27 Eylül 2013 Cuma

Tuncel Kurtiz geçti bu Dünya'dan.

Tabutta Rövaşata’nın koca Reis’i, Otobüs filmindeki “gardaş”', hiç unutulmayacak dev oyuncu Tuncel Kurtiz’i kaybettiğimizin haberini geçiyor ajanslar…
Ne boğucu bir Eylül günü bugün !

25 Eylül 2013 Çarşamba

Under Capricorn

İngiliz yönetmen Alfred Hitchcock, İsveç’in Dünya Sineması’na kazandırdığı güzel ve gizemli İngrid Bergman’a üç filminde başrol verir.
1945 yapımı Spellbound / Öldüren Hatıralar, 1946 yapımı Notorious / Aşktan da Üstün ve son olarak 1949 yapımı Under Capricorn / Kapri Yıldızı. Bu üç filme de, nedense, çevirilerinden farklı Türkçe adlar yakıştırılmış. “Capricorn” Oğlak Dönencesi demek ve Hitchcock’un filmi 1830’lu yıllarda Avustralya’da geçiyor. Yani burada kastedilen, İngilizlerin o tarihlerdeki yeni kolonileri, Oğlak Dönencesi’nin altındaki Avustralya… Hani yeni bir hayat amacıyla o yıllarda İngiliz hapishanelerinden pek çok suçlunun sürgün olarak gönderildiği kıta-ülke… Bu sebeple “Oğlak Dönecesi’nin Altında” çevirisini daha çok yakıştırıyorum bu filmin Türkçe adına.

Filmin yapımcı şirketi olan Transatlantic Pictures Alfred Hitchcock’un kısa ömürlü yapım şirketi. Under Capricorn dışında bir de 1948 yapımı yine Hitchcock’a ait olan Rope / İp filmlerini barındırabilmiş bu şirket kısa tarihinde. Rope / İp aynı zamanda Hitchcock’un ilk renkli filmi ve hemen ardından çektiği Under Capricorn da ikinci renkli filmi olmuş yönetmenin. Gerilim filmi olmayan ve Hitchcock klasiklerinden çok farklı bir yerde duran Under Capricorn, ünlü Avustralyalı yazar Helen Simpson’ın romanından uyarlanmış, daha çok bir tiyatro havasında stüdyoda çekilmiş, ancak gişe başarısızlığına uğramış ve uzun yıllar boyunca gözardı edilmiş bir Hitchcock filmi olmuş.
1831 yılında Avustralya’ya atanan yeni valinin İrlandalı kuzeni Charles (Michael Wilding) yeni bir başlangıç yapmak için geldiği bu yeni ülkede çocukluktan tanıdığı, soylu bir aileye mensup Henrietta (Ingrid Bergman) ile karşılaşır.
Henrietta, eskiden seyisleri olan ve Henrietta’nın erkek kardeşini öldürdüğü için Avustralya’ya sürülmüş ve cezasını çektikten sonra ülkenin yeni zenginlerinden biri haline gelmiş Sam Flusky (Joseph Cotten) ile evlenmiş ve bir alkoliğe dönüşmüştür. Sam, karısını eski günlere döndürmek için Charles’ın yardımcı olabileceğini düşünür, olaylar gelişir, hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığı film ilerledikçe belli olur. Klasik ve güzel bir melodram olarak arşivimize yerleşen Under Capricorn, arka planda kıta-ülke Avustralya’nın tarihine çok yüzeysel değiniyor olsa da meraklısını yönlendiren bir film olarak anımsayacağım bir Hitchcock filmi oluyor.

