31 Aralık 2015 Perşembe

"Yine... Yeni... Yeniden..."

Yeni yıl yeni umutlar demek!

30 Aralık 2015 Çarşamba

"Kar yağıyor üstümüze, inceden..."

"Kar yağıyor üstümüze, inceden..."
Ahmet Muhip Dıranas

28 Aralık 2015 Pazartesi

Taxi

Ülkesindeki 2009 seçimleri sonrasında protesto gösterilerini çektiği için tutuklanıp 20 yıl film yapması yasaklanan ve ülkesi dışına çıkamayan İranlı yönetmen Cafer Panahi, Şubat 2015'te Berlin Film Festivali'ne katılamamıştı ama Taxi / Taxi Tehran filmiyle 65. Uluslararası Berlin Film Festivali’nin birincisi olmuştu. Taxi / Taxi Tehran, Tahran'ın sokaklarında her türden yolcuyu konuk eden ve görünüşte diğer herhangi bir taksiden farkı yokmuş gibi görünen bir taksi. Ancak direksiyonda bizzat ünlü yönetmen Cafer Panahi'nin kendisi var. Taksinin ön panosuna yerleştirilmiş kamerasıyla taksiye binenlerle çeşitli konular üzerinde sohbet ediyor, kendisini tanıyanlarla sohbet farklı yönlere yol alıyor ve karşımıza hüzünle sevincin karıştığı zengin bir Tahran portresi çıkıyor.

Taxi / Taxi Tehran filmi, içinden geçen Nuri Bilge Ceylan'ın Bir Zamanlar Anadolu'da / Once Upon a Time in Anatolia, Woody Allen'ın Midnight in Paris / Geceyarısı Paris’te filmleriyle de elbette "İçinden Filmler Geçen Filmler" kategorime yerleşiyor. Ayrıca korsan film satıcısının önerdiği ancak adlarının geçmediği Koreli Kim Ki Duk'un filmi ile Kurosawa'nın nadir bulunan eski filmini çok merak ettiğimi söylemeden geçemeyeceğim!
Son notum Cafer Panahi'nin taksisine konuk olan müşterilerden avukat hanımın taksinin önüne bıraktığı gülle ilgili olacak. Kucağındaki bir demet gülden birini taksinin önüne doğru uzatırken diyor ki: "Bu (yani gül) sinemasever insanlar için. Çünkü sinemaseverler her zaman güvenebileceğin kişilerdir." Doğrusu, uzanıp gülü aldığımı hayal ederek tamamladım filmin kalanını...

Wittgenstein

1889 Viyana doğumlu Ludwig Josef Johann Wittgenstein, 20. yüzyılın en önemli filozoflarından biri. Ayrıksı yönetmen Derek Jarman 1993 yapımı Wittgenstein filminde ünlü filozofu hayli sitilize edip her şeyi tiyatro sahnesindeymiş gibi kurgulayarak sinemada da ölümsüzleştirmiş.
Karşımızdaki genç Wittgenstein, kendisini "dahi" olarak adlandırıyor, Cambridge'e gelip felsefe eğitimine devam ediyor, entellektüel çevrelerde Bertrand Russell ve John Maynard Keynes ile tartışırken ayrıca bir de bir Marslı ile felsefi sorunların üzerinden geçip duruyor. Bir ara kendisini tamamen izole ederek Norveç'e gidiyor, oradan Viyana'ya geçiyor ve sonunda yine İngiltere'ye dönüyor.
Vızıltılar eşliğinde şişenin içinde kaotik sinek olmak ya da olmamak!

25 Aralık 2015 Cuma

Deadline - U.S.A.

Richard Brooks'un yazıp yönettiği 1952 yapımı Deadline - U.S.A. / Gazeteciler Savaşı filminde, sahipleri tarafından satışa çıkarılmış olan Day gazetesinin mücadeleci editörü Ed Hutcheson rölünde farklı bir Humphrey Bogart var karşımızda. Gazete baskıya girmişken mafya babasının "bu neyin sesi?" sorusunu her zamanki kendinden emin alaycı bakışlarıyla "basının sesi, bebeğim, basının sesi!" diyerek çok güzel yanıtlıyor!

25 Aralık yani bugün Humphrey Bogart'ın doğumgünüymüş bu arada!

The Dark Mirror

İyi ikiz, kötü ikiz!
Olivia de Havilland, Robert Siodmak'ın yönettiği 1946 yapımı The Dark Mirror / Karanlık Ayna filminde tek yumurta ikizleri rolünde tek kelimeyle muhteşem!

...ama bu gece AY dolunay !

