30 Kasım 2012 Cuma

Parka Bakan Sukulentler ve Kasımpatıları

"Koyu Mavi" ile birlikte yoga egzersizleri yapmadan ruhumuzu dinlendirdik bu öğlen "Kaz Dağları Perisi"’nin parka bakan sukulentleri ve kasımpatıları arasında… Günceme taşımak için kesip biçerken fotoğrafları, Cemal Süreya’nın “Bir Çiçek” şiirinin ilk iki dizesi geliyor aklıma; “Bir çiçek duruyordu, orda, bir yerde, / Bir yanlışı düzeltircesine açmış.”
Yanlışları düzeltmek için açan kasımpatılar pek yakışıyor Kasım ayına!

28 Kasım 2012 Çarşamba

Beed-e majnoon

Lisedeyken sevgili edebiyat öğretmenim bir dersinin sonunda, “Bir dakikalığına gözlerinizi kapatın.” demişti. Tekrar açtığımızda “Gözlerinizin en kadar değerli olduğunu algıyabildiniz mi?” diye bitirmişti dersi. Şüphesiz her duyu organımız, aslında tek tek her bir organımız ayrı değerli ama gözlerimizin görememesi bizi gerçekten başka bir dünyada yaşamaya itiyor.
Nedendir bilmem, Mecid Mecidi (Majid Majidi)’nin 2005 yapımı yazıp, yönettiği Beed-e majnoon / ید مجنون /The Willow Tree / Söğüt Ağacı filmi, Internet Movie Database / Internet Film Veritabanı (www.imdb.com) kayıtlarına göre Kamal Tabrizi (Kemal Tebrizi) tarafından yönetilmiş görünüyor. Mecid Mecidi’nin kendi websitesi’nde dahi film detayları için kaynak olarak gösterilmiş olan IMDb’ye nasıl güveneceğiz bundan sonra? Hemen Alman arkadaşlarımın sözleri geliyor aklıma; “Vertrauen ist gut, Kontrolle ist besser!“ yani güvenmek iyi hoş da kontrol etmek her zaman en iyisidir ! Bu sebeple Mecid Mecidi’nin bu filmi için bu kez Rotten Tomatoes film veritabanını öneriyorum.

İranlı yönetmen Mecid Mecidi daha önce hüzünlü filmi Bacheha-Ye Aseman (بچههای آسمان) / Children of Heaven / Gökyüzünün Çocukları / Beççahay-ı Asuman = Cennet'in Çocukları = Uçmağ Çocukları filmiyle günceme konuk olmuştu. Çok hoş, simgelerle bezeli, ruhunuza dokunan bir sinema dili var Mecidi’nin.
Beed-e majnoon filmi uzun uzun düşündürten bir film izleyeni. 8 yaşından beri gözleri görmeyen, 38 yıl sonra 46 yaşındayken Fransa’da geçirdiği operasyonla yeniden görme yetisine kavuşan İranlı profesör Yusuf’un öyküsünü anlatmış, filmlerine her zaman derin anlamlar yükleyen sevdiğim İranlı yönetmen.
Mecid Mecidi, kendi web sitesinde belirttiği üzere; bu filmi çekmeden bir kaç yıl önce kör bir adamla tanışmış. Orta yaşlı bu kör adamın dünyasından yansıyanlar Mecidi’yi görebilen ve göremeyenlerin algılayabildiklerine, hissettiklerine ve görebilenle göremeyenin kaçınılmaz karşıtlıklarına yoğunlaşmasına yöneltmiş.
Mecidi'nin ana kahramanı Yusuf’un gözleri görmüyorken Allah’a yakarışı, O’nunla yaptığı konuşmaları, isyanı hepsi derin felsefi anlamlarla bezenmiş. Yusuf’un tedavisi sırasında hastahanede tanıştığı hemşerisi Murtaza ile yaptığı konuşmalar filmin en hoş sahneleri olmuş bence. Özellikle Murtaza’nın sevdiğim Azeri türküsünün “aman avcı vurma beni / men bu dağın ay balam maralıyam....” sözlerini mırıldanışını duymak ayrı bir keyifti diyebilirim. Yusuf’un meyve vermeyen söğüt ağacına, Murtaza’nın ise ceviz ağacına düşkünlüğü hepsi ayrı ayrı anlamlar yüklü…
Yusuf’un karısının adının Rüya olarak seçilmiş olmasının bile bir anlamı olmalı diye düşünüyorsunuz. Gözleri açılan Yusuf’un (uykusundan uyanan mı desek?) artık karısı Rüya’yı beğenmemesi (gördüğümüz rüyadan hoşnut kalmayıp, şımarıkça iteklemek, hiç görmemişçesine davranmak gibi !) boğazınızı düğümlüyor.
Filmin ruhuma en çok dokunan bir diğer sahnesi gözleri açılan Yusuf’un Tahran’a dönüşte, havaalanında kendisini bekleyen kalabalığın içinde, en son 8 yaşındayken gördüğü annesini ayırtedebildiği sahne oluyor. Oldukçu hüzünlü bu sahne ve bana hemen Nazım Hikmet’in “Saman sarısı” şiirindeki şu vurucu dizeleri anımsatıyor;
“… iki şey var ancak ölümle unutulur
anamızın yüzüyle şehrimizin yüzü…”

