30 Kasım 2013 Cumartesi

Seeking a Friend
for the End of the World

Lorene Scafaria'nın yazıp yönettiği, 2012 yapımı Seeking a Friend for the End of the World / İlk ve Son Aşkım filmi kalbimi müzikleriyle, özellikle de The Hollies Grubu'nun yorumladığı "The Air that I Breathe" şarkısıyla fethediyor. "The Air That I Breathe" şarkısını Albert Hammond ve Mike Hazlewood birlikte yazmışlar, şarkı Albert Hammond'un 1972 yapımı "It Never Rains in Southern California" albümünde yer almış ilk olarak. Ancak şarkıyı meşhur eden, 1974'te kendi adlarıyla aynı adı taşıyan albümlerinde bu şarkıyı yorumlayan ("cover"'layan) The Hollies Grubu olmuş.
Mathilda adlı göktaşının Dünya'mıza çarpmasına günler kala birbirlerinden habersiz olarak üç yıldır kapı komşusu olan Dodge ve Penny'nin romantik öyküsü diyebileceğimiz Seeking a Friend for the End of the World / İlk ve Son Aşkım filmi bu tür filmseverlerin beklentilerini boşa çıkarmıyor. İkilinin zorunlu olarak biraraya gelmesiyle hoş bir yol filmine dönüşen filmi bütün olarak güzelleştiren gerçekten de Penny'nin vazgeçemediği plakları olmuş. Aynı zamanda bir müzik grubunda şarkıı da söyleyen Lorene Scafaria'nın bu filmiyle salt kendisi için bir film kotardığını düşünmeden edemiyorsunuz.

Yönetmenlerin kendi filmlerinde gözükmelerine sinemasal dilde "cameo görüntü" denir. Süsleme anlamına da gelen "cameo"'lara örnek çok fazla yönetmen var sinema tarihinde, ilk başta akla gelen elbette Alfred Hitchcock. Lorene Scafaria da "cameo görüntü"'yle yer almış filminde ve Dodge'un aradığı eski aşkı Olivia olarak fotoğraftan izleyicilere gülümsemiş.
The Air That I Breathe

If I could make a wish
I think I'd pass
Can't think of anything I need
No cigarettes, no sleep, no light, no sound
Nothing to eat, no books to read

Making love with you
Has left me peaceful, warm, and tired
What more could I ask
There's nothing left to be desired
Peace came upon me and it leaves me weak
So sleep, silent angel, go to sleep

Sometimes, all I need is the air that I breathe
And to love you
All I need is the air that I breathe
Yes to love you
All I need is the air that I breathe

Peace came upon me and it leaves me weak
So sleep, silent angel, go to sleep
...

"The Air That I Breathe" şarkısının, Radiohead'in müthiş şarkısı "Creep" ile benzer tınılara sahip olduğu çok konuşulmuş. "Creep" şarkısının girişinin bu şarkıdan esinlenilerek yaratıldığını belirtip, Albert Hammond ve Mike Hazlewood'un katkıda bulunan yazarlar olarak gösterildiklerini not düşelim hemen.

27 Kasım 2013 Çarşamba

"Vorschriften Denken An Alles"

