingene soykırımı üzerine yapılmış ilk film olarak sinema tarihine geçen Korkoro / Liberté / Freedom / Özgürlük salt adıyla bile fazlasını anlatmaktadır ! (Elbette daha eski başka filmlerde de bu konu işlenmiştir fakat tek başına değil, hep başka konuların içine eklemlenerek...)
Filmde, birbirinden etkileyici karakterler var; Çingeneler'e yardım eden köyün Fransız kahramanları Théodore Rosier ve Matmazel Lundi’den, kendisine yeni bir aile arayan minik Claude’a, topluluğun her bir Çingene bireyine dek, tek tek tüm oyuncular rollerinin hakkını vermişler. Lakin, sanırım ben en çok “Suyu özgür bırakmak gerek!” diyen, resmi kimliğinin arasında çiçekler kurutan Taloş karakterinden etkilendim.TaloşSuyu özgür bırakan Taloş
Tony Gatlif’in tüm filmlerinde müziğin, bir "üst karakter" olduğunu da rahatlıkla söyleyebilirim. Kemanların yaylanan sesleri,gitarın tıngırtısı, şarkı sözlerinin içe işleyen ağırlığı olmadan, Gatlif’in filmleri de dört dörtlük olamazdı; eksik kalırdı kanımca..!

19 Ekim 2011 Çarşamba

I Hired a Contract Killer

Kült Fin yönetmen Aki Kaurismäki, Londra’nın arka sokaklarındaki köhne mekanlarda çektiği 1990 yapımı I Hired a Contract Killer / Bir Katil Kiraladım filmini aynı yıl ölen İngiliz yönetmen Micheal Powell’ın anısına ithaf etmiş. (Henüz izlemediğim ama Micheal Powell denilince ilk akla gelen film olan 1960 yapımı Peeping Tom / Röntgenci filmi, sinema tarihinde yönetmeninin kariyerini sonlandıran bir filmdir ama kendisinden sonra çekilen tüm psikolojik gerilim filmleri için de bir dönüm noktası olmuştur.)“Majestelerinin Su İşleri  Müdürlüğü”Londra’da yaşayan Fransız göçmen Henri Boulanger, “Majestelerinin Su İşleri Müdürlüğü”’nde 15 yıldır çalışmaktadır. Bu kurum özelleştirilince ilk kurban olan yabancı kökenli işçiler bir altın kol saati karşılığında kapının önüne koyuluverirler. Henri Boulanger’in bölüm şefiyle konuşup işten çıkarıldığını öğrendikten sonra sekreterin odasında sırada bekleyen “Ali Özgentürk” adındaki bir çalışandır. Bu filmin içinden adıyla geçen Türk yönetmen Ali Özgentürk, bir yıl sonra Aki Kaurismäki’nin ağabeyi Mika Kaurismäki'nin Zombie ja Kummitusjuna / Zombie and the Ghost Train / Zombie ve Hayalet Tren filminde oyuncu olarak konuk olacaktır.Henri Boulanger'in işine son verilirken
Ali Özgentürkİşten çıkarılmasıyla şoka giren Henri Boulanger değişik yollarla intihara kalkışacak ancak hepsinde başarısız olunca çareyi kendisini öldürmek için bir kiralık katil tutmakta bulacaktır. Anlaşma yapmak için gittiği köhne barda parayı öderken öldürülecek kişi olarak fotoğrafını verdiğinde “neden kendin yapmıyorsun, paran da sana kalır !” diye hayli ironik bir yanıt alır. Ancak kararlıdır, kendisi beceremediğinden birisinin O’nu öldürmesi için parayı verip anlaşır ve evine dönüp katilini beklemeye başlar. Bekle, bekle sıkılıp kiralık katiline “puba gidiyorum “diye bir not yazar, puba gidip muhtemelen hayatında ilk kez viski içer ve kader bu ya pubta hayatının kadınıyla tanışır.Henri şoktaHenri intihar girişimindeHenri ve hayatının kadınıAncak bilirsiniz anlaşma anlaşmadır. Hayatını sonlandırmaktan vazgeçmiştir hayatının kadınıyla tanışınca ama bakalım kiralık katilden kurtulmayı başarabilecek midir bugüne dek izlediğim filmler içindeki karakterler arasında en ifadesiz yüze sahip Henri Boulanger ?
Filmin müzikleri elbette her Aki Kaurismäki filminde olduğu gibi yine çok güzel. Bu arada son güncel bir notum da Finlandiya’nın elektronik müzikteki ünlü ismi Vladislav Delay (ya da diğer adıyla Sasu Ripatti) ile ilgili olacak. 17 Aralık 2011 tarihinde, Vladislav Delay, Borusan Müzik Evi’nde, Aki Kaurismäki’nin I Hired a Contract Killer / Bir Katil Kiraladım filmine canlı canlı “soundtrack” gerçekleştirecekmiş !