23 Eylül 2013 Pazartesi

The East

Kökleri İran’a uzanan (yönetmenin annesi Tahran doğumlu, yemek kitapları yazarı Necmiye (Najmieh) Batmanglij'dir), Fransa doğumlu, Amerikalı yönetmen Zal Batmanglij’in 2013 yapımı The East / Doğu filmi Pazar öğleden sonramızı ışıl ışıl aydınlattı tek kelimeyle. Filmin adı The East / Doğu, Dünya’mızı kimyasal atıklarıyla boğan, yan etkileri korknuç sonuçlar veren ilaçlar üretip satan firmalara karşı çevreci aktivist eylemlere imza atan anarşist bir grubun adı. Filmin senaryosunu birlikte kotaran yönetmen Zal Batmanglij ve filmin başrol oyuncusu Brit Marling (bakınız: Another Earth), 2009 yılında birlikte bir şey satın almadan, çöpten yemek yiyen aktivistlere katılarak “freeganism” felsefesini öğrenmişler ve senaryoyu oluştururken bu aktivistlerden edindikleri deneyimlerden fazlasıyla yararlanmışlar. Filmi izlerken yönetmenin filmine “The East” adını vermesinin sebebini kökenlerine, yani kökenlerinin doğudan gelmesine bağlamıştım. Şuradaki röportajdan öğrendiğime göre pek de yanılmamışım bu kanımda, çünkü Zal Batmanglij filmine “The East” adını vermesinin pekçok sebepten kaynaklandığını, bunlardan birinin de doğunun, batılılar için “öteki” anlamına gelmesi sebebiymiş. Batmanglij batı ile doğu tezatlığını filmine yansıtmak istemiş ve filmin ana kahramanına yaptırtmak istediği kafa karıştırmak olayını izleyicilerine yansıtmayı da çok güzel sağlamış filmiyle.
”The East” yani “Doğu”, kendilerini bir nevi uyandırma servisi olarak düşünen anarşist bir grup aslında. Filminin "izleyicisini değiştirmeye değil düşünmeye itmesini hedeflediğini belirtmiş" yönetmen. İstanbul’daki izleyicisi olan benim üzerimde başarıya ulaştığını rahatlıkla söyleyebilirim.
"Biz Doğu'yuz.
Sizin uyandırma servisiniziz.
Sizden hiçbir şey saklamıyoruz.
Biz siziz.
..."

Filmde yer alan "Doc's Song / Doktorun Şarkısı" adındaki dokunaklı piyano soloyu, yönetmenin müzisyen kardeşi Rüstem Batmanglij bu film için özel bestelemiş.
Bu arada, yönetmen ve müzisyen kardeşlerin adlarına bakınca, İranlı anne ve babanın oğullarına İranlıların ünlü kahramanı Zaloğlu Rüstem'den esinlenerek "Rüstem" ve "Zal" adlarını verdiklerini algılayabiliriz. Meraklısı Zaloğlu Rüstem ile ilgili pek çok bilgiye netten ulaşabilir.
Son bir not olarak, yönetmen Zal Batmanglij ile yönetmen Mike Cahill (bakınız: Another Earth) ve de her ikisinin de gözde oyuncusu Brit Marling'in çok yakın arkadaş olduklarını da belirterek, Batmanglij'in Georgetown Üniversitesi'nde bir felsefe kursunda Mike Cahill ile tanıştıktan sonra tüm hayatının sinemaya doğru yönlendiğini de ekleyip sonlandırıyorum bugünkü günce girdimi.

Blues’un ve Rüzgârın Kenti Chicago

“AY’dan İzlenimler”’e daha önce birbirinden güzel, Alaska, Japonya ve muhteşem Maggiore Gölü fotoğraflarıyla konuk olan sevgili öğretmenim, arkadaşım, bu kez bana ithaf ettiği, ‘rüzgârlı kent’ Chicago fotoğrafıyla günceme konuk oluyor.

Posta kutumda gördüğüm an kendimi bir bilimkurgu filminde hissetmemi sağlayan ve Amerika’da New Orleans’la birlikte merak ettiğim iki kentten biri olan Chicago deyince, elbette tam 33 yıl önce Chicago sokaklarında çekilmiş olan, müzikal komedi filmlerinin klasiklerinden, sinema tarihinin efsanelerinden The Blues Brothers / Blues Biraderler filmini de anmadan geçmiyor, günce tarihime notunu düşüyorum.

