31 Aralık 2012 Pazartesi

İkibinonüç'e girerken...

.

28 Aralık 2012 Cuma

...ama bu gece AY dolunay !

İkibinoniki'nin son dolunayı!

25 Aralık 2012 Salı

Isztambul

Török, Macarca Türk demek. Ural Altay dil ailesinden bağlarımızın olduğu Macarca’da şaşırmamak gerekiyor Türkçe’ye çağrışım yapan sözcüklere, eh tabii bir de unutmamamız gereken bir durum olarak Macarlar'ın Hun geçmişi var.
Macar yönetmen Ferenc Török’ün (yani Ferenc Türk) yazıp yönettiği 2011 yapımı Isztambul / İstanbul filminden güzeller güzeli İstanbul’umuzu geçirmesinin sebebi acaba soyadından mı kaynaklanıyor diye düşünmedim değil bir izleyici olarak. Sonra Türk-Macar-Irlanda ve Hollanda ortak yapımı olarak çok uluslu olan bu film ile ilgili şu söyleşide okuduklarımda, hem filmiyle ilgili tüm gelişmeleri bizzat yönetmeninin açısından öğrenirken hem de yönetmenin kişisel bağlarından yola çıkarak bu senaryoyu yazdığını öğrendim. Yönetmen, filmin sonunu izleyicisine bıraktığını söylemiş röportajda ama kendi dileğinin ana kahramanının ülkesine dönmesi olduğunu da belirtmiş. Filmi izlerseniz karar verirsiniz sizin için nasıl bir son olacağına ama benim sonumda da kadın ülkesine dönüyor ama sadece ülkesine. Kesinlikle kendisini genç öğrencisiyle aldatmış olan eski kocasına dönmüyor kişisel sonumda. Burada bir acı durum saptaması da yapalım. Hiç farketmiyor, Türk ya da Macar, erkeklerin hepsi düz mantıkta yani “ben istediğim gibi yaparım, aldatırım, terk ederim ama karım asla yapamaz” mantığında tüm erkekler. Kocasının kendisini daha genç öğrencisi için terk etmesiyle, her şeyden kaçıp kurtulmak isteyen bir kadının İstanbul’a, kendisine her anlamda yabancı bir ülkeye ulaşması, filmi 1001 gece masalı tadına dönüştürmüş. Yönetmenin tüm İstanbul görüntülerini sevdim filmde, Johanna ter Steege ve Yavuz Bingöl’ü de oldukça başarılı buldum rollerinde.
İçinden naif bir İstanbul geçen bir film olmuş Isztambul . (Meraklısına küçük notlar: Güzeller güzeli İstanbul’umuzun adının verildiği ilk yabancı filmlerden biri, Joseph Pevney’in 1957 yapımı Istanbul filmidir. Mutluluğun kapısı olan kentimizin adının verildiği bir diğer film de Marc Didden’in 1985 yapımı Istanbul filmidir.)

21 Aralık 2012 Cuma

4:44 Last Day on Earth

İzlememiş olsaydım, 2011 yapımı Abel Ferrara'nın yazıp yönettiği 4:44 Last Day on Earth / 4:44 Yeryüzündeki Son Gün filmi, Maya Takvimi'nin son günü olan bugüne yakışan bir film olurdu kuşkusuz. Ne tuhaftır ki, izleyip, tekrar izlememe gerek olmayan filmler arasına kaldırdığım bir film olarak, 21 Aralık 2012 sayesinde güncemde yerini alan bir film oldu. Bazıları doğuştan şanslıdır!

Nibiru'dan Sevgilerle....

Erken bir yeni yıl kartı Nibiru/Marduk'un şerefine !:)

20 Aralık 2012 Perşembe

Kar güzeldir !

Fotoğraf, Alman arkadaşlarımın bahçesinden. 10 gün önce ulaşan muhteşem kar görüntülerini doğrusu çok kıskanmıştım. Nihayet bugün, 2012'nin sonuncu ayının ilk karı düşüyor İstanbul'a...

Dediği gibi Ahmet Muhip Dıranas'ın;
"...
Kardır yağan üstümüze geceden,
Yağmurlu, karanlık bir düşünceden,
Ormanın uğultusuyla birlikte
Ve dörtnala dümdüz bir mavilikte
Kar yağıyor üstümüze, inceden.
..."