18 Ekim 2011 Salı

La Solitudine dei Numeri Primi

Sadece 1’e ve kendisine bölünebilen sayılardır asal sayılar. 2, 3, 5, 7, 11, 13, 17, 19,... Doğal sayıların oluşturduğu sonsuz dizilişte gururla ve tek başına dururlar!

Asal sayıların yalnızlığı arasında matematikçilerin “ikiz asallar” olarak adlandırdığı, bir ikili oluşturacak kadar birbirlerine yakın ama her zaman aralarında karakedi gibi bir çift sayının bulunduğu asal sayılar vardır. 3 – 5, 5 – 7, 11 – 13, 17 - 19, … ve böylece çoğaltarak devam ettirebileceğimiz gibi…

Birbirlerine yakın ama birbirlerine dokunamayan yapayalnız ikiz asallardan yola çıkarak Paolo Giordano, La Solitudine dei Numeri Primi / Asal Sayıların Yalnızlığı adındaki ilk kitabını yazar, bu ilk romanıyla 2008 yılında İtalya’nın prestijli ödülü Premio Strega’yı alır. Yönetmen Saverio Costanzo 2010 yılında Paolo Giordano’nun kitabından yola çıkarak yazarla birlikte senaryosunu oluşturarak, romanla aynı etkileyici ada sahip La Solitudine dei Numeri Primi / The Solitude of Prime Numbers / Asal Sayıların Yalnızlığı filmini çeker.

Kitabı okumadım. Filmin kurgusunu karmaşık bulmakla (yazarın romanını senaryoya dönüştürmesindeki zorluk yoksa yönetmenin tutumundan mı bu durum kaynaklanmış bilemiyorum) ve cidden zaman zaman izlerken yorulmakla birlikte ikiz asallar Alice ve Mattia’nın birbirlerine yakınlaşan ama bir türlü tam olarak denk gelemeyen kesişimlerini sevdiğimi söyleyebilirim.

Çocuklukta yaşanılanlar kolay unutulmaz, izleri silinir sanırsınız ama silinmez. Çok derinlerde bir yerlerde kalır. Üstelik Alice ve Mattia’nın çocukluklarında başına gelenler öyle kolay hazmedilen şeyler de değildir. Babasının zorlamaları, Alice’nin çocukluğunda kayak pistinde ciddi bir kaza geçirip bir bacağının topal kalmasına yol açacaktır. Topal bacağıyla arkadaşlarının alaylarına maruz kalan Alice hep tek başına kalacaktır okul hayatında. Çok zeki bir çocuk olan Mattia’nın omuzlarına özürlü ikiz kızkardeşini koruma ve gözetme görevi verilmiştir anne ve babası tarafından. Bu görevin yükü altında ezilen Mattia sınıf arkadaşının doğumgünü partisine götürmek istemediği kızkardeşini parktaki bir banka oturtur ve yarım saat içinde döneceğini söyler. Doğumgünü partisinde oyuna dalınca düşündüğünden geç gider kızkardeşini almaya ancak bıraktığı bankta yoktur kızkardeşi ve bir daha asla bulunamaz.Alice ve babasıMattia ve kardeşiAlice kayak pistinde, Mattia ise parkta bırakmıştır çocukluğunu, ergenliğini, yetişkinliğini. Her ikisi de bu derin travmayla yaşantılarını sürdürmeye çalışırken ergenliklerinde birbirleriyle tanışırlar. Sonra yetişkinliğe doğru ilerlerken bir şekilde hep kesişir yaşamları ama...Alice ve MattiaMattai ve AliceMattia ve AliceKapalı kutu bu iki (ikiz asal) karakterin travmalarını, yalnızlıklarını aşıp birbirlerine tutunmayı başarıp başaramadıklarını ya romanı okuyup ya da filmi izleyip öğrenmelerini salık vererek Ay’dan İzlenimler’in takipçilerine, Alice ve ailesinin kayak pistinde kaldıkları otelin boş koridor sahnelerinin doğrudan Stanley Kubrick’in Shining / Cinnet filmine gönderme yaptığını vurgulayarak “içinden filmler geçen filmler” kategorimde arşivimizde yerini bulduğunu belirtmek istiyorum bence en güzel, en ilgi çekici ada sahip filmlerden biri olan Asal Sayıların Yalnızlığı filminin.