20 Eylül 2013 Cuma

Kaikella rakkaudella

Ara Güler’in en sevdiğim fotoğraflarından biridir Akşamüstü Kandilli’den kalkan bir Boğaziçi vapuru. Dün akşam, Fin yönetmen - yazar Matti Ijäs’ın senaryosuna da katkıda bulunduğu, 2013 yapımı Kaikella rakkaudella / Things we do for Love / Aşk İçin Yaptığımız Şeyler filmini izlerken, filmin ana karakterlerinden Toivo Vaarala adındaki yalnızlığı seven, bağımsız ruhlu fotoğrafçının çektiği boş bank karelerinde sürekli gözümün önüne Ara Güler’in bu fotoğrafı geldi ve film bitince duvarımızda asıl olduğu yerden uzun uzun Boğaziçi Vapuru’nun ardından bakakalan boş sandalyeleri seyrettim.

”AY’dan İzlenimler”’in takipçileri Fin sinemasını ne kadar çok sevdiğimi bilir. Ruhunuza dokunan filmlerden biri olan Kaikella rakkaudella, Fin yönetmen Matti Ijäs ile ilk tanışmam. Az sayıda oyuncu, çokça doğa görüntüsü eşliğinde, zaman zaman kolaylıkla neler olup biteceğini tahmin ettiğiniz bir film olsa da, bağımsızlığına düşkün birinin işin içine aşk girince neler yapabildiğini izlemek gayet hoştu. Fin yönetmen Matti Ijäs’ı “Gülümseten Yönetmenler” kategorime dahil ederek, bundan sonra diğer filmlerinin de peşinde olacağımı vurgulamak istiyorum tereddütsüzce.

Bu arada, filmde bir tek karede bile cep telefonu ya da bilgisayar görmedim. Ne hoş !

10 Eylül 2013 Salı

Cracks

Sinemayla haşır neşir bir aile içinde doğunca belki de doğal olarak sinemayı seçiyorsunuzdur. Alien / Yaratık’nın yönetmeni Ridley Scott’un kızı, yönetmen Tonny Scott'ın yeğeni ve yönetmen Jake Scott'un kızkardeşi olan, aynı zamanda oyunculuk deneyimi de bulunan Jordan Scott’ın ilk uzun metrajlı filmi Cracks / Çatlaklar 1934 yılının İngiltere’sinin Stanley Adası’ndaki bir yatılı kızlar okulunda geçiyor. Sheila Kohler'in romanından uyarlanan filmi, senaryoya da katkıda bulunan yönetmen Jordan Scott İngiltere’ye taşımış, okula yeni gelen öğrenci de İspanyola dönüşmüş. Sheila Kohler’in romanında olaylar Güney Afrika’daki bir yatılı okulun dalış takımındaki 12 kızın yıllar sonra mezuniyet toplantısında bir araya gelmesini anlatıyormuş. Romanda, kızlar geçmişe dönerek, aralarına katılan birinci sınıf yüzücü, yeni İtalyan öğrenci Fiamma ile yaşadıkları gerçekleri sorguluyorlarmış.
Filme dönersek, bildiğimiz yatılı okullardan biraz farklı olan hayli izole bu yatılı okulda, gelen öğrencilerin pek dış dünyayla hatta aileleriyle dahi ilişkilerinin olmadığını gözlemliyoruz. Öğrencilerin arasında dalış takımındaki 6 kız diğer öğrencilere göre daha farklı statüde. Eva Green’in harikalar yarattığı deli bakışlı dalış takımının öğretmeni olan Miss G. ve 6 kızın kurallar içinde devam eden siyah-beyaz yeknesak hayatları, okula gelen ve dalış takımına katılan yeni İspanyol öğrenci Fiamma ile renkleniveriyor. Adaya hiç ama hiç kendisini ait hissetmeyen Fiamma, Miss G.’nin de gizemini çözmesine çözüyor ama işler Fiamma açısından hiç de yolunda gitmiyor.
Cracks / Çatlaklar filmi, geçtiği ortamla Lucile Hadzihalilovic’in Innocence / Masumiyet filmini, olup bitenle olaylarla da Peter Brook’ın The Lord of The Flies / Sineklerin Tanrısı filmlerine çağrışım yapıyor. Innocence / Masumiyet filminin kilit noktası “itaat, iyi bir hayatın tek yoludur” sözüydü, Cracks / Çatlaklar filminin kilit sözlerini, gizemli ve asabi Miss G. büyük bir tutkuyla ve delici bakışları eşliğinde sarfediyor; “Hayatta en önemli şey arzudur. İstediğiniz her şeyi elde etmek için tek ihtiyacınız delicesine arzulamaktır !”