2015'in son dolunayı

23 Aralık 2015 Çarşamba

Nimeh-ye penhan

İranlı kadın yönetmen Tahmineh Milani'nin yazıp yönettiği 2001 yapımı Nimeh-ye penhan / The Hidden Half / Saklı Yarı filmi, yönetmenin Tahran Üniversitesi'nde öğrenci olduğu dönemlere dayanan yarı otobiyografik bir film. 1979 İran İslam Devrimi sırasında ve sonrasında olan olayları geridönüşlerle anlatan film, İran'da politik nedenlerle yasaklanan ilk film olmuş ve 27 Ağustos 2001'de tutuklanan Tahmineh Milani "karşı devrimciler ve onları desteklemek için sanatı kötüye kullanma, şeytanla işbirliği yapma" vb. gibi gerekçelerle dört kez idam cezasına çarptırılmış. Francis Ford Coppola, Spike Lee, Martin Scorsese ve Oliver Stone gibi ünlü yönetmenlerin destek verdiği uluslararası 'Milani'nin derhal serbest bırakılması ve idamın durdurulması kampanyası' ve o dönemdeki İran Cumhurbaşkanı Muhammed Hatemi'nin "bir suç varsa bu filmin yapımına ve gösterimine izin verenlerin de suçudur. Ama ben suç kastı ve niyeti olduğunu sanmıyorum" diye belirterek yönetmene destek çıkması, Milani'nin serbest kalmasını ve yönetmenliğe devam etmesini sağlamış.
Nimeh-ye penhan / The Hidden Half / Saklı Yarı filmininin ana karakteri Fereşteh, üst düzey yargıç Khusroh ile evli, iki çocuklu ve mutlu görünümlü genç bir kadın.
Günlerden bir gün politik bir mahkum olarak 10 yıldır cezaevinde olan Ferhunde isimli bir kadının yeniden yargılanma talebi ile ilgili kocasının bu kadını dinlemekle görevlendirildiğini öğreniyor ve kocasından sakladığı eski günlerdeki Fereşteh'i artık daha fazla gizleyemeyeceğini anlıyor. Eski geçmişini, kocasını tanımadan önceki hayatını oturup bir deftere yazıyor ve bu defteri Ferhunde'yi dinlemeye Şiraz'a gidecek kocasının bavuluna koyuyor.
Hiçbir şeyden habersiz Khusroh defteri okudukça Fereşteh'in 1978-1979 İran Devrimi hemen öncesi ve sonrasındaki günlerine dönerek O'nun aslında solcu bir kız olduğunu, kadınlardan oluşan bir örgütte yer aldığını, devrimle beraber pek çok arkadaşının tutuklandığını hatta ölüme mahkum edildiğini öğreniriz.
Fereşteh tüm bu kargaşadan tam da o sıralarda tanıştığı ve aşkla bağlandığı ünlü şair ve dergi editörü Ruzbeh sayesinde sıyrılabilmiştir. Üstelik Ruzbeh ortalık yatışana dek kendisini İngiltere'ye göndermeyi teklif etmiştir.
Ancak olaylar planladığı gibi gitmeyecek, Ferehteş tam da bu teklifin üzerine yakınlaştığı Ruzbeh'in aslında evli ve çocuklu olduğunu öğrenecektir. Ruzbeh'in karısı, 1950'lerde Komünist partisi üyesi olan Ruzbeh'in eski sevgilisi Mahmunir'in fotoğrafını gösterdiğinde, Mahmunir ve Fereşteh'in neredeyse tıpatıp birbirlerine benzediğini görürüz. Karısına göre kocası Ruzbeh aslında o dönemde ortadan kaybolan (muhtemelen rejim tarafından katledilen) Mahmunir'i bulduğunu düşündüğü için Fereşteh'e ilgi göstermektedir. Bunları öğrenen Fereşteh aşkını kalbine gömer ve Ruzbeh'le tüm ilişkisini keser. Engelli bir kadının bakıcısı olarak çalışmaya başlayıp kendisini tamamen geçmişinden izole edip saklanır ve bu kadının yurtdışından dönen oğlu Khusroh ile (yani Fereşteh'in saklı hayatını izleyiciye okuyarak hem kendisinin hem de izleyicilerin öğrenmesi sağlayan yargıç Khusroh) evleninir, çoluk çocuğa karışır. Sığındığı kocası iyi bir eş, kendisi de fedakar bir eş ve annedir artık. Ancak aralarında aydınlığa kavuşmayan tek husus Fereşteh'in sakladığı yarısıdır. Ferhunde'yi dinlemeye gidecek olan kocasına yazdıklarıyla tüm geçmişini gizlemeden anlatırken kocasından tek isteği de Ferhunde'nin O'na anlatacaklarını dinlemesi ve ondan sonra bu mahkum kadının yeniden yargılanma talebine karar vermesidir. Defter biter, koca Khusroh Ferhunde'yi dinlemeye gider ve Ferhunde'nin ilk cümlelerinin Fereşteh'in deftere yazdığı ilk cümlelerle benzer olduğunu görürüz.
Tıpkı Khusroh gibi biz de anlarız. Biri dışarıda biri cezaevinde hapsolmuş bu iki kadın aslında çok da farklı değiller birbirlerinden...