19 Aralık 2012 Çarşamba

Sauve qui peut (la vie)

Birbiri ardına üç aşk filmi girdisinden sonra hayatın gerçeklerine, sinema tarihinin en özgün yönetmenlerinden biri olan Jean-Luc Godard (JLG)’la dönmek gerek!:)
1980 yapımı Sauve qui peut (la vie) filmi İngiltere’de Slow Motion, Amerika’da Every Man for Himself adlarıyla tanınıyor. Ülkemizde bilinen adı ise Herkes Başının Çaresine Baksın ve bu filmi izlemekten kaçınsın!!!
Şaka şaka, elbette Jean-Luc Godard’ın kendisini Paul Godard olarak ana karakterlerden birine yansıttığı bu filmi kaçırmayın ve Godard’ın neden film çektiğine dair itiraflarını bizzat duyun! 1970 itibariyle, arada Tout Va Bien? ve bir-iki film dışında uzun bir süre video çekimleri, dökümanterler ile ilgilenen Godard, 1979’da yeniden sinema filmlerine dönerek çektiği bu filminde sanırım ilk dokundurmayı kendisini Paul Godard karakteri olarak bu filme yerleştirerek yapmış.
“Habil ve Kabil” ya da “Sinema ve Video”. Kabil, Habil’i öldürmüştür, video da sinemayı mı acaba?!!! Bu duruma bu filmiyle son vermek istemiş sanırım Godard. Filmi izlerken ayarlarınızla oynamayın ve görüntünün bozulduğunu sanmayın, hakikaten zaman zaman bazı kareler ağır çekim olmuş filmde.
Sauve qui peut (la vie) filminde üç ana karakter var. Televizyon programları yapımcısı Paul Godard, Paul’ün ayrılmakta olduğu sevgilisi Denise ve bir ara birlikte olduğu fahişe Isabelle. Filminin tamamını İsviçre’de çekmiş Godard. Adı geçen Nyon kasabası II. Dünya Savaşı süresince eğitimine devam ettiği ve 18 yaşında ayrıldığı kasabaymış. Filmi izlerken, ‘68 ruhunun öldüğü bir Dünya’da pes etmiş bir Godard filmi diye düşünmeden edemedim. Yine kafası karışık bir Godard var ama vermek istediği mesajları yolluyor özenle yerleştirdiği görüntü kareleri ve konuşmalarla. Ana karakterlerden fahişe Isabelle’in (rahatsız edici rollerin rahatlıkla üstesinden gelen çok genç Isabelle Huppert var bu rolde) yeni kiraladığı evinin duvarındaki Coca-Cola içen Çinli çocuk fotoğrafına değinmek istiyorum.
Müşterisine, fotoğrafı kastederek “Benden önce buradaydı, “Cola”yı sevdiğim için atmadım.” diyor. Godard severler görüşlerinin bilincinde olarak La Chinoise filmini anımsayacaklardır. Eh tabii, çok sular akmıştır 60’lı yılların sonundan 1980’lere dek ve artık Çinliler de kapitalizmin en büyük içeceğini tercih eder olmuştur. Castro da nasibini alıyor Godard’dan “Castro ayakta kalıyor, çünkü Amerika ile Rusya onu ortada tutuyor." dokundurmasıyla. Bir müthiş dokundurma da fahişe Isabelle’in iş bağlayıcısıyla olan diyalogta geliyor; “Kimse bağımsız değildir.” diyor kendisinden bağımsız çalışmaya meyilli fahişesi Isabelle’e ve ekliyor “Sadece bankalar bağımsızdır ama bankalar katildir.” Katil olmadığını da bütün parasını değil sadece yarısını istediğini söyleyerek altını çiziyor. Oysa katil bankalar iliklerine kadar sömürüyorlar bireyleri !
Sauve qui peut (la vie) filmi içinden geçen İstanbul sözcüğüyle “İçinden Türk Motifleri Geçen Filmler” kategorime de yerleşiyor. Filmdeki Godard karakteri kızının yazdığı kompozisyonu okurken duyuyoruz İstanbul'u. “"Son 200 yılda, karatavuklar ormanları terk edip, kent kuşları haline geldiler. Önce 18. yüzyılda İngiltere'de, sonra Paris'te ve Ruhr'da. 19. yüzyıl boyunca, Avrupa'daki tüm kentleri istila ettiler. 1900'lerde Viyana'ya ve Prag'a yerleştiler. Sonra Budapeşte, Belgrad ve İstanbul'a yönelerek doğuya gittiler.” Godard bu kompozisyon vesilesiyle, karatavukların Dünya'yı işgalinin, asıl tepki gösterilmesi gereken pek çok olaydan daha çok Dünya'nın umurunda olduğunu söylerken çok da haksız değil aslında.