9 Eylül 2013 Pazartesi

Utomlyonnye Solntsem

Rus yönetmen Nikita Mikhalkov, 1994 yapımı Utomlyonnye solntsem (Утомленные солнцем) / Burnt by the Sun / Güneş Yanığı filminde izleyiciyi alıp 1936 yılının yazına götürür. Stalin döneminin Sovyetler Birliği’nde devrim kahramanı General Kotov, genç eşi Marusya ve 6 yaşındaki kızı Nadya’nın, Marusya’nın ailesinin yazlık evinde geçirilen bir tek günün öyküsünü izleriz Utomlyonnye solntsem filminde. General Kotov’u yönetmenin kendisi, kızı Nadya’yı ise gerçek hayataki kızı canlandırmaktadır. Herkesin gıptayla baktığı General Kotov, karısının ailesiyle neşe içinde vakit geçirirken, karısının eski aşığı Mitya’nın aniden ortaya çıkmasıyla herşey değişecek, filmdeki tüm ana kahramanların hayatları bir daha eskisi gibi olmayacaktır.
Nikita Mikhalkov, Cannes Film Festivali’nde Jüri Büyük Ödülü’nü ve en iyi yabancı film Oscar’ını alan filminin devam bölümlerini 2010 ve 2011 yıllarında çekerek üçlemesini tamamlamıştır. Üç film arasında en naif olan ilk film Devrim’in kendi evlatlarını yemesini anlatırken, ikinci ve üçüncü filmler aslında Birinci filmin sonunda yazıyla izleyiciye aktarılan “Son”’un asıl son olmadığını, 1941 ve 1943 yılları arasında bir ileri bir geri giderek aslında nelerin olup bittiğinin aktarılması. İlk filmin sinefillerin arşivlerinde mutlaka olması gerektiğini düşünüyorum. Elbette ilk filmi izledikten sonra ikinci ve üçüncü bölümleri de izliyorsunuz öncelikle meraktan dolayı ancak rahatlıkla söyleyebilirim ki pek bir şey kaybetmezsiniz izleyemezseniz.
Filmden çok fazla ipucu vermemek adına kendimi zorlayarak bahsetmeyeceğim ama General Kotov ve kızı Nadya’nın bütün aile nehir kıyısına indiklerinde küçük bir kayığa binerek tüm kalabalıktan uzaklaştıkları sahneler ve bu sahnelerde ikisi arasında geçen konuşmalar, sadece filmin kahramaranlarında değil, izleyicilerde de derin etkiler bırakıyor. General Kotov minik kızının ayaklarına bakıp; “bu ne güzel ayaklar böyle” diyor, “ bir de benimkilere bak, kaya gibi sert ve kaba..” Nadya babası çok yürüdüğü, çok koştuğu için ayaklarının böyle olduğunu düşünüyor, General Kotov kızına ayaklarının hep böyle güzel ve yumuşak kalacağını söylüyor ve ekliyor “Çünkü bir yerden başka bir yere gitmek için bir sürü araba, uçak, tramvay, otobüs ve metro olacak. Yollar çok güzel ve dümdüz, ayakkabılar çok rahat, çoraplar çok yumuşak olacak.” Neden diye merakla bakan kızına da açıklıyor hemen “ Çünkü biz Sovyet gücünü bunlar olsun diye oluşturuyoruz, böylece, bütün hayatları boyunca insanlar seninki gibi ayaklara sahip olabilecekler. Kaçmak zorunda kalmadan koşmak için. Bu yoldan ayrılma ve bu yolda (devrim yolunda) doğru dürüst yürü.” Ekim Devrimi için canla başla savaşmış, devrime gönülden inanan ve devrimin herşeyi çok daha güzelleştireceğini düşünen General Kotov’un gerçeklerle yüzyüze gelmesi bu sahnelerden çok kısa bir süre sonra gerçekleşir. Mitya’nın gelişiyle birlikte yazlık evde geçirilen o tek günün sonunda Kotov’un, Marusya’nın ve Nadya’nın hayatları kökten değişir. "Geriye bir tuhaf sızı kalır..."
Filmin/filmlerin tema müziği için şu girdime tıklayabilirsiniz: Utomlyonnye solntsem