22 Aralık 2015 Salı

Sokout

İranlı yönetmen Muhsin (Mohsen) Makhmalbaf, yazıp yönettiği ve Tacikistan'da çektiği 1998 yapımı Sokout / The Silence / Sükut (Sessizlik) filminde, gözleri görmeyen 10 yaşındaki Tacik Hurşid (Khorshid)'in öyküsünü anlatıyor. Farsça adının anlamı güneş demek olan Hurşid seslere oldukça duyarlı ve de müziğe karşı büyük bir tutkusu var. Keskin işitme duyusu sayesinde de müzik enstrümanları satan bir dükkanda akortçu olarak çalışıyor. Hurşid'in babası Rusya'ya gitmiş, annesi ise evi geçindirmek için balıkçılık yapmakta. Evlerinin kirasını Hurşid'in kazandığı parayla ödeyebiliyorlar. Evet, karşımızda 10 yaşında üstelik gözleri görmeyen bir küçük çocuk var. Annesiyle beraber hayatlarını sürdürebilmeleri için maalesef çocukluğunu bir kenara bırakıp çalışmak zorunda.
Her gün bir kız arkadaşının yardımıyla otobüsle işine gidip gelen Hurşid bir yerde bir müzik başlayınca o an yaptığı işi unutuyor ve adeta müzikle bütünleşiyor. Müziğin kaynağı sabit değilse O da müziğin peşinden gidiyor. Yine günlerden bir gün işe giderken, aşk öyküleri seslendiren gezgin bir müzisyenin çaldıklarına hayran kalıp, O'nu takip etmeye çalışıyor ama kaybolur. Sürekli geç kalmasından usanan patronu da Hurşid'i işten kovar. Ancak ev kirasını ödeyemeyecekleri için evden atılma tehlikesiyle karşı karşıya kalırlar. Hem patronunun hem de annesinin baskısıyla zaten seslere karşı duyarlı olan Hurşid birdenbire etrafındaki en küçük tınıya bile dikkat kesilir. Eşyalarını dışarıya atan ev sahibinin kapıyı kilitleme sesi Hurşid'in beyninde son noktayı koyar ve bu kilit vuruşu birden Beethoven'ın Beşinci Senfonisi'nin açılış notalarına dönüşür. Hurşid bu notalarla zihninde her gün karşılaştığı sesleri birbirine harmanlar, Kapalıçarşı'daki bakırcıların arasından geçerken bakırcıların her vuruşu bir ritme dönüşür ve Kapalıçarşı'nın ortasından zihninde bakırcıların vuruşlarıyla Beethoven'ın Beşinci Senfonisi'ni çalan Hurşid'in görüntüleriyle film sonlanır...

Muhsin (Mohsen) Makhmalbaf, Hurşid'in ve annesinin hayatında evden atıldıktan sonra ne olduğu konusunu tamamen izleyicisinin yorumuna bırakmış filminde. İyi de etmiş. Beşinci Senfoni'nin ezgileriyle bir anda siz de müziğin sizi yönlendirdiği bir yolculuğa çıkıyorsunuz ve açıkçası çalışmak zorunda kalan, yoksul ve yoksun bu küçük çocuğun hayal alemine siz de dalıveriyorsunuz.