Görmek önemli bir yeti sonuçta ancak elbette bakmasını bilene. Gözleri göremeyip gözleri görebilenden fazlasını görenlere selam olsun !

"Bir Yalnız / Gökyüzünün sözlüğünde"

"Bir Yalnız / Gökyüzünün sözlüğünde" der AY için İlhan Berk.
AY, bu gece DOLUNAY, gökyüzünde.

22 Kasım 2012 Perşembe

Spider Baby or, The Maddest Story Ever Told

Amerikan “Explotation / İstismar” filmlerinin yaşayan efsane yönetmeni Jack Hill’in 1964’te yazıp yönettiği Spider Baby or, The Maddest Story Ever Told filmi, yapımcılarının iflası yüzünden ancak 1968’de vizyona girebilmiş. Filmin çekildiği yıldaki orjinal adı “Cannibal Orgy, or The Maddest Story Ever Told” iken gösterime girdiği zamanda bugünkü bilinen adına dönüşmüş. Filmle ilgili çok fazla tanıtım yapılamadığından, bir de çekildiği yıl değil de, koşullar gereği çok daha sonra sinemalarda oynayabildiğinden hak ettiği ilgiyi bulamamış. 80'ler ve 90'larda bilinir hale gelebilen Spider Baby or, The Maddest Story Ever Told, kült film olarak sinema tarihine adını yazdıran bir film olmuş.
Filmde, sessiz sinemanın devlerinden Lon Chaney’in kendisi gibi korku filmlerinin aranılan oyuncularından olan oğlu Lon Chaney, Jr (asıl adı Creighton Tull Chaney, filmde adı sadece Lon Chaney olarak yer almış), bireylerinin amansız bir genetik rahatsızlığa maruz kaldığı Merrye Ailesi’nin emektar ve sadık hizmetkarı olarak kariyerinin en parlak rollerinden birini çizmiş.
Bu tür filmlerden fazla hoşlanmıyorum ama Lon Chaney, Jr’ın seslendirdiği, adını filmin orjinal adından alan "Cannibal Orgy or, The Maddest Story Ever Told" şarkısının hem ezgisinin hem de sözlerinin çok hoş olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Spider Baby denilince aklıma önce bu şarkının "This cannibal orgy is strange to behold and the maddest story ever told." cümlesi ve elbette filmin son karesi gelecek !

Cannibal Orgy or, The Maddest Story Ever Told

Screams and moans and bats and bones
Teenage monsters in haunted homes
The ghosts on the stair
The vampires bite
Better beware, there's a full moon tonight

Cannibal spiders creep and crawl
Boys and ghouls having a ball
Frankenstein, dracula and even the mummy
are sure to end up in someone's tummy

Take a fresh rodent, some toadstools and weeds
and an old owl and the young one she breeds
Mix in seven legs of an eight-legged beast
Then you are all set for a cannibal feast

Sit around the fire with the cup of brew
A fiend and a werewolf on each side of you
This cannibal orgy is strange to behold
And the maddest story ever told




*****


Yamyam Partisi ya da Anlatılan En Delice Hikaye

Tuhaf iniltiler, yarasalar, kemikler
Ve genç canavarlar perili evlerde
Merdivende bir hayalet, bir vampir ısırığı var.
Aman dikkat ! Bu gece dolunay var.

