25 Şubat 2010 Perşembe

Zamanın Tozu

Zamanın TozuTheodoros Angelopoulos, Yunanlıların 20. yüzyıldaki göçlerini konu alan üçlemesinin ilk filmi olan To livadi pou dakryzei (Η σκόνη του χρόνου) / The Weeping Meadow / Ağlayan Çayır filmini 2004 yılında tamamlamıştı. İlk film 1919’da Odesa’da, Kızıl Ordu’nun kente girişiyle başlıyordu. İlk filmi çok önceleri izlemiştim. Theodoros Angelopoulos'un üçlemesinin ikinci halkası olan I skoni tou hronou (I Σκονη Του Χρονου ) / The Dust of Time / Zamanın Tozu filmini geçtiğimiz günlerde izledim. Üçlü bir aşk öyküsünün arka planında 1953 yılından başlayarak dünyanın tanık olduğu tüm tarihsel gelişmeleri izlediğimiz film "Hiçbir şey sona ermedi. Ermez de. Geçmişe doğru süzülüp giden bir hikayenin başladığı yere döndüm. Zamanın tozunda berraklığını yitiren ve sonra da ansızın..., öyle bir anda tıpkı bir rüya gibi geri gelen bir hikaye." sözleriyle açılıyor. Geçmiş ve şimdiki zaman birbirine karışarak filmin kahramanları farklı farklı ülkelerde birbirlerini (ama aslında kendilerini mi desem?) arıyorlar "Zamanın Tozu"nda... Tozlar havaya, geçmişe, düşüncelere karışıyor... Theodoros Angelopoulos'un 1982'den beri film müziklerinde birlikte çalıştığı Eleni Karaindrou'nun ezgilerinde kayboluyorum. Toz olmuyorum, toz gibi savruk hissediyorum !

23 Şubat 2010 Salı

Tom Waits söylüyor; "Telephone Call From Istanbul"


Tom WaitsTom Waits'in şarkılarını çevirmeye kalkışınca, sözler göründüklerinden farklı olarak pek çok anlam, gönderme içerdiğinden ciddi bir çuvallama riskiyle karşı karşıyasınızdır. Bu riskin ayırdında olarak ("Koyu Mavi" arkadaşıma önerileri ve yardımları için sonsuz teşekkürlerimle) pek sevdiğim, içinden İstanbul geçen en güzel şarkılardan biri olan "Telephone Call From İstanbul / İstanbul'dan Telefon Var" şarkısını çevirmeye (ya da biraz yorumlamaya mı desem?) çalıştım hasbelkader. Şarkı sözlerinde geçen "Never trust a man in a blue trench coat /
Mavi trençkot giymiş bir adama sakın güvenme" sözünün Leonard Cohen'in ünlü "Famous Blue Coat" şarkısına bir gönderme olduğu söylenir ama Tom Waits "öyle değil" demiş "bunlar sadece öylesine sözler, derin anlam aramayın !" Size kalmış elbette, isterseniz arayın. :-)


Telephone Call From Istanbul

All night long on the broken glass
Livin' in a medicine chest
Mediteromanian hotel back
Sprawled across a roll top desk

The monkey rode the blade on an overhead fan
They paint the donkey blue if you pay
I got a telephone call from Istanbul
My baby's comin' home today

Will you sell me one of those if I shave my head?
Get me out of town, is what Fireball said
Never trust a man in a blue trench coat
Never drive a car when you're dead

Saturday's a festival, Friday's a gem
Dye your hair yellow and raise your hem
Follow me to Beulah's* on Dry Creek Road
I got to wear the hat that my baby done sewed, whoo!

Well, take me down to buy a tux on Red Rose Bear
I got to cut a hole in the day
I got a telephone call from Istanbul
My baby's comin' home today


Tom Waits
Jalma Music (ASCAP), © 1986-1987
Frank's Wild Years, Island Records Inc., 1987



İstanbul’dan Telefon Var

Tüm gece boyunca elimde kırık bardak dostum
İlaç kutusunda yaşıyorum
Mediteromanian Oteli'nin arkasında
Çalışma masasının karşısında dağılmışım

Maymun (Şeytan) tavandaki pervane kanatlarında asılı kalmış dönüyor
Parasını ödediğin sürece her türlü çılgınlığı yapabilirsin
İstanbul'dan telefon var
Sevgilim eve dönüyor bugün

Eğer saçımı kazıtsam bana bunlardan satar mısın?
"Bırak gideyim bu şehirden" diyor "Ateştopu"
Mavi trençkot giymiş bir adama sakın güvenme
Bu kadar sarhoşken asla araba sürme

Cumartesileri festival, Cumaları çok değerli bir mücehver
Boya saçını sarıya ve kısalt eteklerini
Dry Creek Yolu’nda beni Beulah*’a dek izle
Sevgilimin bana diktiği şapkayı takmalıyım.