13 Ekim 2011 Perşembe

Potiche

Pek klişe olacak ama, François Ozon ’un 2010 yapımı Potiche / Trophy Wife / Kadın İsterse filmi, hem hava hem ruh durumu açısından karamsar bir günün gecesinde doğan bir güneş gibiydi. Fransızca olan ‘potiche’ sözcüğünün sözlük anlamı vazo demek ancak aynı zamanda güzel olup zengin biriyle evlenerek hiçbir şeye karışmadan vitrin süsü olarak hayatına devam eden kadınlar için de bu terim kullanılmaktaymış.Pierre Barillet ve Jean-Pierre Grédy’nin aynı adlı komedi oyunundan François Ozon tarafından sinemaya uyarlanan filmde, Catherine Deneuve, fabrikası ve ailesini hep kendi çıkarlarına göre sömürüp idare eden varlıklı sanayici Robert Pujol’ün elinin hamuruyla erkek işine karışmayan, evine bağlı, hanım hanımcık, sus pus karısı Suzanne Pujol rolünde harikalar yaratmış.

Yıl 1977’dir. Suzanne Pujol , Fransa’nın Saint Godule kasabasında babasından kalma şemsiye fabrikasını kocası Robert yönetirken, kendisi günlerini ormanda koşarak, elişi ve yemek yaparak ve bir de şiir yazarak geçirmektedir. Kocası ve kızı tarafından dikkate alınmamaktadır Suzanne, sadece oğlu Laurent annesine hayrandır. Günler böyle geçerken kapitalist patronlarının sömürüsüne baş kaldıran işçiler greve giderler ve patronlarını esir alırlar. Tam bu noktada kocasını kurtarmak için Suzanne devreye girer. Hanım hanımcık Suzanne (ahlaki açıdan hem koca hem de karı tarafında, hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını da film ilerledikçe algılarız bu arada !) eskiden kısa bir gönül ilişkisi yaşamış olduğu komünist Vali Yardımcısı Maurice Babin (Gérard Depardieu)’den yardım ister kocasını kurtarıp, grevi sonlandırmak için. Koca kurtarılıp eve döndüğünde zorunlu sağlık sorunları sebebiyle uzak kalması gerekince fabrikadan, işin başına geçip fabrikayı yönetmek, işçilerle anlaşmak Suzanne’a düşer. Suzanne’ın hiçbir şeye karışmayan halinden bilinçlenen kadına dönüşmesi de bu andan itibaren başlar !Suzanne ve RobertKadının toplumdaki yerini hoş bir dille tartışan Potiche filminde, Robert Pujol’un yani kocanın tekrar fabrikanın başı olarak görevine dönmesinden sonra Suzanne’ın politikaya atılma kararı vermesi ve seçimlere girmesi François Ozon ’un senaryoya ilavesi olmuş. Orijinal oyun kocanın fabrikanın başına dönmesiyle sona eriyormuş. Sanırım yönetmen, 1970’lerle birlikte Fransa’da keskinleşen sınıfsal eşitsizlikleri, sağ-sol bölünmelerini şekerleme tadındaki bu komediyle sinemaya uyarlarken, oyundan bir adım öteye de taşıyıp kadın-erkek eşitsizliğine daha da çok dokundurmak istemiş.

12 Ekim 2011 Çarşamba

Harry, un ami qui vous veut du bien

Dominik Moll’un 2000 yapımı Harry, un ami qui vous veut du bien / With a Friend Like Harry / Harry, İyiliğinizi İsteyen Bir Dost filmi her sorunun bir çözümü olduğunu gösteren, dozunda bir psikolojik gerilim filmi.