Yamyam örümcekler sessizce emekliyorlar
Cadılar ve hortlaklar çılgınca eğleniyorlar
Frankenstein, Drakula ve hatta Mumya
Emin bir şekilde hedefliyor birinin midesine yapışmaya

Bir et kemirgeni, biraz da zehirli mantar ve ot al
ve hepsini kızın beslediği hayvancığa ekle
Sekiz bacaklı bir hayvanın yedi bacağını da ilave et
Artık tastamam hazırsın bir yamyam ziyafetine

Kahve fincanıyla otur ateşin başında
Bir yanında şeytan diğer yanında kurt adam
Bu yamyam partisi alışılmışın dışında ve
Şimdiye kadar anlatılan en delice hikaye.


20 Kasım 2012 Salı

Sophie Scholl - Die letzten Tage

Üniversite yıllarımda izlediğim Michael Verhoeven’in 1982 yapımı Die Weiße Rose / The White Rose / Beyaz Gül filmi 1940 – 1943 yılları arasında bir avuç üniversiteli Alman gencin oluşturduğu Nazi karşıtı hareketi anlatmaktaydı. Belleğim beni yanıltmıyorsa, film “Die Weiße Rose” hareketinin kurucularından Sophie Scholl’un tutuklanmasıyla bitiyordu. Dün akşam izlediğimiz Marc Rothemund’un 2005 yapımı Sophie Scholl – Die letzten Tage / Sophie Scholl: The Final Days / Sophie Scholl - Son Günler filmi ise Sophie’nin tutuklanmasıyla başlayıp, 22 yıllık kısa ama onurlu hayatının giyotinle sona erdirildiği son altı güne odaklanıyor.
Sophie Scholl – Die letzten Tage filmini izlerken zaman zaman daha geniş anlamda “Die Weiße Rose” oluşumunu anlatan Verhoeeven’ın filmini anımsayıp durdum. Mutlaka yeniden bu filmi de izlemeliyim diye düşündüm. Sophie Scholl’un son günlerine odaklı filme gelince, Sophie, ağabeyi Hans ve oluşumun kurucularından Cristoph’un onurlu direnişlerini izlerken cesaretleri karşısında oldukça etkileniyorsunuz. Münih Üniversitesi’nde bir elin parmakları kadar olan gencin oluşturduğu direniş grubu 1940 – 1943 yılları arasında, Gestapo’nun baskısı altında zoru başarıp, Nazi yönetimini kıyasıya eleştirirler ve daktiloda yazıp, çoğalttıkları bildirileri dağıtarak seslerini duyurmaya çalışırlar. Film, 17 Şubat 1943’te, direniş grubunun Stalingrad hezimetinin ardından hazırladığı son bildirinin çalışmalarıyla başlar. 18 Şubat 1943’te, Sophie ve ağabeyi Hans, Münih Üniversitesi koridorlarından havaya savurdukları 6. Bildirinin hemen akabinde tutuklanıp, arkadaşları Christoph’la birlikte yargılanıp ölüme mahkum edilirler.
Hans, Sophie ve Christoph / Gerçek hayatlarından bir karede
Christoph, Hans ve Sophie'yi canlandıranlar / Filmden bir karede

17 – 22 Şubat 1943 tarihleri arasındaki Sophie’nin son altı gününü izlerken yer yer gerildim, sinirlendim ama en çok hüzünlendim. Tek teselli, filmin son karesinde akan şu yazı oldu: “Die Weiße Rose” oluşumunun 6. Bildirisi Helmuth von Moltke vasıtasıyla İskandinavya üzerinden İngiltere'ye ulaştı. Bildirinin milyonlarcası 1943 ortasında Müttefik hava kuvvetleri tarafından Almanya üzerinde gökyüzünden bırakıldı. Artık üzerinde şu başlık yer almaktaydı: Bir Alman Bildirisi - Münihli Üniversite Öğrencilerinin Manifestosu.”
Farklı farklı dillerdeki tüm bildirilere şuradan ulaşabilirsiniz.