Red Rose Bear’dan smokin almam için şehre götür beni
Mola vermeliyim güne artık
İstanbul'dan telefon var
Sevgilim eve dönüyor bugün

(*)
a) Eski Ahit'te "sözde" vaadedilmiş İsrail toprakları
b) John Bunyan’ın Pilgrim’s Progress / Çarmıh Yolcusu kitabında tarif edilen cennet





Üçlemeler

İçinden başka filmler geçen filmler kadar üçleme filmleri de sevdiğimin ayırdına vardım, Semih Kaplanoğlu "Yusuf Üçlemesi"nin Yumurta ve Süt'ten sonra son halkası "Bal" filmi ile Altın Ayı ödülünü aldıktan sonra... Arşivimizdeki üçleme filmler zihnimi meşgul ediyor son bir kaç günden beri. İzlediklerimden bazılarını "AY'dan İzlenimler"e de konuk etmişim. Bazılarından hiç söz etmemişim. Bazılarının salt ilk filmlerini izlemişim, dolayısıyla devamlarının alınıp izlenmesi gerekiyor. Bazı üçlemelerin ise henüz yönetmenleri tarafından ikinci ve üçüncü ya da son kalan üçüncü halkaları çekilmediği için üçlemeleri tamamlanamamış. Dolayısıyla bu sebeple izlenememişler. Sözün özü, pek gereksiz sorunlarım var şu sıralar !!!
Michelangelo AntonioniÜçlemeler dedim de Michelangelo Antonioni'nin "Yalnızlık / Yabancılaşma Üçlemesi"ni özlediğimi farkettim birden. En kısa zamanda yeniden izlemeli... (Bakmak için film isimlerine tklayınız; L'Avventura, La Notte ve L'Eclisse)

22 Şubat 2010 Pazartesi

El Laberinto del Fauno

Pan ve Ophelia
"Pan: Kardeşinin odasına girmek zorundasın.
Ophelia: Ama kapı kilitli.
Pan: O zaman kendi kapını yaratırsın."

Haftasonu izlediğimiz Guillermo del Toro'nun yazıp yönettiği 2006 yapımı fantastik film El Laberinto del Fauno / Pan's Labyrinth / Pan'ın Labirenti , hayalleriniz kadar varsınız sözünü doğrulayan bir film. Benim de bir tebeşirim olsa ve olmayan kapıları çizerek yaratabilsem diye imrenmedim değil doğrusu.
Uzun söze gerek yok aslında: Döngü...Masallar her zaman büyüleyicidirDöngü..., iyi sonlanmasalar da !

20 Şubat 2010 Cumartesi

Altın Ayı "Bal"landı

Yusuf'un çocukluğuBu akşam sonuçlanan 60. Uluslararası Berlin Film Festivali'nde büyük ödülü Türk yönetmen Semih Kaplanoğlu’nun "Bal" filmi kazandı. Semih Kaplanoğlu'nun "Yusuf Üçlemesi"ni oluşturan Yumurta (Yusuf'un olgunluk dönemi) ve Süt (Yusuf'un ergenlik dönemi) filmlerinden sonra Yusuf'un çocukluk dönemini anlattığı Bal filmi ile festivali "Bal"landıracağını gerçekten tahmin ediyordum. Şimdi, Yusuf'un yedi yaşını izlemeyi merakla bekliyorum...

17 Şubat 2010 Çarşamba

"Ey, iki adımlık yerküre senin bütün arka bahçelerini gördüm ben !"

Birini diğerinden ayrı düşünemediğim iki ayrıksı şaireden Slyvia Plath, kırkyedi yıl önce bugün yerküreden ayrılmaya karar verdiğinde kendisinden etkilenmiş, üniversitede bitirme tezi olarak kendisini seçen ve tıpkı O'nun gibi intihar ederek yerküreden ayrılacak Nilgün Marmara'dan haberdar olamazdı elbette. Nilgün Marmara'nın kaya gibi etkili, dokunaklı şiiri "Düşü Ne Biliyorum"'un anlamlı dizelerini de bilemedi hiç bir zaman:

"...
uyanıyorum küstah sözcüklerle:
Ey, iki adımlık yerküre
senin bütün arka bahçelerini
gördüm ben !"

16 Şubat 2010 Salı

Kız Kulesi'nin aklı olsa...

Galata Kulesi'nden Topkapı Sarayı ve AyasofyaGalata Kulesi



11 Aralık 2008'e ait Galata Kulesi ve Galata Kulesi'nden Topkapı Sarayı ile Ayasofya fotoğrafları Bedri Rahmi Eyüboğlu'nun İstanbul Destanı isimli şiirindeki İstanbul Kuleleri ile ilgili dizeleri getirdi usuma...