Seryozha

Sovyet yazar Vera Panova 1955 yılında Seryozha adındaki kısa romanını yayınlar. "Serjozha", Sergey / Sergei adının küçültülmüş ve sevimlileştirilmiş hali. Roman, 1960 yılında hem yazar hem de Rus yönetmenler Georgi Daneliya ve Igor Talankin tarafından senaryolaştırılır ve ortaya 1950'li yılların Sovyet kırsal kesiminden bir kesiti küçük Serjozha'ya odaklanarak izleyicilere anlatan Seryozha filmi çıkar. Yaklaşık yetmiş dakikalık bu filmin hoş sürprizlerinden biri Serjozha'nın annesinin evlendiği adamı ünlü Rus yönetmen Sergei Bondarchuk (Сергей Бондарчук)'un canlandırıyor olması. Sergei Bondarchuk'un, Lev Tolstoy’un muhteşem romanından uyarlayarak yaptığı 1967 yapımı Voyná i mir (Война и мир) / War and Peace / Savaş ve Barış filmi, kalbimi fethetmiş filmlerden biridir.
Seryozha 1950'lerin ortasında Sovyetler Birliği'nin kırsal bir kesiminde yaşayan küçük ve sevimli bir çocuk. Romanda ve filmde Seryozha'nın yaz boyunca ailesiyle, komşularıyla ve arkadaşlarıyla olan ilişkileri anlatılırken elbette Sovyetler'in günlük yaşantısından da kesitler sunuluyor. Yaz geçerken en önemli olay Seryozha'nın annesinin eskinin Kızıl Ordu subayı, şimdinin ise kolektif çiftlik yöneticisi olan Dmitry Korostelyev (Sergei Bondarchuk bu rolü canlandırıyor) ile evlenmesi oluyor. Bu arada yeri gelmişken, kolektif çiftliğinin (Kolhoz) eski Sovyetler Birliği'nde devlete ait topraklarda üretim yapan, ücretin emeğin niteliğine ve çalışma süresine göre verildiği, belli sayıda köylü ailenin oluşturduğu ortak tarım işletmesi olduğunu belirteyim. Korostelyev, Seryozha'ya sadece baba olmakla kalmıyor O'nun en iyi arkadaşı olma yolunda da emin adımlarla ilerliyor. Film boyunca kıt kanaat geçinen köylülerin zor hayatları, köyde yaşayan gençlerin fırsatlarının azlığı ve çok çalışmaları gerektiği de gözümüze güzelce sokuluyor. Film Korostelyev'in başka bir çiftliğe atanmasıyla sonlanırken, hoş bir Sovyet propaganda filmi izlemiş olarak gözlerimi kapıyor ve uykunun sakin kollarına kendimi bırakıyorum.

18 Aralık 2015 Cuma

Marie-poupée

Joël Séria, 1976 yapımı Marie-poupée / Marie, the Doll / Bebek Marie filminde, kocası tarafından tıpkı bir porselen bebekmiş gibi davranılan Marie rolünü karısı Jeanne Goupil'e vermiş, çok da iyi etmiş. Jeanne Goupil harikalar yaratıyor porselen bebek Marie rolünde!

Bebek gibi ol,
bebek gibi dolaş,
bebek evi olarak döşenmiş odanda bebek gibi yaşa!

Mais ne nous délivrez pas du mal

Joël Séria'nın, 1954 yılında Yeni Zelanda'da yaşanmış bir olaydan esinlenerek senaryosunu yazıp yönettiği, 1971 yapımı Mais ne nous délivrez pas du mal / Don't Deliver Us from Evil / Bizi Kötülükten Ayırma filmi, Anne ve Lore adında, kendilerini şeytana adamış iki arkadaşın öyküsünü anlatıyor. Filmin içinden iki ilginç kitap geçiyor...

Les Chants de Maldoror / Maldoror'un Şarkıları
Comte de Lautréamont
1869

"Les Fleurs du mal / Kötülük Çiçekleri
Charles Baudelaire
1867

16 Aralık 2015 Çarşamba

Violette

Martin Provost, senaryosuna da katkıda bulunduğu 2013 yapımı Violette adlı filminde, hayatından bir kesiti anlattığı “Fransa’nın en bilinmeyen meşhur yazarı” olarak nitelenen yazar Violette Leduc'un (Emmanuelle Devos canlandırıyor) yalnızlığını, öfkesini, kızgınlıklarını ve hayal kırıklıklarını çok güzel yansıtmış.
Film, II. Dünya Savaşı'nda aşağı yukarı Paris'in işgal zamanlarıyla başlayıp 1960'lı yılların ortalarına dek yayılan bir dönemde geçiyor. Emmanuelle Devos, bence oldukça ölçülü ve başarılı Violette rolünde. Violette'in 1945'de Almanya'da öldürülecek olan eşcinsel Yahudi yazar Maurice Sachs ile olan birlikteliği, Maurice'in O'nu ilk romanı "L’Asphyxie / In the Prison of Her Skin / Asfiksi"'yi yazmaya teşvik etmesi, savaş koşullarında para kazanabilmek için elinde bavuluyla karaborsacılık yapması, Paris'e geldiğinde Maurice'in bir arkadaşının evinde gördüğü Simone de Beauvoir'ın bir kitabıyla bu kadının peşine düşmesi, ilkeli, denetimli ve zorlu olan Simone de Beauvoir ile tanışması ve uzun yıllara yayılacak olan dostlukları, Paris'in hemen II. Dünya Savaşı sonrasındaki yazınsal çevrelerinden portreler (Jean Jenet, Albert Camus vb), "hiç elimi tutmadı" dediği annesiyle olan ilişkisi vb. çok düzeyli bir şekilde aktarılmış. Film, Violette Leduc'un Simone de Beauvoir’nın önsözüyle 1964'te yayımlanan "La Bâtarde / Bastard / Piç" adlı otobiyografik romanıyla birlikte sonlanıyor.
Yeni bir yazarla tanışmamı da sağlayan Violette filmini, filmde gördüğüm kadarıyla Violette'in nevrotikliğini, Simone de Beauvoir'ı canlandıran karakterin (Sandrine Kiberlain) oyunculuğunu çok sevdim diyebilirim.
Violette Leduc ve Simone de Beauvoir
Violette Leduc
Simone de Beauvoir