16 Kasım 2012 Cuma

In libris, veritas !





84 Charing Cross Road filmini izler izlemez siparişini verdiğim kitabım bana ulaştı.

15 Kasım 2012 Perşembe

Barbara

Şu ana dek yönettiği bütün filmlerinin senaryosunu da yazmış Alman yönetmen Christian Petzold ve son filmi, 2012 yapımı Barbara ile Berlin Film Festivali’nde “En İyi Yönetmen Gümüş Ayı Ödülü”’nü kazanmış. Türk – Alman toplumunun bir arada yaşamlarını yansıtan belgeselleriyle ün kazanmış Aysun Bademsoy ile evli olan Christian Petzold’un anne babası Doğu Alman kökenli. Dolayısıyla hem Christian Petzold hem de Aysun Bademsoy için rahatlıklıkla iki kültürlü / iki kimlikli olmayı en iyi anlayan yönetmen çift diyebiliriz sanırım. Christian Petzold, tüm gençlik yıllarında akrabalarını ziyaret etmek amacıyla gittikleri Doğu Almanya’da zaman geçirdiğinden, orada insanları hep izlediğinden bahsetmiş bir röportajında. Belki bu sebeple Barbara filminde, daha çok karakterlerinin nasıl hissettiğine, nasıl davrandığına değinmiş. Bu arada, elbette, filmdeki karakterler üzerinden de sistem ne halt ediyor Doğu Almanya’da gayet güzel izliyorsunuz. Bu filmi izlerken hemen aklınıza Alman Demokratik Cumhuriyeti (DDR) ya da daha yaygın bilinen adıyla Doğu Almanya ile ilgili iki film; Goodbye Lenin / Elvada Lenin ve Das Leben der Anderen / Başkalarının Hayatı filmleri geliyor. Christian Petzold, Batı’dan bakan yönetmenlerin çektiği bu filmlerden farklı bir amacı olduğunu ekleyerek, Barbara filmiyle Doğu Alman sokaklarında insanlar arasında yaşanan gerilimi vermek istediğini belirtmiş.
Çok güçlü bir karakter filme adını da veren Barbara. Christian Petzold’un fetiş oyuncusu diyebileceğimiz Nina Hoss canlandırıyor bu karakteri. Batı’ya geçmek üzere vize başvurusunda bulunduğu için Berlin’deki büyük bir hastaneden Baltık kıyılarında küçük bir kentteki hastaneye sürülen Barbara, sürekli Doğu Alman casus örgütü Stasi tarafından izleniyor. Yeni hastanesinde diğer doktorlarla iletişim kurmamak için büyük çaba sarfediyor, sürekli içtiği sigaralarla hayli hüzünlü, sinirli, gerilimli bir kişilik çiziyor. Fakat senaryo gereği, dönmemek üzere Batı’ya kaçmak isteyen, bu yüzden Batılı sevgilisinin ayarladığı kaçış planı için doğru zamanı bekleyen Barbara’nın aklını taşra hastanesindeki Doğulu Doktor Andre (Ronald Zehrfeld pek hoş yorumlamış bu rolü) karıştırıyor.
Daha fazla “spoiler” vermeyeceğim ama söylemeden geçemeyeceğim; hastanenin müdavim hastalarından Stella’yı gördüğüm an Barbara’nın ne yapacağını hemen anladım. Çözüm hiç bir zaman kapitalist Batı’da değil, olmamalı da!