"...

İstanbul deyince aklıma kuleler gelir.
Ne zaman birinin resmini yapsam, öteki kıskanır.
Ama şu Kız Kulesi'nin aklı olsa
Galata Kulesi'ne varır.
Bir sürü çocukları olur.

..."

14 Şubat 2010 Pazar

AL CAPONE STYLE
STValentineS DAY / 14.02.1929

Al Capone Sevgililer Günü'nüzü Kutlar !
Bilinen en ünlü Amerikan gangsterlerinden biri olan Alphonso Gabriel Capone ya da kısaca Al Capone, 1893'te ABD'ne göç etmiş İtalya/Napoli kökenli bir ailenin çocuğu olarak 1899 yılında New York'ta doğdu. Yeniyetmeliğinde pek çok ıvır-zıvır işte çalıştı. Biraz daha palazlanınca bu işlerden biri olan bar fedailiği esnasında, yüzüne aldığı darbelerden oluşan üç yara izi nedeniyle daha sonraları kendisine "Yaralıyüz" (Scarface) lakabı takıldı. Al CaponeBu isimle çekilen biri eski, biri yeni sürüm filmlere esin kaynağı oldu. Arşivimizde her ikisi de mevcut. Yenisi Al Pacino'lu... Al Capone da, Lucky (Şanslı) Luciano gibi yeraltı dünyasındaki yükselişini 1920'li yıllardaki içki yasağı sayesinde gerçekleştirebildi; 1929 bunalımı öncesi "Roaring Twenties" (Kükreyen 20'ler-Ki bu isimde de eski bir film çekilmiştir; arşivimizde mevcuttur) zamanındaki çılgın eğlenceli yaşam içkisiz düşünülemezdi... Chicago'da içki kaçakçılığından çok büyük bir servet kazandı "Al". Chicago’nun banliyölerinden Cicero'da kendi adamını Belediye Başkanı seçtirecek denli büyümüştü artık. Zirvedeyken 15000 adamı olduğu söyleniyordu.Kutla bakalım Sevgililer Günü'nü !Al Capone, sahip olduğu yasal kumarhanelerle de kirli işlerini gizleyebiliyor, kara parasını aklayabiliyordu... Bu süreçte, rakipleri ve düşmanları arttı. 1929'a gelindiğinde düşmanlarıyla arasındaki gerilim bir mafya savaşına dönüştü. 1929'un 14 Şubat'ında rakip gangster çetesinden yedi kişiyi öldürttü. "Sevgililer Günü Katliamı" (Saint Valentine's Day Massacre) olarak anılan bu olayın, Al Capone ile bağlantısı asla kanıtlanamadı. Gitgide politik güce de sahip olmaya kalkması, yerel yönetici ve emniyet yetkililerini rüşvet yoluyla ele geçirmesi üzerine, ABD yönetimi bu pisliğin sonunu getirmeye karar verdi. Fakat öylesine her pisliğinin kılıfı hazırlanmıştı ki, hakkında bir delil bulunamadı. Pek çok kirli işe ve cinayete bulaşan Capone bu suçlardan değil, 1929'da vergi kaçakçılığından tutuklandı ve ünlü Alcatraz Hapishanesi’ne kondu. 1947’de burada öldü. ......Chicago suç örgütlerindeki hakimiyeti ele geçirmek için Kuzey Yakası reisi George "Bugsy" Moran'ın karargah olarak kullandığı bir otomobil garajını, sahte polis üniformasıyla basan Al Capone'un adamları, garajda bulunan yedi gangsteri kurşun yağmuruna tuttu. Al CaponeAl Capone, bu katliamı gerçekleştirmeden önce "Moran'a öyle bir Sevgililer Günü hediyesi vereceğim ki asla unutamayacak!" demişti. Capone, o sırada Florida'daydı ve bu nedenle de suçlamalardan sıyrılabildi.
Anlamsız ve de ithal, tecimselleştirilmiş (ticarileştirilmiş) Sevgililer Günü'nüzü, Al Capone'un "Sevgililer Günü Katliamı" (Saint Valentine's Day Massacre) ile kutlayarak bu saçma güne bir anlam kattığımı düşünmüyorum elbette !
"My Funny Valetine" şarkısının son dizesi ile noktalayayım bugünkü günce notumu: "Each day is valentines day" (Her gün Sevgililer Günü'dür)...