“Ay’dan İzlenimler”’e konuk olmuş diğer Jean-Luc Godard filmleri için başlıklara tıklayabilirsiniz:
Fikirler Bizi Ayırır, Hayaller Birleştirir!
Tout Va Bien?
Alphaville, une étrange aventure de Lemmy Caution
Şu küçük kırmızı kitap var ya
Kare kare aklımda!
“Ro.Go.Pa.G.”
Yeni tekniklere meraklı Jean-Luc Godard’ın halihazırda çekmekte olduğu üç boyutlu Adieu au langage filmini sabırsızlıkla beklediğimi belirterek bitiriyorum bugünkü notlarımı.

18 Aralık 2012 Salı

Una Giornata Particolare

Sevdiğim aktörlerden Marcello Mastroianni ile rol aldığı filmlere her zaman mesafeli kaldığım ve nedense oyunculuğundan pek de hoşlanmadığım Sophia Loren, Ettore Scola’nın 1977 yapımı Una Giornata Particolare / A Special Day / Özel Bir Gün filminde oldukça olanaksız bir yakınlaşmaya imza atıyorlar. Her ikisi de ama özellikle Sophia Loren alışılmışın oldukça dışında bu filmde canlandırdıkları rolleriyle. Bir kadın ve bir erkek arasında, tek gün ve neredeyse tek mekanda geçen Una Giornata Particolare, faşist İtalyan toplumun yansımalarını çok güzel sunuyor, Ettore Scola "benim İtalya'm bu olmamalı" diye sessizce çığlık atıyor filmiyle. Bu arada hemen belirteyim, filmin yapımcısı Sophia Loren takipçilerini şaşırtmayan bir isim; Carlo Ponti.
Filmin geçtiği gün, 8 Mayıs 1938, nazizm ile faşizmin yani Hitler ile Mussolini’nin Roma’da buluştukları gündür. Hem bu buluşma açısından özel bir gün olan 8 Mayıs 1938, aynı apartman bloğunda oturup karşılıklı pencerelerinden aynı avluya bakan ama birbirinden hayli farklı hayatlara sahip olarak henüz hiç karşılaşmamış, muhtemelen normal koşullarda da hiç de karşılaşmayacak olan iki ayrıksı bireyi bir araya getirdiği için “özel bir gün” oluyor.
6 çocuklu, Il Duce (Mussolini) hayranı, kestiği gazete küpürlerinden, fotoğraflardan kişisel faşizm albümünü oluşturmuş, kocası ve 6 çocuğu Hitler ve Mussolini’yi bir araya getirecek törene katılmaya gitmişken ev işleri yüzünden evde kalmak zorunda kalan Antonietta (elbette bakımsız ev kadınını da canlandırsa kendine has güzelliğiyle Sophia Loren) ile eşcinsel olduğu için radyodaki görevinden kovulan , hükümete bekarlık vergisi ödeyen, antifaşist Gabriele (oldum olası en anlamlı bakışlara sahip Marcello Mastroianni pek başarılı rolünde), Antonietta’nın kaçan papağanının Gabriele’nin penceresine konmasıyla kesişiveriyor.
Her tarafa asılmış, gözümüze sokulan dev nazi bayrakları dışında, Antonietta, Gabriele ve binanın kapıcısı meraklı faşist yaşlı kadından başkası yoktur koskoca yerleşim bloklarında. Antonietta kapısını çalar Gabriele’nin ve hiç farkında olmadan intihar etmeye karar vermiş bu umutsuz adamın hayatını kurtarır. Günün sonrasında birbirlerinin sırlarını, düşüncelerini, hayat görüşlerini paylaşacak bu ikilinin, kah kendi dairelerinde kah apartman sakinlerinin çamaşırlarının asılı olduğu terasında, meraklı kapıcı kadınla zaman zaman kapkaç oynayarak yakınlaşmalarını izleriz. Gabriele açısından cinsel tercihini hiç bir şekilde değiştirmeyecek olan bu yakınlaşma, kocası tarafından hor görülen, bir robot gibi ev işlerini kotaran, 6 çocuğunun arkasını bıkmadan usanmadan toplayan, hatta İtalyan hükümetinden ödül alabilmek için yedinci çocuğunu doğurmayı planlayan Antoinetta için belki de kendini salt kadın olarak hissettiği tek anlardır.
Bu özel gün sona ererken, Nevzat Atay’ın nihavend bestesi anımsanır; “Geç buldum çabuk kaybettim.”
Ettore Scola saygı duyulacak bir yönetmen. Bugünkü günce notlarımı yönetmenin 80 yaşında sinema kariyerini bitirmeye karar verdiğinde şu linkten orjinaline, şu linkten de İngilizce'sine ulaşabileceğiniz anlamlı sözleriyle noktalıyorum:“Artık üretim ve dağıtım süreçleri benim mantığımla uyuşmuyor. Benim için, seçme ve vazgeçme özgürlüğü en temel şey. Kendimi yavaş yavaş piyasanın kurallarına uymak zorunda hissettim ve özgürlüğümü kaybetmeye başladım. Mali kriz, sinema dünyasının özerkliğini engelliyor. Benim yaşımda biri, yapmak zorunda olduğu her şeyi yapmıştır ve bu yaşta, bu koşullarla verilmesi gereken en doğru karar emekli olmaktır.”