14 Kasım 2012 Çarşamba

84 Charing Cross Road

New York'ta yaşayan bibliyofil Helene Hanff, New York kitapçılarında bulamadığı İngiliz Edebiyatı eserlerini bir dergide gördüğü ilanla ulaştığı Londra'daki Marks & Co. kitapçısından temin etmeye başlar. Helene Hanff ile Londra’da Charing Cross Yolu üzerindeki 84 numarada bulunan Marks & Co. kitapçısında çalışan Frank P. Doel arasında mektuplar aracılığıyla sipariş edilen kitaplar üzerinden çok hoş bir ilişki kurulur. Helene ve Frank, 1949’dan Frank’in 22 Aralık 1968’deki ölümüne dek mektuplarla birbirlerini görmeden ve işitmeden yaklaşık 20 yıllık güzel ve anlamlı bir dostluğu paylaşırlar.
Helene Hanff’ın 1970’de basılan, mektuplara dayalı anılarından oluşan biyografik 84 Charing Cross Road kitabı hem oyun hem de film olarak uyarlanmış. Oyun, iki ana karakter, Helene ve Frank’in mektuplar üzerinden konuşmalarına dayanırken, David Hugh Jones’un 1987 yapımı, kitapla aynı adlı 84 Charing Cross Road filminde, Helene’ın komşuları ve Marks & Co. kitapçısının diğer çalışanları ile Frank’ın ailesi de kurguya dahil olmuşlar. Filmde Helene’a diğer çalışanlar da mektuplar yazıyor ve gıda kıtlığı zamanında kendilerine Danimarka üzerinden konserve yiyecekler, jambon, yumurta vb. gönderen Helene’a mektup aracılığıyla tek tek teşekkürlerini iletiyorlar.
Helene Hanff’ın yolu Londra’daki bu güzel kitapçıya düştü mü diye merak ederseniz kitabı edinin ve okuyun ya da benim gibi kısa yoldan filmi izleyin diyerek noktalarken bugünkü günce notumu, elbette hemen bu sabah kitabı da sipariş ettiğimi söylemek istiyorum. Uzun zamandır izlediğim en romantik film olan 84 Charing Cross Road filmi kişisel müzeme usulca yerleşiyor. Unutmayın, “In libris, veritas !” yani gerçek kitaplarda gizlidir.

10 Kasım 2012 Cumartesi

Bir 10 Kasım daha geldi..!

10 Kasım 1938 - 10 Kasım 2012
.

7 Kasım 2012 Çarşamba

Pardus 2013 - ANKA...

Yakında çıkacak olan Pardus 2013 - ANKA´dan
ekran görüntüleri :