Tek yumurta ikizleri Quay Kardeşler’in (Stephen Quay ve Timothy Quay), bir dolu kısa film ve TV çalışmalarından sonra gerçekleştirdikleri ilk uzun metrajlı filmleri olan, 1995 yapımı Institute Benjamenta, or This Dream People Call Human Life / Benjamenta Enstitüsü ya da İnsan Hayatı Verilen Bu Rüya filmini tek sözcükle betimleyecek olsaydım tereddütsüz 'muamma' sözcüğünü seçerdim. DVD ekstralarında yer alan, yönetmenlerle yapılmış röportaj dahil olarak kesintisiz izlediğimiz film sanki sürekli “sen beni anlayamazsın” der gibiydi. İyi bir deneyim Quay Kardeşler’in filmini izlemek !
Yazar Robert Walser’in “Uşaklık” üçlemesinin son romanı olan “Jakob von Gunten”, Quay Kardeşler’in Alan Passes ile birlikte senaryoya katkılarıyla sonu romandan tamamen farklılaştırılarak, sinema tarihinin kült filmlerinden birine dönüştürülmüş. Film başlar başlamaz bende de çağrışım yaptığı üzere David Lynch’in Eraserhead / Silgikafa (Silicikafa) filmi ile karşılaştırılmış hep. Ancak rahatlıkla söyleyebilirim ki Institute Benjamenta, or This Dream People Call Human Life / Benjamenta Enstitüsü ya da İnsan Hayatı Verilen Bu Rüya filmini Eraserhead / Silgikafa (Silicikafa) filminden ayıran ilk önemli fark tamamen bu Dünya’da geçiyor olması !:)
Jakob von Gunten adlı kendi halinde bir adam, genç erkeklere uşaklık eğitimi veren Johannes ve Lisa Benjamenta kardeşlerin yönettiği Benjamenta Enstitüsü’ne kaydolur. Jakob’tan başka 6 öğrenci vardır. Lisa’nın verdiği dersler birbirinden saçmasapan bir şekilde geçmekte ancak kimse şikayet etmemekte ve hiçbir yere de gitmemektedir. Jakob hariç uşaklık etmeye hazırlanan tüm adaylar sorgusuz sualsiz itaat etmeyi öğrenmektedirler.
Memnuniyetsiz tek öğrenci olan Jakob zamanla ağabeyi ile tuhaf bir ilişki içerisinde olduğunu sezinlediğimiz Lisa’ya ilgi duymaya başlayacak ve kuralların çoktan düşünülüp, her şeyin yerli yerine yerleştirilmiş olduğu akıllara zarar Uşaklık Okulu Benjamenta Enstitüsü’nde hiçbir şey eskisi gibi olmayacaktır !

Sinefillerin arşivlerinde olması gereken sinema tarihinin başyapıtlarından birisi Institute Benjamenta, or This Dream People Call Human Life / Benjamenta Enstitüsü ya da İnsan Hayatı Verilen Bu Rüya. Her ne kadar filme karşı mesafeli kaldıysam da kesinlikle tavsiye ediyorum.

26 Kasım 2013 Salı

Mr. Klein

Joseph Losey’in Fransızca çektiği ilk film olan Mr. Klein/ Monsieur Klein 1976 yapımı. Filmin senaryosu Fernando Morandi, Franco Solinas ve Costa-Gavras tarafından birlikte kotarılmış. Film ülkemizde “Kaderini Arayan Adam” ismiyle gösterime girmiş. 1942 yılının, Nazi işgali altındaki Paris’inde geçen Mr. Klein / Monsieur Klein , devlet destekli bağnazlığın, faşizan tutumun sıradan bir vatandaşın hayatını nasıl etkileyebileceğinin çok etkileyici bir öyküsü. 14. Yüzyıldan beri Fransız ve Katolik bir aileden gelen Robert Klein ya da Mr. Klein (Alain Delon oldukça başarılı bu rolde), Nazi zulmünden kaçmaya çalışan Yahudiler'in ellerindeki nadir sanat eserlerini ucuza kapatan fırsatçı bir sanat simsarı rolünde.
Bir sabah kapısında “Robert Klein” adına gönderilmiş bir Yahudi gazetesi bulunca bir daha hayatı asla eskisi gibi olmuyor. O ana dek sadece zor durumdaki Yahudiler'in ellerindeki eserleri yok pahasına kapatmaktan başka bir şeyi düşünmeyen, alışveriş aşamasında muhatap olduğu Yahudiler'in karşı karşıya kaldıkları duruma son derece kayıtsız olan, sadece ve sadece kendi lüks hayatını gözeten Mr. Klein, aynı isimli bir Yahudi ile karıştırılınca bu adamı merak etmekten ve peşinde iz sürmekten kendini alıkoyamıyor. Elbette bir de Yahudi olmadığını, isim benzerliği sebebiyle Yahudi bir gazeteye abone edilmiş olduğunu kanıtlaması gerekiyor.
Bir Kafka romanından çıkıp gelmişçesine, Vichy dönemi polisleri arasında, Paris ve Strazburg sokaklarında arz-ı endam eden Mr. Klein’la beraber hayli gerilimli dakikalar geçiriyorum film süresince. Mr. Klein kaçınılmaz sona doğru sürüklenirken, içimde tarif edilemez bir rahatsızlıkla bir süre kalakalıyorum oturduğum yerde.