6 Eylül 2013 Cuma

Şair Leyla Sokağı'nda...

Ayrı birey AY Hanım ve arkadaşları "Koyu Mavi", "Kaz Dağları Perisi" ve de "Yaratıcı Elişi Perisi", geleneksel "Cadılar" buluşmasını bu kez Şair Leyla Sokağı'nda gerçekleştirdiler. Rüştü Onur'un dizeleri eşliğinde sakız likörü ve Türk Kahvesi damgasını vururken bugüne, zihnin takılıp kalmalarında da aydınlandılar, Hindistan ve Nepal ellerine bir gidip pir kalan ama elbette sonunda dönen "Kaz Dağları Perisi" sayesinde...
Ayrıntılara ulaşmak için fotoğraflara tıklayabilirsiniz.

5 Eylül 2013 Perşembe

Utomlyonnye Solntsem

Rus yönetmen Nikita Mikhalkov, 1994 yapımı Utomlyonnye solntsem (Утомленные солнцем) / Burnt by the Sun / Güneş Yanığı filminin senaryosunu başka filmlerinde de birlikte çalıştığı Rüstem İbrahimbekov ile beraber kotarmış. Filmin adı Türkçe’ye İngilizce adından çevrilmiş. Filmin anlatmak istediğini “Güneş Yanığı” çevirisi belki anlam olarak karşılıyor ama Rusça’dan çeviri yaparsak “Bunaltan (ya da bıktırıcı) Güneş” daha doğru oluyor. Filmin tema müziği başka filmlerde de kulağımıza çalınmış olan muhteşem bir tango. Şu linkteki müzik blogundan bu güzel tangonun hem tarihçesine hem de farklı versiyonlarına ulaşıp dinleyebilirsiniz. Ekim Devrimi'nin güneşi tarafından kavrulmuş devrimin tüm evlatlarına adanan Utomlyonnye solntsem filmini izlediğimden beri dönüp dolaşıp bu tangoyu dinlediğimi vurgulamak istiyorum. Utomlyonnye solntsem filminden, yıllar sonra yine aynı yönetmenin çektiği 1. ve 2. devam bölümlerinden son bölümü izlemeyi tamamlayınca bahsedeceğimi söyleyip, tangonun İngilizce ve Türkçe çevirisiyle başbaşa bırakıyorum takipçilerimi. Tangonun sözlerinin Rusça yazılışını da en altta bulabilirsiniz.
The weary sun

The weary sun
Bade a tender farewell to the sea.
At that hour you confessed
That you have no love for me.
I became a little sad
Without longing, without sorrow.
At that hour your words
Rang out.
We shall part,
I haven’t the strength to feel anger,
You and I are to blame.
The weary sun
Bade a tender farewell to the sea.
At that hour you confessed
That you have no love for me.”

*****

Yorgun Güneş

Batıyordu, yorgun güneş
Vedalaşıyordu artık usulca denizle.
O an işte bana itiraf ettin,
Artık sevmiyorum dedin.
Hani biraz hüzünlü,
Şu kederli yüreğim var ya...
Kalmamış hiç takati kızgınlığa
Hala yankılanıyor sözlerin
Elveda vakti gelip çattığında
İkimizin de yok suçu bunda, unutma
Batıyordu, yorgun güneş
Vedalaşıyordu artık usulca denizle.
O an işte bana itiraf ettin,
Artık sevmiyorum dedin.