17 Aralık 2012 Pazartesi

Amour

Birine verilen sözün ne kadarı, nasıl ve ne pahasına tutulabiliyorun bir yansıması Michael Haneke’nin 2012 yapımı, Altın Palmiye'li Amour / Love / Aşk filmi. İzlediğim en sakin, kalbe en çok dokunan Haneke filmi oluyor Amour. Dipten vuruyor ve hiç bir şekilde önüne geçemeyeceğimiz ölümü sorguluyor, sorgulatıyor.
“Bir şey göstermek için film yazmıyorum ve çekmiyorum” diyen Haneke, Amour filminde en sonu en başta veriyor hayli vurucu bir şekilde. Paris’te şık bir apartman dairesine kapıyı kırarak giren yetkililer, yatağında en güzel giysisiyle etrafına çiçekler serpiştirilmiş Anne’in cesediyle karşılaşıyorlar. Nasıl bu noktaya gelindiğinin, Anne’in neden o halde oluşunun öyküsünü izliyoruz bundan sonra. Anne’in kocası Georges’un karısına verdiği sözü yerine getirebilmek için nasıl bir sorumluluk altına girdiğini rahat koltuklarımızda izlerken, bizim de günün birinde yaşlanacağımızı, bu tür hastalıklarla karşılaşabileceğimizi ve belki de çok zor kararlar almak zorunda kalabileceğimizi duyumsamamızı istiyor yönetmen.
Bir şey kanıtlamak ya da çözüm sunmak gibi bir derdi yok. Yazdığı, anlattığı film kahramanları gibi olabileceğimiz gerçeği her an yanıbaşımızda film süresince. Bir röportajında “tam da benim yaşımda –şu an 70 yaşında yönetmen- oldukça yakınsınız demektir sevdiklerinizi kaybetmeye, ölümle karşılaşmaya.” demiş Haneke ve bir yakınının ölümünün ardından, yaşanılan duygular için bu filmi yazmaya başlamış. Georges rolü için de ilk düşündüğü isimmiş Jean-Louis Trintignant. Kızım çok sevdi 81 yaşındaki Trintignant’ın yorumunu. Evet, Haneke’nin belirttiği gibi iyi bir film için iyi oyunculara ihtiyacınız var. Filmin iki başrol oyuncusu, izleyiciye aktarılan aşkın sahipleri Jean-Louis Trintignant ve Emmanuelle Riva boşa çıkarmıyor Haneke’nin sözlerini, ikisi de gerçekten devleşmişler rollerinde.
Televizyon için yapmış olduğu çalışmaları dışında yanılmıyorsam tüm filmlerini izledim Michael Haneke’nin. Amour / Love / Aşk beni en çok etkileyen filmi oldu açıkçası. Haneke, güvercinler üzerinden çok hoş bir metafora yer vermiş filminde.
İlk güvercin sahnesinde pencereden daireye giren güvercinin çıkması için elinden geleni yapan Georges, güvercin ikinci kez daireye girdiğinde bu kez yakalamak için elinden geleni yapıyor. İlkinde muhtemelen ölümü çağrıştıran güvercini uzaklaştırmak için uğraşırken, karısı Anne’in yerine koyduğu ikinci kez gelen güvercinde ise onu sımsıkı sarmalamak istiyor.
Jean-Louis Trintignant, Haneke’nin ne kadar zorlu bir yönetmen olduğundan bahsederken boşuna “güvercinleri dahi yönetmek, yönlendirmek istedi” dememiş şakayla karışık. Bu yüzden dikkatle izleyin güvercin sahnelerini.
Filmde beni en çok etkileyen sahnelerden birinde, albümdeki eski fotoğraflara bakıyor Anne. Dudaklarından birdenbire “Çok güzel.” sözcüğü dökülüyor ve “Nedir o?” diyen kocasına “Hayat !” diyor.
Hep söylerim, olmadık imgeler olmadık imgelere yol açabiliyor; Amour / Love / Aşk filmi nedense aklıma Sting’in Moon Over Bourbon Street şarkısını ve bu şarkıdaki “Mecburum öldürdüğümü sevmeye, sevdiğimi de öldürmeye” sözlerini getiriyor.