12 Şubat 2010 Cuma

Amy Winehouse söylüyor: "You Know I'm No Good"

Amy WinehouseSistemin yönlendirdiği tüketim güdüsünden aşk da nasibini fazlasıyla aldı ama yine de en "aykırı aşk şarkıları"nı besteleyen, söyleyen Amy Winehouse'dan bahsetmeden geçemeyeceğim en azından 14 Şubat değil bugün diye düşünerek ! Amy Winehouse, sevgili(m) kocam sayesinde keşfettiğim bir sanatçı. Biraz geç oldu ama güç olmadı ! "Nomen est omen."... Bu söz, Latince "İsim kehanettir." anlamındadır. Amy Winehouse'da biraz öyle olmuş. "Winehouse", şarap evi yani meyhane demek ! Aykırı davranışları, marjinal havası ve bir türlü kurtulamadığı bağımlılıklarına karşın, müthiş yorumuyla, yaşadığımız yıllarda bulunması zor bir Jazz-Soul biraz da R&B sesi... 1983 doğumlu A. Winehouse ama çok daha yaşlı gösteriyor. Bağımlılıkları ve olaylı yaşamı çökertmiş kendisini. ABD'li bir garip mezhebin vaizi (Bob Larson), A. Winehouse'un içine Şeytan girdiğini ve isterse içinden çıkartabileceğini söylemiş ! Babası taksi şöförü, annesiyse bir eczacı. Annesi biraz geri planda kalmayı tercih ediyor babasına göre. "I TOLD YOU I WAS TROUBLE - LIVE IN LONDON" isimli müzik DVD'si mevcut arşivimizde. Tekrar tekrar izlenesi, dinlenesi bir DVD. Ekstralarında, dökümanterde, babasını taksisini sürerken ve kızı hakkında yorumlarda bulunurken bol bol görebiliyoruz. Kapısının önünde bekleyen gazetecilere küfürler edip, sonra da onları en yakın markete bira almaya gönderebilecek kadar bir acaip kişilik A. Winehouse. Bir sürü amcası ve anne tarafının büyük kısmı profesyonel caz müzisyenlerinden oluşmakta. Dinah Washington, Ella Fitzgerald hatta Aretha Franklin'i yer yer anımsatması yorumunun, küçükken aile ortamında bolca onların yapıtlarını dinleme şansına sahip olmasından gerek. Büyüdükçe hip-hop, R&B, rap gibi tarzları keşfetmiş. Şimdi yaptığı müziğinse azıcık R&B tınıları hariç ve ska, soul hatta kalipso, funk etkileri olsa bile, saf caz müziği olduğunu söylemek mümkün sevgili(m) kocama göre. Sesini kullanış tekniği, iniş ve çıkışları, yer yer ustalıkla buğulandırışı gerçekten harikulade.Amy Winehouse İlk albümü "Frank"´i, 19'unu bitirip 20'sine gelirken çıkartmış A. Winehouse. Ondan evvel İngiliz Pub ortamlarında kendi kendine mırıldanır dururmuş. Bazen bir kep uzatırlar ve atarsınız içine gönlünüzden kopan bir şeyler; işte buna benzer bir halde ama paradan ziyade keyfi için söylermiş "Frank" öncesinde. Yalnız bu işlere başlangıç yaşı biraz küçükmüş : On (10)..! Platin düzeyine çıkan "Frank" satışları ile Birleşik Krallık'ta uzun süre bir numara olmuş listelerde A. Winehouse. "Frank"´teki bazı parçalarında kısmen pop sound'u da bulmak olası. "Jazz" üstbaşlığında bir çok yakın türü birbiriyle sentezlemiş anlayacağınız. Ünü gitgide artan A. Winehouse, medya tacizi ve olaylı evliliğiyle (ve son olarak boşanmasıyla) gitgide daha fazla uyuşturucu batağına düşer... Bir türlü de tedavi olmak istemez. Hatta "Rehab", sağaltım karşıtıdır diyebiliriz! Türlü rezillikleriyle sürekli medyanın gündemindedir artık... 