Утомленное солнце

Утомленное солнце
Нежно с морем прощалось,
В этот час ты призналась,
Что нет любви.
Мне немного взгрустнулось
Без тоски, без печали.
В этот час прозвучали
Слова твои.
Расстаемся, я не в силах злиться,
Виноваты в этом ты и я.
Утомленное солнце
Нежно с морем прощалось,
В этот час ты призналась,
Что нет любви.



Film/filmler için şu girdime tıklayabilirsiniz: Utomlyonnye solntsem

3 Eylül 2013 Salı

Villa Amalia

Sevdiğim ayrıksı oyuncu Isabelle Huppert’in alıp götürdüğü, Jean-Hugues Anglade’in varlığıyla hoşluk kattığı, Pascal Quignard'ın romanından uyarlanmış, Benoît Jacquot’ın yönettiği 2009 yapımı Villa Amalia, arada sırada “gitmek, gitmek, gitmek istiyorum” (Tezer Özlü'ye selam olsun !) diyenlerdenseniz mutlaka izlemeniz gereken filmlerden.
Ünlü besteci, piyanist Ann Hiden’in uzun yıllardır birlikte yaşadığı erkek arkadaşını başka bir kadını öperken gördükten sonra mevcut yaşamını yok etmesinin öyküsü Villa Amalia. Hayat ile ilgili kökten bir değişim nasıl yapılırı izleten film, izleyici aynı hayatına devam ediyor olsa da, “kimbilir, belki bir gün” sözünü akıllardan geçirtiyor doğrusu ! Isabelle Huppert, ruh sıkışmalarında, oyunculuğuyla ve yüz ifadeleriyle tartışmasız yine muhteşem.

2 Eylül 2013 Pazartesi

Kibô no kuni

Sion Sono filmleriyle ilk tanışmam “Nefret” üçlemesinin ilk filmi olan, 2008 yapımı Ai no mukidashi / Love Exposure / Aşk Patlaması ile olmuştu. “Aradığın herşeyi kadınların bacak arasında bulabilirsin” mottosuyla kadınların bacak aralarını fotoğraf karelerine hapseden Yû'nun öyküsünde saplantıları pek güzel anlatmıştı Sono ama pek benim tarzım olmadığından filmi çok sevememiştim. "Nefret" üçlemesini 2010 yapımı yapımı Tsumetai nettaigyo / Cold Fish / Soğuk Balık ve 2011 yapımı Koi no tsumi / Guilty of Romance / Aşk Suçları filmleri izlemiş. Üçlemenin son iki filmini henüz izlemedim ama dediğim gibi, Ai no mukidashi / Love Exposure / Aşk Patlaması filminden pek hoşlanmadığımdan olsa gerek, üçlemenin diğer filmlerinin de fazla hareketli olduğunu okuduğum için izler miyim pek de bilemiyorum. Elbette bu durumun Sono’nun filmlerini gözardı etmemi gerektirmediğini vurgulayarak, haftasonunda izlediğim 2012 yapımı Kibô no kuni (希望の国) / The Land of Hope / Umut Ülkesi filminin, yönetmenin kalbimi kazanan filmi olduğunu belirtmek istiyorum.

Yönetmen Sion Sono, yazıp yönettiği Kibô no kuni / The Land of Hope / Umut Ülkesi filminde, sürekli depremlerle yaşayan bir ülke olan Japonya'da, deprem sonrası oluşan nükleer santral kazalarının ardından ailelerin birbirinden ayrı yaşamak zorunda bırakılmış olmalarının en üzücü taraf olduğunu söylemiş. “Filmimde koparılmış olan ailesel bağların portresini çizmek istedim.” diye eklemiş. 2011’de meydana gelen Tōhoku Depremi’nin ardından Fukishima’da gerçek mekanlarda da çekilen filmi izlerken zaman zaman gözyaşlarımı durduramadım. 2 atom bombası faciası yaşamış bir ülke olarak Japonya’nın neden halen nükleer santral kullanımında direnmeye devam ediyor oluşunu da, -tamam, bir ada-ülke ve kaynakları kısıtlı kabul ediyorum- bir türlü algılayamadığımı umutsuz bir şekilde söyleyerek noktalıyorum günce notlarımı.