12 Aralık 2012 Çarşamba

Love is a Many-Splendored Thing

John Patrick’in Han Suyin’in otobiyografik “A Many-Splendored Thing / Muhteşem Bir Şey” romanından uyarladığı senaryo, Henry King tarafından 1955 yılında Love Is a Many-Splendored Thing / Aşk Muhteşem Bir Şeydir filmine dönüştürülür ve sinema tarihinin klasikleri arasında en hüzünlü aşk filmi olarak yerini alır. Bu muhteşem aşkın sahibesi Han Suyin'i çok yakın bir zamanda, geçen ayın başlarında kaybettiğimizi de hemen belirteyim. Umarım sonsuzlukta birliktedir Hong Kong'ta aşık olduğu İngiliz gazeteci Ian Morrison'la...
Film, 1949 yılının, henüz gökdelenlerle boğulmamış İngiliz sömürgesi olan Hong Kong’unda geçmektedir. Babası Çinli, annesi İngiliz ve Milliyetçi general kocası komünistler tarafından ölüdürülmüş olan melez Doktor Han Suyin (Jennifer Jones canlandırıyor) ile karısından ayrı yaşayan Amerikalı doktor Mark Elliott (William Holden bu rolde) karşılaşırlar. (Ayırtedebileceğiniz üzere; Han Suyin'in gerçekte aşık olduğu İngiliz gazeteci Ian Morrison, Hollywood uyarlaması olan filmde Amerikalı gazeteci Mark Elliott'a dönüşmüştür.)Bir yanda Çin iç savaşı son hızıyla devam etmektedir, öte yanda da Kore Savaşı patlak vermiştir. Han Suyin’in Çinli akrabalarının karşı çıkmasına, Hong Kong’ta ki çalıştığı hastanedeki yöneticilerin onaylamamasına ve Mark Elliott’un karısına rağmen aşkları öylesine güçlüdür ki korkusuzca karşı durmasını sağlar her türlü olumsuzluğa. Filmi izlememiş olan takipçiler için daha fazla “spoiler” vermeyeceğim ve filmden karelerle günce notlarımı sonlandıracağım.
Filmin içinden zaman zaman geçen kelebeklerin beni bu kadar hüzünlendirebileceğini hiç tahmin etmezdim !
İlk kez filmle birlikte duyulan filmle aynı isimli şarkının sözleriyle bitiriyorum oniki oniki oniki'yi :)
Love is a many-splendored thing

Love is a many-splendored thing
It's the April rose that only grows in the early spring
Love is nature's way of giving a reason to be living
The golden crown that makes a man a king


Once on a high and windy hill
In the morning mist two lovers kissed
and the world stood still
Then your fingers touched my silent heart
and taught it how to sing
Yes, true, love is a many-splendored thing