2006 sonlarındaysa "Back to Black" albümünü çıkartır A. Winehouse ve bu albüm daha profesyonel, daha tutarlı olur bence "Frank"´ten. 1960'lardan sıçramış bir acaip müzik ! The Supremes'i de anımsatmıyor değil. Daha eski devirlerin "Old Fashion Jazz"´ı ile harmanlanmış ve gerçek müzik severlerin kulaklarına sunulmuş bir hal mevcut "Back to Black"´te. "Back to Black" soul havasıyla, hüzünlü ama kendinden taviz vermez bir kişiliğin uzantısı. Gözle görülür bir hızla, alenen intihar ediyor sanki A. Winehouse. Sevgili(m) kocam postmodern materyalist toplumla uzlaşamayanları, kendi içinde "Bağıranlar" ve "Olgusal Eylemciler" ile "Sinikler" olarak üçe ayırır. O'na göre Amy Winehouse bunların ilk ikisinin karışımı. Bağıran bir olgusal eylemci!Amy WinehouseGerek yorumuyla, gerek yaşam tarzı veya tarzsızlığıyla. "Frank" ile "Back to Black" arasındaki farkın bir sebebi de, ilkindeki yapımcı Salaam Remi yerine ikincisinde Mark Ronson'un devreye girişi olmalı. Yahudi asıllı bir İngiliz kızı olmasına karşın, bir zamanların Motown yorumcuları gibi. Kendisini görmeden dinleyenlerin çoğu da bundandır ki zenci sanıyorlar A. Winehouse'u. Bazen Janis Joplin'i de anımsatıyor sesi. Joplin'in nasıl öldüğünü bilenler, Amy'nin çok daha genç olarak takipçisi olduğunu da anlayabilirler. Hatta A. Winehouse'un ne zaman öleceğine dair Net'te bahis siteleri dahi açılmış çoktan. Deadbet!
A. Winehouse'un tuhaf saçları ve giyimi, her tarafındaki garip dövmeleri (ailevi ve özel ilişkilerine gönderme var dövmelerde) nedense yapay olduğunu düşündürtmüyor. Hissettirdiği, bir acısının varolduğu içinde ve hep bunu bağırıp duruyor sanki. Bir marjinal anıt Amy Winehouse, yaşayan bir ölü. Alkol bağımlılığı, dengesiz ve agresif tavırları, anti-medya sevgisi, uyuşturucular, bitmeyen tedavi süreçleri, karmaşık aşk yaşamı fazladan medyanın ilgisini çekiyor ve müziğinin biraz geri planda kalmasına yol açıyor. Takip edenler bilirler, 2008'de altı dalda Grammy ödülüne aday gösterilip, beşini kazanması Grammy'nin neredeyse GrAMY olmasına yol açıyordu! ABD vize vermediği için Londra'dan uydu bağlantısıyla ABD'ndeki ödül törenine katılabilmişti. Ailesinin gazete ilanlarıyla kızlarının uyuşturucu ve alkol bağımlılığından yakınlarda yaşamını yitirme olasılığının bulunduğunu açıklamaları, Karaipler'deki paparazzilerin çektiği çıplak resimleri, Kuzey Londra'da sokaklarda orası burası kanlı ve yarı çıplak gece yarısı yürüyüşleri velhasıl-ı kelam rezaletlerin daniskası tavırları bu harikulade sesi ve yorumcuyu dinlememize engel değil. "I TOLD YOU I WAS TROUBLE - LIVE IN LONDON" DVD'sindeki orkestrası adeta Blues Brothers filmlerinden fırlamış gibi. Muhteşem dansçılarYer yer geri vokallerde kendisine eşlik eden ama asli işleri A. Winehouse söylerken dans etmek olan iki zenci dansçı da cabası! Genelde böylesi DVD veya konser kayıtlarında başı çeken bir ya da iki parça olur; diğerleriyse daha alt düzeydedirler. Amy Winehouse'daysa bunu demek güç. Tüm yapıtları dinlenebiliyor rahatlıkla. Ben en çok "Back to Black"´ten hoşlanmaktayım, kızımsa "Rehab"'den. Sevgili(m) kocamsa "You Know I'm No Good"´u seviyor. Kesinlikle gerçek müzik severlere önerilebilecek bir DVD "I TOLD YOU I WAS TROUBLE - LIVE IN LONDON". 2007 yapımı. Orkestra performansı inanılmaz. "Şecaat arzeden merd-i kıpti sirkatin söyler" diye de bakılabilir, yorumu ile yaşam tarzı arasındaki farka. Müziğini sevmek, müzik zevki gelişmiş kişiler için bir farz; ancak yaşam tarzına öykünmek ise intihar! Kızımızı da bu konuda sürekli uyarıyoruz... Ailece, İngiliz, Kuzey Londralı ve de Yahudi asıllı gerçek bir çatlak olan ama sesi mükemmel A. Winehouse'un merakla son albümünün kayıtlarını tamamlamak için gittiği Jamaika'dan muhteşem yeni yorumlarla dönüşünü bekliyoruz.You know I'm o good / Benden bir halt olmaz !