Ey kader! Söyle bakalım; başımıza gelen misin, yoksa zorla arayıp bulduğumuz musun?

Çatışmaların Yönetmeni: Joseph Losey

“Film is a dog: the head is commerce, the tail is art. And rarely does the tail wag the dog ! / Film bir köpektir: Başı ticari yanını temsil eder, kuyruğu ise sanatını ve nadirdir kuyruğunun bir köpeği salladığı !” diyerek ne güzel özetlemiş paranın sanatta dahi herşey demek olduğunu sinema dünyasının en özgün, en yaratıcı yönetmenlerinden, sınıfsal-ırksal çatışmaların sade anlatıcısı Joseph Losey. Bazen izlenmek için zamanlarının gelmesini bekler bazı yönetmenler, işte Joseph Losey ile tanışmam da bundan dolayı olsa gerek biraz geç oldu.
Geçtiğimiz günlerde, farklı bir Alain Delon filmi izlemek için seçtiğimiz 1976 yapımı Mr. Klein filmini izlerken bu ilk izlediğim Joseph Losey filmi olmamalı diye düşündüm birden. Yönetmenin 1963 yapımı The Damned filmini bir kaç yıl önce izlediğimi anımsadım birden. Onat Kutlar’ın dediği gibi “Sinema hakikaten bir şenlik” ve sinemasallaşmak hoş elbette ama filmler arasında zaman zaman kaybolmaktan, anımsayamamaktan hiç hoşlanmadığımı rahatlıkla söyleyebilirim. Bu sebeple olsa gerek artık tek bir tümceyle de olsa izlediğim filmlerin izlerini düşürmeye karar verdim “Ay'dan İzlenimler”’de… Mr. Klein filmine gelince, herşeyden önce farklı bir Alain Delon olduğu için daha uzun bahsedeceğim kendisinden; belki yarın belki yarından da yakın !

22 Kasım 2013 Cuma

Meryem

Yönetmen Atalay Taşdiken kendisinin tanıklık ettiği öyküleri sinema filmine dönüştürüyor, çok da iyi ediyor. Aslında fizik eğitimi alan ama tercihini sinemadan yana yapan, klasik Türk sineması’ndan beslendiğini dile getiren Atalay Taşdiken, yazıp, yönettiği ilk filmi, 2009 yapımı Mommo-Kız Kardeşim / The Bogeyman filminde memleketi Konya’daki Hüyük ilçesinden seslenmişti izleyicisine. Annesiz iki çocuğun, Ahmet ve Ayşe’nin hüzünlü öyküsüydü sunulan ve benim belleğime kazınan filmlerden biri olmuştu.
Atalay Taşdiken, 2013’te çektiği ikinci uzun metrajlı Meryem'in senaryosunu şurada okuduğum röportaja göre, filminin tamamını, kendi çocukluğunun da geçtiği Beyşehir’de çekeceğini planlayarak yazmış. Ancak, senaryosunu bitirip mekân bakmaya gittiğinde film çekimleri için Beyşehir’in tam olarak uygun olmadığını görmüş. Çünkü, hayal ettiği mahalleler, sokaklar ve evler yokmuş giderek kimliksizleşmiş Beyşehir’de. Çevrede araştırmalarını sürdüren yönetmen, Akşehir ilçesinde anıtlar kurulu tarafından koruma altına alınmış 3 mahalle ile karşılaşınca, filmini oraya taşımış ve sadece gölle ilgili bölümleri Beyşehir’de çekmiş. Akşehir’deki görüntüler, korunmuş sokaklar, mahalleler çok güzel ve filmin geneline hakim farklı farklı tonlardaki yeşil renginin etkileri çok dinlendirici. Merakla izliyorsunuz ve ana kahramanın yaptığı gibi beklemek ne demekmiş, nasıl zor bir işmiş bir güzel öğreniyorsunuz filmde.
“Ay’dan İzlenimler”’in takipçileri bilirler, beni şaşırtan filmlerden ayrı bir keyif alırım. Meryem filmi, beklemenin nasıl zor olduğunu tüm doğallıyla yansıtan ve cesur kararıyla da beni şaşırtan ana kahramanının tavrıyla belleğime ve yönetmen Atalay Taşdiken’in Metin Erksan’a saygı duruşu olarak nitelendirdiğim, güzelim Sevmek Zamanı sahneleriyle de “içinden filmler geçen filmler” kategorime yerleşiyor.