Çok sıcak bir günde, karısı Claire’in yakınmaları, sürekli mızıldayan küçük kızı ve diğer iki kızının didişme sesleri eşliğinde arabasını kullanmaya çalışan Michel ve ailesiyle tanışıyoruz filmin akan jenerik yazıları eşliğinde. Tatillerini geçirmeye gittikleri dağ evine bir an önce varmak isterken Michel, mola verdikleri benzin istasyonunun tuvaletinde liseden arkadaşı olduğunu iddia eden Harry Ballestero ile karşılaşıveriyor. Harry en ince detayına kadar Michel ile ilgili herşeyi anlatırken pek de hatırlamışa benzemiyor Michel arkadaşını. El sıkışıp veda etmişken birbirine iki arkadaş, Harry benzinci çıkışında neredeyse önünü keserek Michel’in, kendisini ve güzel nişanlısı Purine’i zorla dağ evine davet ettiriyor. İşte tüm olacaklar da bu davetle birlikte başlıyor, Harry arkadaşı Michel’in hayatına balıklama dalıyor ve yaklaşık iki saat boyunca film izleyiciyi sarıp sarmalıyor.HarryHarry yüzünde hep naif bir ifadeyle arkadaşı Michel’in hayatını değiştirmesi için elinden geleni ardına koymuyor, üstelik zaman zaman Makyevelist çözümlerle hayli radikal bir yol da çiziyor Michel’e… Ama gelin görün ki evdeki hesap çarşıya uymaz misali, iyi aile babası Michel izleyiciyi gayet güzel ters köşeden vurup şaşırtıyor. Bu durumda söylenebilecek yerinde yorum “Harry gibi bir dostunuz olsun, gerisi yalan olsun !” olabilir. Ancak elbette Michel’in kaybettiklerini göz ardı ederseniz !

10 Ekim 2011 Pazartesi

Üç vakte kadar...

Fala inanma, falsız da kalma!"Kaz Dağları Perisi" arkadaşıma artık Kaz Dağları dar geldiğinden, dedi ki "Taaaaaa Nepal'e gitmeliyim; Himalayalar'ı görmeliyim!".

Pazar günü, yağmurun eşliğinde, kızımla birlikte "Kaz Dağları Perisi" arkadaşıma "Güle güle" demek için biraraya geldik... Güzel sohbetin eşliğinde, kahve fincanının içinde gördük sahiden Dünya'nın en büyük ve en yüksek Himalaya sıradağlarını !:-)

Himalayalar deyince aklıma elbette hemen Frank Capra'nın 1937 yapımı Lost Horizon / Kayıp Ufuk filmi de gelir. Himalayalar'daki hayali ülke, ütopik Shangri-La'yı arkadaşım bulur mu görür mü bilemem ama döndüğünde bize anlatacağı, aktaracağı çok fazla izlenimi olacağı kesin...

Sözün kısası, hayalleriniz kadar varsınız!

7 Ekim 2011 Cuma

Turkuaz bir balon bıraktım gökyüzüne


7 Ekim Balonu - Kızımın doğumgünü bugün!

5 Ekim 2011 Çarşamba

Attenberg

Yorgos Lanthimos’un , çok tartışılan Kynodontas (Κυνόδοντας)/ Dogtooth / Köpek Dişi filminden bahsedince, peşisıra bu kez yapımcısı ve oyuncularından biri olduğu Athina Rachel Tsangari’nin 2010 yapımı Attenberg filminden bahsetmemek olmaz dedim kendi kendime. İki Yunan yönetmen hoş bir dayanışma sergiliyorlar işlerinde. Çünkü Athina Rachel Tsangari de Kynodontas filminin yapımcılarından biriydi. (Hemen bir ilave not, Yorgos Lanthimos’un bu ay sonunda Yunanistan'da vizyona girmesi beklenen son çalışması Alpeis / Alps filminin de yapımcılarından biri Athina Rachel Tsangari.)

Filmin adı, ayrıntılı doğa belgesellerini çeken, sunan İngiliz bilim adamı Sir David Attenborough ’un adının yanlış telaffuzundan kaynaklanıyor. Nasıl Sir David Attenborough dünya üzerindeki tüm canlıları en ince detaylarına kadar inceliyorsa, Tsangari de hem yazıp hem yönettiği filminde küçük bir Yunan sanayi kasabasında, henüz 20li yaşlarının başında olduğunu düşündüğüm Marina adındaki genç bir kız ve O’nun ölmek üzere olan hasta babası üzerinden insan türünü inceliyor, irdeliyor filminde.Bella ve MarinaBella ve MarinaBella ve MarinaMarina televizyonda sürekli Sir David Attenborough ’un belgesellerini (Planet Earth serisi) seyrediyor ve en yakın arkadaşı Bella’yla belgesellerde izlemiş olduğu hayvanların (özellikle gorillerin) taklidini yapıyor. Yönetmen özellikle bu hayvan taklidi sahnelerini film boyunca sahne atlamalarında bir üst sahne gibi aktarmış. Birdenbire başka bir sahne izlerken, kolkola ya da elele Marina ve Bella ortaya çıkıverip, kısa gösterilerini yapıyor ve başka sahneye geçiyor film. Müsamereye çıkmış iki okullu kız izliyormuş gibi hissediyorsunuz ikilinin tüm performanslarında. Düşünüyorsunuz, hangisi daha iyi, insan gibi kalmak mı hayvan gibi davranmak mı?