11 Şubat 2010 Perşembe

İstanbul'un olmazsa olmazı: Kız Kulesi

İstanbul kulelerini İstanbul'dan ayrı severim. Boğaz'ın tüm güzelliğini, gizemini, büyüsünü kendine toplamış Kız Kulesi olmazsa olmazlardan biridir her zaman için. Kızımla ortak pek değerli küçük cep defterimiz, sayfalarını çevirirken Kız Kulesi'ne en son 2003 yılında gittiğimizi anımsattı bana. Alman arkadaşım not düşmüş defterimize.Ay, Ay Tanrıçası ve Alman Arkadaş Kız Kulesi'nde Cemal Süreya'nın pek sevdiğim dizeleri düşüyor usuma...
"Kızkulesi’nin düş getiren pay senetleri
Kısa günde kapış kapış gitti."

9 Şubat 2010 Salı

"Hayat Var " - Hayat Zor !

Reha Erdem'in 2008 yapımı Hayat Var / My Only Sunshine filminin DVD'sinin çıkmasını sabırsızlıkla bekliyordum. Reha Erdem, ilk filmi ve bence başyapıtı 1988 yapımı A Ay / Oh Moon filmi ile kalbimi ve beynimi tam onikiden vurmuş bir yönetmendir. A Ay'ı izleyen diğer üç filmini de izledim ama açıkçası A Ay'ın bıraktığı tat her zaman çok başkaydı. Çıkar çıkmaz DVD'sini edindiğim Hayat Var filmini geçtiğimiz haftasonu izledik. Reha Erdem'in bu filmi de bir başyapıt olmuş ama "arabesk" bağlamda bir başyapıt. Filmin kamera arkası çekimlerinde "Denizden bakılan / ulaşılan bir İstanbul çekmek istiyordum" diyor Reha Erdem. Gerçekten de farklı bir İstanbul çekmiş, görsel ve ses olarak film çok güzel olmuş. Ancak filmin konusuna gelince ister istemez A Ay filmi ile karşılaştırma yaparak Reha Erdem'in aradan geçen yirmi yılda daha derbeder, her bakımdan yıkık, hayli umutsuz, hayal kırıklığı ile dolu bir İstanbul'a ve film kahramanlarına geçiş yaptığını söyleyebilirim.Hayat denizden istanbul'a bakıyor...Tıpkı A Ay filminde olduğu gibi Hayat Var'da da genç bir kız var odakta. "A Ay"'daki Yekta Boğaz kıyısında köhnemiş bir yalıda yatalak dedesi (ki aslında yatalak dedesi biyolojik babasıdır Yekta'nın), halalarından biri ve hasta kayınpederinin odasına gire çıka taciz edilip hamile bıraktırılan, Yekta'yı doğurduktan sonra da bir gün kendisini Boğaz'ın sularına bırakıveren annesinin hayaleti ile birlikte yaşamaktaydı. Prens Adaları'ndan birinde yaşayan diğer halası yeğenine (ki gerçekte biyolojik kızkardeşi) daha normal bir hayat vermek için çabalarken dediğim dedik yalıdaki diğer hala ise bu duruma karşı koymaktadır. Nefis klasik müzik ezgilerinde, Boğaz'dan Adalar'a siyah-beyaz elit bir İstanbul izletir bize A Ay filminde, R. Erdem.Hayat, dede ve baba üçlemesiHayat kayıkla okula gidiyor...Oysa Hayat Var'da izlediğimiz İstanbul görüntü, ses, yaşayış biçimleri bağlamında oldukça bayağılaşmıştır.
Filmin odağındaki Hayat isimli yeni yetme genç kız kaçakçılık yapan ve Boğaz'da demirleyen yabancı gemilere (- çoklukla Rus gemileri -) fahişe taşıyıp duran babasıyla, astım hastası yatalak ve sürekli küfür eden dedesiyle birlikte Göksu Deresi'nin kıyısında küçük bir kulübede yaşamaktadır. Hayat ve yatalak dedesi.Zorunlu olmadıkça konuşmamakta, hep "ııh mıııh, hım, hım..." mırıltıları çıkarmaktadır. Anne ve babası ayrıdır. Annesinin yeni eşinden bir de bebeği vardır ve Hayat'a annesinin evinde bir sığıntı gibi