19 Kasım 2013 Salı

Le Graine et Le Mulet

Tunus asıllı Fransız yönetmen Abdüllatif Keşiş (Abdellatif Kechiche)’in yazıp yönettiği 2007 yapımı Le Graine et Le Mulet / The Grain and the Mullet / The Secret of the Grain filminin uluslararası bilinen adı “Couscous”. Ülkemizde “Balıklı Bulgur” olarak İstanbul Film Festivali kapsamında 2008’de gösterilen Le Graine et Le Mulet filminin Türkçe adına tüm film boyunca oyuncular kuskus dediği ve de filmin öyküsünü bu kuskus yemeği şekillendirdiği için ben de “Balıklı Kuskus” demeyi tercih ediyorum. Öncelikle hemen belirteyim, filmdeki kuskus bizim bildiğimiz, pişirdiğimiz kuskus gibi değil, görünümü (eminim tadı da) başka, hatta rahatlıkla söyleyebilirim bulgur gibi görünüyor daha çok. Kuskusla beraber pişirilip sunulan balık kefal balığı. Filmin ana kahramanı 61 yaşındaki Süleyman, 35 yılını limanda, gemi yapımında geçirmiş ve artık yetersiz görüldüğü için işine son verilmiş göçmen bir emekçi. Karısını ve dört çocuğunu başka bir kadın yüzünden terk etmiş Süleyman ve sevgilisinin işlettiği, ağırlıklı göçmenlerin kaldığı bir otelde kalıyor. Yüz ifadesinden, bakışlarına yapışıp kalmış hüzünden, hayatın bütün ağırlığının üzerinde olduğunu gözlemliyoruz. Kaldığı küçük otel odasını bir cennete çevirmiş Süleyman. Alttaki karede göreceğiniz üzere, akşam odasına gelip de penceresinden dışarı baktığında, kurguladığı hayaliyle zihninin meşgul olduğunu algılayabiliyorsunuz.
Süleyman’ın hayali, bir tekne restoran açarak eski karısı Suat’ın tüm aileyi bir araya toplayıp (elbette Süleyman Pazar günkü aile yemeklerine artık gitmiyor ama mutlaka eski karısı Suat tarafından kendisine ayrılan balıklı kuskusu kaldığı otel odasına paket yapılıp gönderiliyor), aşkla pişirdiği balıklı kuskusu tekne restoranında tüm liman kasabası Sète’nin beğenisine sunmak. Tabii ki bu tür bir işe kalkıştığında nasıl bir bürokrasiyle karşılaştığını görünce filmde bu tür işlemler dünyanın her yerinde aynı oluyormuş olgusunu da yaşıyorsunuz. Süleyman’ın pek çok zorlukla, yaman bürokratik engellerle karşılaşacağı bu büyük hayalinde en büyük destekçisi sevgilisinin gözüpek ve doğru bildiğini söylemekten çekinmeyen, kendisini babası yerine koymuş olan kızı Rym oluyor. Bürokratik engellerle daralan Süleyman, en sonunda çareyi, hayalinin nasıl bir şey olduğunu göstermek üzere tüm Sète kasabasının ileri gelenlerini tekne restoranına balıklı kuskus yemeğe davet etmekte buluyor. Umutla başlayan gece, Suat'ın evinden alınan ama teknenin mutfağına unutkanlık sebebiyle Süleyman'ın oğlunun arabasının bagajından getirilmemiş olan kayıp kuskusla tamamen başka noktalara sürükleniyor. Süleyman'ın kayıp kuskusun peşinde eski karısının evine geldiğinde mahallenin fırlama çocukları tarafından el konulan motosikletinin ardından koşuşturması doğrudan Vittorio De Sica'nın Ladri di Biciclette/ Bicycle Thieves / Bisiklet Hırsızları filmini anımsatıyor. Birbirine paralel geçen tekne, mahalle ve sevgilinin işlettiği otel sahnelerinde Süleyman'ın hayalinin gerçekleşip gerçekleşmediğini tamamen izleyicisine bırakmış Abdüllatif Keşiş. Filmin sonu yorumlarınıza kalıyor, gayet de hoş oluyor bu durum.