Marina’nın babası Marina'nın annesi öldükten sonra öylesine korunaklı yetiştirmiş ki kızını (Kynodontas filmindeki gibi had safhada faşizan bir tutum yok bu filmde ama pek çok açıdan bu filmle örtüştüğü sahneler var Attenberg filminin), halen büyümesini tamamlayamamış Marina, yetişkin olmakta (kime ve neye göre yetişkin, bu da ayrı konu elbette) geç kalmış. Aslında baba da tekerlekli iskemlenin üstünde hastane koridorunda sarfettiği “Yeni yüzyılın ellerine hiçbir şey öğretmeden bırakıp gidiyorum seni...” derken farkında sonuna dek çocuğunu hayata hazırlayamamış olduğunun. Korunaklı yetiştirirken çocuklarını aslında en büyük kötülüğü yaptığının farkında olmalı her ebeveyn (ki kendimi de dahil ediyorum korunaklı çocuk yetiştiren anneler gubuna !).

Babasının ölümü yaklaşmışken, cinsiyet, seks, arkadaşlık, hayat kavramlarını bir an önce çözüp kendi ayaklarının üzerinde durmayı öğrenmesi gerekmektedir Marina’nın, bir de elbette belgesellerdeki ayrıntılarda kaybolmaması gerektiğini. Tamam ayrıntılar hoştur, güzeldir, insanı renklendirir ama bazen salt sade yaşamaktadır tüm erdem !
Yunan sineması Yorgos Lanthimos ve Athina Rachel Tsangari ile çok hoş işler çıkartacağını müjdeliyor bence. İzlerken yer yer bunalmakla birlikte eleştiri tarzlarını ve sinema dillerini ilginç bulup sevdiğimi söylüyorum tereddütsüzce.