davranılmaktadır. Babası, Hayat'ı gitmekte olduğu ilköğretim okuluna kayıkla taşımaktadır. Hayat ve tacizci komşu kadınTerkedilmiş görünümdeki iskeleden, okula yürümektedir sabahları ve akşamları da bunun tam tersi... Okulda hayat acımasızdır. Hiç arkadaşı yoktur. Kopya çekmeye teşebbüs eder; yakalanır... Velisi çağırılır ama gelmez bir türlü vb... Çantasında taşıdığı kek ve gofretleri, sınıf arkadaşlarına vererek kendine arkadaş bulmaya çalışmaktadır. Hayat, evde ilgisiz babası ve hasta dedesi, mahallede tacizci bakkal ve tacizci yarı deli komşu kadın Kamile ile çepeçevrelenmiş hayatını kabullenmiştir. Sürekli hırpaladığı, kulübelerinin arka çayırındaki hindi (muhtemeledir ki hindi kendisine hükmeden herkesi özellikle erkekleri temsil etmektedir) ve sevgiyi aradığı, paylaşmaya çalıştığı küçük kediden, bir de sürekli karnına basılınca "my only sunshine" şarkısını söyleyip duran oyuncağından başka iletişim kurduğu kimse yoktur... Oldukça ironiktir şarkı söyleyen oyuncağın biterken "I love you" diye susması... En baştan hiç şansı olmadığının farkındadır. Konuşmaz, anlatmaz. Yaşadığı hayata, başına gelenlere tepkisi bu şekildedir. Bakkalın tacizleriyle karşı karşıyayken gıkı bile çıkmaz Hayat'ın. Donuklaşır sadece bakışları, bakar, bakar, bakar durur. Sürekli çıkardığı "ııh mıııh, hım, hım..." sızlanmaları film boyunca sizi rahatsız edip durur. Hatta öyle bir duruma gelir ki, Hayat bakkalın her tacizinde aldığı kek, gofret sayısını arttırır, kekleri ve gofretleri okuldaki arkadaşlarına daha sık dağıtarak ilgiyi üzerine çekmeye çalışır. Karşılığını alarak, kullanılmasına izin vermekte, fahişeliği adım adım öğrenmektedir Hayat. Kulübelerinin arkasındaki çayırda yüzükoyun, bir elinde kek-gofret poşetiyle yatarken, bacak arasından sızan kanla birlikte birden aklı da başına gelir sanki Hayat'ın. Büyüyüp-büyüyememek, başına gelenlerle baş edememek, evden kaçıp giderek, kurtulmakla-kurtulmamak arasında sıkışıp kalmış gibidir. Hayat bu mudur, Hayat için ? Kendisine meyil eden ve İstanbullu olmayan delikanlının O'nu beyaz bir ata olmasa da "Tess" ismindeki küçük motora bindirerek kulübeden uzaklaştırması hayli manidardır !Dereden denize açıldıklarında ve Boğaz'ın dalgalarına kavuştuklarında sanki maske ardına gizlenmek istermişcesine boyalı suratlı Hayat ve delikanlının dalgalar arasında süzülüşlerini izleriz. Filmin tümüne hakim Orhan Gencebay şarkılarından biri çalmaya başlar... Dalgalar "Tess"'e çarpar durur, motor kah yükselir, kah alçalır... Hayat, ilk kez hayat doludur. Delikanlıyla bakışları, gülümsemeleri birbirine karışır... Film boyunca, Hayat'ın izleyiciye aktarılan yazgısı yani çaresizliği, kabullenişi, yapacak bir şeyi olmayışı, sakinliği, nevrotikliği, dalgalardaki mutluluğu içimi burkar... Perde perde yükselen arabesk şarkı "dert bende, derman sende" dese de doğruluğu şüphe götürür. Sonuna kadar farkındasınızdır: Hayat zor, hayat acımasız, hayat sevimsiz, hayat umutsuz ama "Hayat" var ! Geride Reha Erdem'in denizden bize aktardığı yozlaşmış İstanbul eşliğinde merak kalır: "Hayat" kurtulacak mıdır?