3 Kasım 2012 Cumartesi

Da-reun na-ra-e-suh

Güney Kore'nin Woody Allen'i olarak da adlandırılan, ilk filmi dışında tüm filmlerini kendisi yazıp yöneten Sang-soo Hong'ın ilk izlediğim filmi, en son filmi Da-reun na-ra-e-suh / In Another Country / Başka Bir Ülkede oldu.
Film, annesiyle, Mohang sahil kasabasında tatilini geçiren, genç bir sinema öğrencisinin, can sıkıntısından "Batılı bir kadın Güney Kore'ye gelse ne yapardı?" sorunsalı üzerinden, senaryo karalamasıyla başlıyor. Bizi, adı "Anne" olan orta yaşlı bir Fransız kadınıyla tanıştırarak, Anne'in çeşitli senaryo alternatifleriyle, adeta film içindeki farklı farklı kayboluşlarını gösteriyor. Anne'in peşinden, muhtemelen yaz sezonu sonlarındaki, Mohang sahil kasabasındaki yerel halka tanışıp, gündelik hayatlarına göz atıyoruz bir izleyici olarak. Anne rolünde aykırı, itici, rahatsız edici tüm başrollerin vazgeçilmez oyuncusu Isabelle Huppert oynuyor.
Genç sinema öğrencisinin ilk karaladığı senaryoda, Anne, bir kadın yönetmeni canlandırıyor ve Mohang'a, karısı hamile olan Güney Koreli film yönetmeni arkadaşını ziyarete geliyor. İkinci senaryoda, Anne, Fransız kocasını, Güney Koreli ünlü bir sinemacıyla aldatan bir kadın rolüne bürünmüş olarak aynı sahil kasabasının aynı sokaklarında dolaşıyor. Son senaryodaysa, Fransız işadamı zengin kocasının kendisini Güney Koreli bir kadın yüzünden terk etmesinden sonra, gene Güney Koreli ama daha yaşlı bir kadınla, Mohang'a ziyarete gelmiş ve teselliyi bir Budist rahibin öğütlerinde arayan bir başka Anne var karşımızda. Her üç senaryoda, oteldeki yardımcı kız (senaryoları yazan genç öğrenci) Anne'e bir türlü bulunamayan, kimsenin yerini bilmediği deniz fenerini tarif edip duruyor. Hemen aşağıdaki üç ayrı resimde, genç kızın tarifiyle ve yardımıyla, Mohang kasabasını keşfe çıkan Isabelle Huppert'i görebilirsiniz. Tabii bir de ilk senaryoda bir yere koyulan, sonra bir türlü bulunamayan ve son senaryoda ilk koyulduğu yerden ortaya çıkan şemsiye hususu var. En hoş anlarındandı bu durumlar. Kaybolan, anımsanamayan ve sonra bulunan şemsiye, Anne'in kendi hayatı mıydı acaba?!!!
Sang-soo Hong, iki genel kanı üzerinden filminin senaryosunu yapılandırmış gibi gözükmekte bence. İlki, “Ah bu Güney Koreli erkekler! Ne zaman Batılı bir kadın görseler, hemen çapkınlıkları gün ışığına çıkar ve Batılı kadının peşine düşerler!” genellemesinden yönetmenin kendi ülkesinden hemcinslerine yaptığı komik taşlama (Türkiye'den tanıdık manzaralar!)... İkincisiyse, “Başka bir ülkede, kimse asla gerçekten kendisi değildir!” ruh halinin yansıması; buradaki kişi bir yabancı kadın yani Fransız Anne ya da daha ileri gidersek, başka bir ülkeye seyahate gitmiş tüm Batılı kadınlara bir iğneleme yapılmış diyeyim ve bu durumdan kişisel olarak hiç hoşnut kalmadığımı da belirteyim..!
Güney Koreli oyuncuları tanımıyorum, bu nedenle bir yorumda bulunamam ama Sezar'ın hakkı Sezar'a, İngilizce konuştuğu ender filmlerden olan (Filmde Korece ve İngilizce, adeta "Tarzan İngilizcesi" konuşuluyor; bir tek Fransızca cümle duyuyoruz; o da bir Budist duası olarak dilek notu.) Da-reun na-ra-e-suh / In Another Country / Başka Bir Ülkede filminde Fransız sinemasının ayrıksı oyuncusu Isabelle Huppert, ortaya koyduğu, canlandırdığı aynı ama farklı üç kadında da izleyeni büyülüyor.

2 Kasım 2012 Cuma

Des Vents Contraires

“Yapamam. Daha fazla katlanamam. Üzgünüm.” sözleri dudaklarından dökülen eşiniz, bu sözleri söylediği sabahın akşamında eve dönmezse ve bir daha kendisinden hiç haber alamazsanız ne hissedersiniz?!!!
Olivier Adam’ın aynı adlı romanından, Jalil Lespert’in senaryosuna da katkıda bulunarak yönettiği Des Vents Contraires / Headwinds / Sert Rüzgarlar filminde, yazar, iki çocuklu sorumsuz baba rolünde izlediğimiz Paul Anderen, bu durumla karşı karşıya kalıyor hemen filmin başında. Filmin adı “Sert Rüzgarlar” olarak Türkçeleştirilmiş ama ben "Karşıt Rüzgarlar"ı daha çok yakıştırdım filmin adına. İki çocuğuyla başbaşa yaşam mücadelesine başlayan Paul’ün olgunlaşmasını, sorumluluk sahibi olmayı öğrenmesini çok yalın bir biçimde aktarmış film. Duygu sömürüsüne yer vermeden oldukça dozunda verilmiş her an.
Sorumsuz baba Paul’ün adım adım adam oluşunu izlerken bir de başka bir babanın (büyük olasılıkla Kuzey Afrika kökenli bir baba) dramına tanık oluyoruz filmde… Paul’ün, oğlunu ancak kaçırarak görebilen çaresiz babaya yardımlarını izlerken ne hayatlar var diye düşünmeden edemiyor insan… Beni başka başka düşüncelere sürükleyen bir film oldu Des Vents Contraires / Headwinds / Karşıt Rüzgarlar , uzun zamandır izlediğim en hoş Fransız filmi diyebilirim…