4 Ekim 2011 Salı

Kynodontas

Yorgos (Giorgos) Lanthimos, çok tartışılan Kynodontas (Κυνόδοντας)/ Dogtooth / Köpek Dişi filminde, yetiştiğimiz, çocuklarımızı yetiştirdiğimiz toplumun en küçük birimi olan ailede bir baba ve annenin çocuklarını dış dünyadaki tehlikelerden korurken nasıl faşizan olabileceklerini pek rahatsız edici biçimde anlatmış… Eğer “rahatsız eden filmler” kategorisi açmış olsaydım, rahatlıkla Pier Paolo Pasolini’nin Salo filmi ile Michael Haneke’nin Das Weisse Band filminin önüne geçerek birinci sıraya yerleşirdi Kynodontas.KynodontasDış dünyayla tek bağlantıyı evden işe gidip gelmekle babanın yaptığı, annenin gönüllü olarak, iki yetişkin kız ve bir erkekten oluşan üç kardeşin ise bilmeden katlandıkları izole yaşam, izleyene doksandört dakika boyunca sürekli sebep – sonuç – çözüm sorgulaması yaptırtıyor. Ancak tıpkı Michael Haneke gibi ne sebep gösteriyor Lanthimos, ne de çözüm üretiyor. Filmini sunuyor ve çekip gidiyor, elbette hazmetmesi de izleyiciye kalıyor.
Filmde, bize belletilen, öğretilen herşeyden farklı bir dünya yaratmış, kendi eğitim sistemleriyle, kavramlarıyla çocuklarına hükmeden bir anne-baba var.Bu teyp farklı sözcükler öğreten teyp !Hazırladıkları kasetlerle bildiğimiz sözcükleri değişik anlamlar-kavramlar yüklenmiş olarak öğretiyorlar çocuklarına. Gerçekten, "Dil nasıl yok edilir?"´e oldukça iyi bir örnek, bu filmde gösterildiği biçimde sözcük eğitimi vermek; beyin yıkamak... Telefon, tuzluk demek(!), zombi de bahçedeki küçük sarı çiçek(!), deniz ise büyük koltuk(!). Baba, eve alınan su şişelerinin etiketlerine dek söküyor; çünkü dış dünyayla bağlantı kurulabilecek her şeyi yok etmek gerek ki zarar vermesin çocuklara! Çitlerin, duvarların dışında, insanları yiyen canavar kediler var. Kedilere karşı havlamak gerek. Uçaklar zaman zaman gökten aşağıya düşebilen oyuncaklar...KynodontasTelevizyon yok, sadece babalarının yine kendilerini çektiği video filmleri izleyebiliyor çocuklar. Birbirleriyle kıyasıya rekabet içindeler. Günlerini oynadıkları tuhaf oyunlarla geçirip ödül olarak çıkartmalarını almalarını bekliyorlar. Frank Sinatra’yı dedeleri olarak tanıyorlar.
Dışarıdan tek temas kurulan kişi, erkek çocuğun cinsel dürtüleri giderilsin diye para karşılığı babanın işyerinden gelen güvenlik görevlisi genç bir kadın. Tüm işleri karıştıran, babanın kurduğu otoriteye çomak sokan da dış dünyadan tek bağlantı olan bu kadın oluyor filmde. Ne demişler insanın başına ne gelirse meraktan gelir! Kadının, çocukların aklını karıştırdığının ayırdına varınca baba, keskin bir çözüm yolu buluyor ve karısıyla birlikte büyük kızlarını erkek çocuklarına sunuveriyor.
Çocuklar durumun ayırdına varmaya başlayınca işlerin hiç de evlerindeki kurulu düzen gibi olmadığının, yüksek çitlerin, duvarların arkasındaki evlerinden ve bahçelerinden ibaret olan tüm dünyaları çatırdamaya başlıyor. Bu çatırdama, "otorite nasıl yerle bir edilir?"´e dek yavaş yavaş sürüklüyor evdekileri. Evet, evet, dışarıda bir hayat var ne kadar gizlense de saklansa da gidip elmayı almak gerek ! Oysa biliyor ki çocuklar, anne ve babalarının kendilerine bellettiği üzere dışarıya çıkabilecekleri tek zaman (filme adını da veren) köpek dişlerinin düştüğü zaman. Besinleri koparmamıza yarayan köpek dişlerinin en sağlam dişlerimiz olduğunu anımsatmama gerek var mı?
Ailenin büyük kızının, eve gelen güvenlik görevlisi kadından gizlice edinip izlediği Jaws ve Rocky IV filmleriyle “içinden filmler geçen filmler” kategorime yerleşiyor Yorgos Lanthimos'un 2009 yapımı Kynodontas filmi..!

3 Ekim 2011 Pazartesi

Calamari Union

Aki Kaurismäki’nin pek sevdiğim Leningrad Cowboys Go America / Leningrad Kovboyları Amerika'ya filminin öncülü de kabul edilen Calamari Union / Kalamar Birliği, Kaurismäki’yi kült yönetmen yapan filmlerden birisi kanımca.

14 Frank ve 1 Pekka (tek İngilizce konuşandır film boyunca), Helsinki’de çoklukla işçilerin yaşadığı Kallio’dan efsanevi Eira’ya gitmek üzere yola çıkar Aki Kaurismäki’nin 1985 yapımı Calamari Union / Kalamar Birliği filminde. Kısıtlı para ve toplu taşıma araçlarıyla yapılacak hayli zorlu bir yolculuktur bu. Yola çıkar çıkmaz metroyla, indikleri ilk durakta ilk firelerini verirler, ölür Frank’lardan biri, kalırlar 14 kişi.

Kalanların şu erişilemez Eira’ya varıp varamadıkları konusunda ipucu vermeyeceğim kendimi zorlayarak. Tüm absürdlüğüyle izlenilmesi, sinema meraklılarının arşivlerine katması gereken bir film Kalamar Birliği.

14 kişi kaldıklarında tüm Frankler ve Pekka gece kulübünün birinde muhteşem şarkılarını söylerler: “Bad boys are coming to break all your toys / Kötü çocuklar tüm oyuncaklarınızı kırmaya geliyor !”Calamari Union
[Fotoğrafa tıklayın, büyüsün !]

Oyuncak meselesini bilemem ama Aki Kaurismäki’nin sinema ile ilgili pek çok klişeyi kırdığını rahatlıkla söyleyebilirim !