Söz: Paul Francis Webster - Müzik: Sammy Fain

Kişisel Müzelerimiz İçin Tarihe Düşülen 12.12.12

10 Aralık 2012 Pazartesi

O Thiasos

Theodoros Angelopoulos’un 1975 yapımı “Tarih Üçlemesi”’nin ikinci filmi olan O Thiasos / The Travelling Players / Kumpanya filmi 1939 – 1952 yılları arasındaki Yunan siyasi tarihini, gezici bir tiyatro topluluğunun başından geçen olaylarla anlatır. (“Tarih Üçlemesi”’nin ilk filmi 1972 yapımı Meres tou '36 / Days of 36 / 36 Günleri, son filmi ise 1977 yapımı Oi kynigoi / The Hunters / Avcılar filmleridir.) Sinema tarihinin en iyi filmlerinden biri kabul edilen 230 dakikalık O Thiasos filmini eğer Antik Yunan trajedilerini ve Yunanistan’ın siyasi tarihini hiç bilmeyerek izlerseniz peşinen söylemeliyim ki, oldukça sıkıcı bulabilir, bir ileri bir geri atlayan bu uzun epik filmin karmaşık kurgusu içinde kaybolabilirsiniz.
1939
1952
Film gezici tiyatro topluluğunun “1952 yılında Aegion’a döndük” (Aegion Batı Yunanistan’da küçük bir kasabadır.) sözleriyle başlar, “1939 yılında Aegion’a döndük.” sözleriyle sona erer. Aslında 1939 başlangıç noktası, bu durumda Angelopoulos memleketinin bir kısır döngü içinde olduğunu böyle mi yansıtmak istemiştir diye düşünmeden duramadım. Angelopoulos çok ama çok güzel kullanıyor her zamanki gibi kamerasını, neredeyse hiç kanlı sahne görmüyoruz ama ya karakterlerin izleyiciye anlatımıyla ya da fondaki seslerle neler olup bittiğinin ayırdına vardırttırılıyoruz. Adlarını Antik Yunan trajedilerinden almış tiyatro topluluğunun oyuncuları (Agamemnon, Clytamnestra, Elektra, Orestes, Aegisthus ve diğerleri) kasaba kasaba sürüklenirken, sergiledikleri “Çoban Kızı Golfo” oyunu dışında trajedilere taş çıkartan kendi hayatlarını da sergilemektedirler ve onların sürüklenişleriyle birlikte biz de adım adım tanık oluruz Yunanistan’ın Nazi işgalinden iç savaşlara, o yönetimden bu yönetime sürüklenişine, verdiği kayıplara, acılara…
O Thiasos filmi ‘Üçlemeler’ ve ‘İçinden Türk Motifleri Geçen Filmler’ kategorime yerleşiyor. Ana karakterlerden Agamemnon’un kasabalar arası yolculuklarında, tren vagonunda izleyiciye yönelik anlatımında, 1922’de Ege’de bize karşı savaştığını ve Ağustos 1922’de Ege’ye dökülüp yüzerek kaçıp kurtulabildiğini öğreniyoruz yurdumuzdan. Bu noktada son sözü sevgili Türk Dış Politikası hocam Haluk Ülman’a bırakıyorum: “Dünya üzerinde başka iki ulus yoktur ki böylesine içiçe yaşasın, birbirinden toprak alıp toprak versin!”

4 Aralık 2012 Salı

Brief Encounter

David Lean’ın, Noel Coward’ın “Still Life” oyunundan uyarlanan, 1945 yapımı Brief Encounter / Kısa Karşılaşma filmini izlediğim andan itibaren Louis Aragon’un “Mutlu aşk yoktur!” dizesi aklımdan çıkmıyor.
Bir tren istasyonunun çayhanesinde tesadüfen karşılaşan, her ikisi de evli, sıradan ev kadını Laura ile doktor Alec’in dört beş haftalık kısa aşk öyküsü ve mutlu bir sonu tercih etmeyişleri, filmi gelmiş geçmiş en iyi aşk filmlerinden biri yapıyor. 'Bir aşk öyküsü ne kadar olanaksızlaşırsa ve mutlu sonla bitmezse o kadar *sonsuz aşk* olarak kalır' tezini doğrulayan bir film Brief Encounter … Sinema tarihinin bu ünlü klasik aşk filmi üzerine çok fazla yorumda bulunmayacağım. Aşk göreceli bir kavram, o yüzden her kim izlerse farklı düşüncelerle noktalayacaktır filmi.
Tereddütsüz diyebilirim ki, filmdeki aşk öyküsünden çok trenlere düşkünlüğümden olsa gerek, tren istasyonu ve tren çekimleri beni daha çok etkiledi. O kadar gerçek ki tüm bu sahneler, stüdyo çekimleri olduğuna inananamıyorsunuz.
Brief Encounter filmi “içinden filmler geçen filmler” kategorimde de yer alacak ancak hemen Laura ve Alec’in sinemada izledikleri filmlerin sahte (kurgu) olduklarını belirteyim.

Bu filmi unutulmaz kılan bir diğer hususun, Sergei Rachmaninoff'un hüzünlü 2 numaralı piyano konçertosunun ezgileri olduğunu yazarak bitiriyorum bugünkü izdüşümümü.