5 Şubat 2010 Cuma

Los Abrazos Rotos

Golfo Kumsalı"AY'dan İzlenimler"´i izleyenler bilirler; içinden başka filmler geçen filmleri severim. Ancak, Pedro Almodóvar'ın son filmi Los Abrazos Rotos / Broken Embraces / Kırık Kucaklaşmalar filmini sevmem salt, içinden geçen başka filmlerden kaynaklanmıyor. Nisbeten daha sakin, daha duru bir Almodóvar filmi olduğu için de sevdim Los Abrazos Rotos filmini. Üstelik film, üçyüze yakın volkanik tepesiyle, "AY" yüzeyine benzeyen Atlantik Okyanusu'ndaki Lanzarote Adası'nı ve lavların oluşturduğu benzersiz siyah kumlarıyla Golfo Kumsalı'nı bir gün mutlaka görmeliyim çoşkusunu da içime doldurdu diyebilirim. Bu sebepten olsa gerek; aşkları sonsuzluğa kalan aşıklar Lena (Penélope Cruz) ve Mateo (Lluís Homar)'nun hem kumsalda hem de kumsala yukardan bakarken olan karelerini günceme konuk ediyorum. (Bu tür anlarda gerçekleşmesini istediğimiz dilekler için Alman arkadaşımın yorumunu hemen ekleyeyim: "Kısmet!")
Golfo KumsalıAlmodóvar bu filminin içinden salt başka filmler geçirmiyor, kendi filmi Mujeres al borde de un ataque de nervios / Women on the Verge of a Nervous Breakdown / Sinir Krizinin Eşiğindeki Kadınlar filmine de hoş göndermeler yapıyor filmin içinde çekilmekte olan "Chicas y Maletas / Kızlar ve Bavullar" filminin içindeki benzer konuyla. Bu arada, Almodóvar'ın Sinir Krizinin Eşiğindeki Kadınlar filmi kızımla her zaman aramızda gülüşmelere yol açan filmidir. Bu sebeple, filmin ismi bile geçtiğinde dahi gülümserim ve gözlerim ışıldar.
Almodóvar'ın Los Abrazos Rotos filminin içinden geçirdiği diğer iki film ise şunlar; Roberto Rossellini'nin 1954 yapımı Ingrid Bergman'lı Viaggio in Italia / Journey to Italy / İtalya'ya Yolculuk ve Louis Malle'ın 1958 yapımı Ascenseur pour l'échafaud / Elevator to the Gallows / İdam Sehpası filmleri. Pedro Almodóvar'ın takıntılı olduğu muhteşem Fransız oyuncu Jeanne Moreau'nun ilk başrolünü oynadığı Ascenseur pour l'échafaud daha önce "AY'dan İzlenimler"e konuk olmuştu. Kırık Kucaklaşmalar filminin ana karakterleri, aşkları sonsuzluğa kalan aşıklar Lena (Penélope Cruz) ve Mateo (Lluís Homar)'nun Famara Plajı'nda kiraladıkları kulübelerinde seyretikleri Viaggio in Italia henüz izlemediğim bir film ama tıpkı Lena'nın etkilendiği gibi etkilendim filmde yer alan Pompei'de birbirlerine sarılı uyuyan ve lavların etkisiyle öylece donup kalarak bir nevi ölümsüzleşen çift ile ilgili kareden.

4 Şubat 2010 Perşembe

blogpedroalmodóvar

Pedro Almodóvar'ın filmleri gibi renkli blogunu/güncesini okuyorum bir kaç gündür...
Sihirli ülkenin sihirli yönetmeninin dün akşam izlediğim son filmi Los Abrazos Rotos / Broken Embraces / Kırık Kucaklaşmalar ile ilgili Blogpedroalmodóvar'da blog notlarına göz atarken "Jeanne Moreau" takıntısını çok hoş dile getirmiş olduğunu gördüm. Almodóvar'ın günce notları filmleri kadar keyifli, hatta bazen daha keyifli...

3 Şubat 2010 Çarşamba

Karlar Düşer...

Brandenburg Kapısı - BerlinBerlin bana hep Wim Wenders'in Der Himmel über Berlin / Berlin Üzerinde Gökyüzü filmini anımsatmıştır. Alman arkadaşlarım geçtiğimiz haftasonu Berlin'deydiler. Brandenburg Kapısı kar dolayısıyla çok güzeldi diyor Alman arkadaşım. Elbette aynı durum İstanbul'un en sevdiğim caddesinde de geçerli bugün...İstiklal Caddesi - İstanbul

2 Şubat 2010 Salı

Whatever Works

Woody Allen'i değil ama filmlerindeki pırıltıları sevdiğimi hasbelkader günce notlarımı okuyanlar bilir. (Bakınız Radio Days, Vicky Cristina Barcelona ve Celebrity)
Woody Allen New York'undan uzaklarda çektiği dört film sonrasında (Match Point - 2005, Scoop - 2006, Cassandra's Dream - 2007 ve Vicky Cristina Barcelona - 2008) 2009 yılında tamamladığı Whatever Works / Kim Kiminle Nerede ? filmi ile salt memleketi New York'a dönmekle kalmadığını, klasik "Woody Allen tarzı" filmlerine de döndüğünü gösteriyor.Boris YellnikoffLarry David’in canlandırdığı Boris Yellnikoff karakteri Woody Allen'in klasik filmlerinde yer alan tipik bir Woody Allen karakteri. Mantıklı, kalıba girmiş, mutlu bir evliliği olan, fizik dalında Nobel'e aday gösterilmiş bir fizik profesörüyken bir gece kriz geçirince tüm hayatını gözden geçirmiş ve sahip olduğu her şeyi yadsıyarak öyküsünü değiştirmiş birisi Boris Yellnikoff. Öyküsünü film izleyicilerine anlatırken paylaştığı bir cümle zaman zaman benim de hep hissettiğim türden: "Hayatımı nasıl kazandığımdan daha önemlisi hayatımı neden yaşadığım ?"
Her şey olması gerektiği gibi görünebilir, teoride ya da kağıt üzerinde her şey ideal olabilir ama bilirsiniz hayat kağıt üzerinde değildir !

Acaba bu yüzden mi pek sevdim Boris karakterini ?