Paris Match dergisinin “en sonunda Ken Loach’ımızı bulduk” diyerek gönderme yaptığı Abdüllatif Keşiş Tunus’ta doğmuş, 6 yaşındayken ailesiyle beraber Nice’e taşınmış, 2013 yılında Cannes Film Festivali’nin tartışmalı filmi La vie d'Adèle / Blue Is the Warmest Colour / Adèle’in Yaşamı filmiyle Altın Palmiye’yi kazanırken epey kendisinden söz ettirmiş bir yönetmen. Kendisi de göçmen asıllı olduğu için Le Graine et Le Mulet / The Grain and the Mullet / Balıklı Kuskus filminde, melez evliliklerle çok uluslu büyük bir aileye dönüşen Arap asıllı ailenin kültürlerarası gidiş gelişlerini çok hoş bir dille anlatmış.
Le Graine et Le Mulet / The Grain and the Mullet / Balıklı Kuskus filmini çok samimi bulduğumu söyleyerek yönetmenin tartışmalı filmi La vie d'Adèle / Blue Is the Warmest Colour / Adèle’in Yaşamı filmini sabırsızlıkla beklediğimi belirterek noktalıyorum günce notlarımı.
Balıklı kuskus demişken, bu yemeğin hazırlık aşamaları filmde çok ama çok güzel fakat aynı şeyi Arap – Fransız ve de melez çocuklarla bezeli ailenin bireylerinin, uzun ve keyifli Pazar öğle yemeği masasında, bu yemeği yerken geçen dakikaları için söyleyemeceğim. “Ağzımızda lokma varken konuşmamalıyız” sözünü hiç duymamış bu ailenin bireyleri!

10 Kasım 2013 Pazar

Unutmayacağız...

.

5 Kasım 2013 Salı

Remember Remember,
The fifth of November !

5 Kasım'ı unutma !
Anımsamak için linklere tıkla !

R R T F O N
5 Kasım'ı Unutma ve Hatırla
V for Vendetta filminde gibiyim !

Kasım ayı boyunca bir başka etkinlik de Dünya'nın bütün erkekleri için. Ayrıntılar için lütfen tıklayınız: MOVEMBER

1 Kasım 2013 Cuma

Bu Sinema Başka Sinema !

Bu Sinema Başka Sinema !

Noce Blanche

Jean-Claude Brisseau’nun yazıp yönettiği 1989 yapımı Noce Blanche / White Wedding / Beyaz Gelinlik filminin içinden Eric Rohmer’in 1986 yapımı Le Rayon Vert / The Green Ray / Yeşil Işın filmi geçiyor. Fransa’da Saint-Etienne’de bir lisede görevli felsefe öğretmeni derste öğrencilere Eric Rohmer’in Le Rayon Vert / The Green Ray / Yeşil Işın filmini izlettiriyor. 49 yaşındaki felsefe öğretmeninin (Bruno Cremer) 17 yaşındaki kız öğrenciyle (Vanessa Paradis) yaşadığı gönül macerası engellenemez boyutlara ulaşınca konusunu hiç onaylamadığım filmin beklenmedik pırıltıları sarfedilen sözlerde ortaya çıkıyor… “Okyanus” var mıdır sahiden?!