Violette Leduc'un
"L’Asphyxie / In the Prison of Her Skin / Asfiksi" kitabı...

15 Aralık 2015 Salı

Tián mì mì (甜蜜蜜)

Peter Chan'in 1996 yapımı Tián mì mì (甜蜜蜜) / Comrades: Almost a Love Story / Yoldaşlar: Neredeyse Bir Aşk Hikayesi filmi, orjinal adı "Tián mì mì"'yi, filmde hem kendisi hem şarkıları yer alan Tayvanlı ünlü şarkıcı Teresa Teng'in bir şarkısının adından almış. 1986 yılında daha iyi bir gelecek hayaliyle o zamanlar tüm Dünya'ya kapalı olan Çin'den fırsatlar şehri Hong Kong'a gelen genç bir adamın başından geçenler anlatılıyor filmde. Genç adamın genelevde çalışan teyzesi kalabileceği küçük bir oda tedarik ediyor kendisine ve genç adam Çin'de köyünde bıraktığı nişanlısıyla bir an önce evlenebilmek hayaliyle gecesini gündüzüne katarak çok çalışıyor. Bu arada tanıştığı, kendisini Hong Kong'lu olarak tanıtan ama aslında O da kendisi gibi Çin'den gelmiş olan hırslı bir genç kızla tanışıyor. Genç kızın tek hayali ise çok para kazanıp bir ev almak. Önce çok iyi iki arkadaş olan bu iki gencin arasında duygusal yakınlaşma da oluyor. Bu arada giriştiği bir işte tüm parasını kaybediyor genç kız ve bir masaj salonunda işe başlıyor. Bu yeni iş kendisine farklı bir kapı açarak kendinden yaşlı bir mafya babasıyla tanışmasına yol açıyor.
Kader bu ya, çok iyi anlaşan bu iki genç soromlulukları yüzünden kendi yollarına gitmek zorunda kalıyorlar, ta ki bir kaç yıl sonra genç adam ve köydeki nişanlısının evlilik törenlerinde tekrardan karşılaşana dek... Kader yeniden bir araya gelen iki eski sevgilinin hayatını tamamen farklı bir şekilde yönlendiriyor ve filmin öyküsü Hong Kong'tan New York'a doğru yol alıyor...
Filmdeki genç adamın teyzesinin duvarından eksik etmediği William Holden'ın fotoğrafı ile ilgili öykü filmin hoş noktalarından biri. Genç adamın teyzesinin anlattığına göre, Love Is a Many-Splendored Thing / Aşk Muhteşem Bir Şeydir filminin çekimleri için Hong Kong'ta olan William Holden ile tanışma şansına erişiyor teyze ve Peninsula Oteli'nde muhteşem bir akşam geçiriyor aktörle... Aktörle birlikta geçirdiği bu zamanı da hayatının en mutlu günü olarak ölene dek unutamıyor, hep 'William... William' diye adını sayıklıyor aktörün!

9 Aralık 2015 Çarşamba

Panelkapcsola

Béla Tarr'ın 1982 yapımı Panelkapcsola / The Prefab People / Prefabrike İnsanlar filminde, Komünist dönemdeki Macaristan'da ayrı ayrı yönlere sürüklenen bir karı-kocanın evlilik hayatı üzerinden o dönemde yaşamakta olan Macarların hayatından kesitler izliyoruz... Hayli dokunaklı, oldukça düzeyli, manidar bir film Panelkapcsola / The Prefab People / Prefabrike İnsanlar!