31 Aralık 2008 Çarşamba

"___________________________________________________"
Bugünden yarına bitecek koskoca bir yıl...
Değişen ne ?
Doris Day söylüyor; "Que sera sera"
~~~~~~~~~~~~
2009 farklı olacak. Hissedi(yorum).
Felix sit annus novus !

30 Aralık 2008 Salı

"..."

29 Aralık 2008 Pazartesi

Tren Öyküleri III

27 Aralık tarihli izdüşümde Viyana'dan Prag'a gerçekleştirdiğim tren yolculuğunu yazmıştım. Bakalım dönüş nasıl olmuş?

"16 Nisan 1995 Her Gidişin Bir Dönüşü Olmalı mı?/ Viyana - Prag
Cuma ve Cumartesi, hiç iki gün Viyana'ya yeter mi, yetmek zorunda...Bugün pazar ve öğlen dönüş var. Yine de sabah sabah ünlü Hundertwasser EvLeri'ni ziyaret etmekten hiç bir şey alıkoyamaz beni. Prag'tan gelirken yalnızdım ama şimdi bir kız arkadaşım da var beraber döneceğim. Kahvaltıdan sonra yola düşüyoruz. Çantalarımız yanımızda... Öğle yemeğini istasyonda yiyeceğiz ya da yanımıza alırız hafif bir iki yiyecek trende yemek üzere. Anlık kararları oldum olası sevmişimdir zaten!

Hundertwasser Evleri aynı isimli mimarın eseri. İçerisi bir galeri aynı zamanda ama içerideki tabloların yanısıra evin dışı sergilenebilecek en güzel eser bence. Bu renkli evi siyah-beyaz fotoğraflayacak olan tek benimdir herhalde...Çünkü asıl amacım Viyana'yı siyah-beyaz resmedebilmek olduğu için sadece siyah-beyaz film getirmiştim yanımda. Kısmen başarıyorum. Sevdiğim Avusturyalı ressam Gustav Klimt'in resim kartpostallarını ve "Die Drei Lebensalter der Frau / The Three Ages of Woman / Kadının Üç Çağı" isimli tablosunun uyuyan kadın ve çocuğu içeren bölümünün posterini alıyorum kişisel müzem için! (Bu poster şimdi kızımın odasında asılı.)
Hundertwasser
Yine koşuşturmaca başlıyor. Tramvaya atlayıp güneydeki istasyona ulaşıyoruz. İstasyondaki kayan bantlardan alt kata iniyoruz. Köşede bir büfe, pizza dilimlerini kapıyoruz. Bizi iki gün boyunca konuk eden arkadaşımız ile vedalaşmanın ardından trenimize biniyoruz. Sakin olur diye düşünürken, yanılmışım. Geldiğim tren Çek topraklarında seyahat edip Viyana'ya ulaşan bir trendi. oysa bu tren ülkelerarası yolculuk eden tren. Tüm InterRail kartlılar burada. Muazzam bir kalabalık söz konusu. Paskalya dönüşü daha ne beklenebilirdi ki??? En sondaki kaloriferi çalışmayan vagonda yer bulabiliyoruz nihayet. Sekiz kişilik kompartımanda cam kenarındayız. Karşımızdaki çocuk konuştuğumuz dilin ne olduğunu merak edercesine dikkatle bizi izliyor. Kimsenin ne konuştuğumuzu anlamaması gerçekten çok hoş! Karnımız zil çalıyor, içerde koku ile kimseyi rahatsız etmemek amacıyla tren hareket eder etmez koridora çıkıyoruz pizza dilimlerimizi yemek için. Kondüktör koridorda biletlerimizi kontrol ediyor, "afiyet olsun" diyerek.

Koridorda daha çok üşüyoruz, çok soğuk, yemeğimizi bitirince yerimize dönüyoruz. Biz fazlasıyla diğer insanları düşünüp onların yanında özellikle yemek yemezken karşımızda oturan çocuk plastik kabı içinde peynirle karışık tuhaf kokulu bir salatayı çıkarıyor ve afiyetle yemeye başlıyor. Arkadaşımla birbirimize bakıyoruz, sanırım aynı düşünceyle gülmeye başlıyoruz.

Bu trenin güzergahı da farklı olduğu için dörtbuçuk saatte ulaşıyor Prag'a. Bizim kompartımandan sadece biz iniyoruz. Viyana artık çok uzaklarda. her şey yine birden kasvete büründü. Kafka'nın kentine hoşgeldik!"

Nar


Kar
Var
Yar
Nar

Bir ses, bir koku, bir müzik, bir an, bir hüzün, bir fotoğraf, bir sızı, bir söz

"Faber est suae quisque fortunae. (Appius Claudius Caecus)"

Yaşam rastlantılarla örülüdür. Peter Howitt'in 1998 yapımı Sliding Doors / Rastlantının Böylesi isimli filmini sanırım aynı yıl izlemiş olmalıyım. Evine giderken binmesi gereken metroyu son saniyede kaçıran filmin kadın kahramanının hayatı o andan itibaren ikiye bölünür... Birbirine paralel izlediğimiz bu hayatların ilkinde metroyu yakalamıştır evine erken gelir, diğerinde ise metroyu kaçırdığı için başka yollarla eve geç döner. Paralel evrenlerde kadın kahramanın yaşadıklarını izleriz. Aslında bu filmin dayandığı, tesadüflerin insanın hayatını nasıl değiştirebileceği sorunsalı çok daha önce Krzysztof Kieślowski'nin 1982 yapımı olan ama içeriği nedeniyle ancak 1987'de Polonya'da gösterime girebilen Przypadek / Blind Chance / Kör Talih isimli filminde işlenmiştir. (Przypadek'i izleyince Sliding Doors filmi bu film üzerine kurgulanmış diye hemen düşündürtüyor insana.) Przypadek'te Witek isimli kahramanımızın yaşamı Varşova'ya kalkan trene yetişip yetişememesi üzerinden üç olasılıkla çeşitlenir.

Aslında yaşadığım evren burası değil, başka bir yerdeyim ama ayırt edemiyorum, ortaya çıkaramıyorum duygusuna sıklıkla kapılırım. Bir ses, bir koku, bir müzik, bir an, bir hüzün, bir fotoğraf, bir sızı, bir söz, ayrı birey Ay Hanım bugün hangi hayatında yaşıyor sorusunu zihnime çarpar. Oysa hiç bir zaman "öyle olsaydı" pişmanlığını yaşattırmamaya çalışırım.

Karmaşık bir haftasonu olduğu karmaşık günce notumdan de belli sanırım. Nuri Bilge Ceylan'ın Üç Maymun / Three Monkeys filmini izledim. Söz ağızdan çıkar, kulak işitir, göz görür! Üç maymunu oynamak nereye kadar?

27 Aralık 2008 Cumartesi

Tren Öyküleri II

PRAG-VİYANA - GARBir zamanlar çok sevgili bir dostum söylemişti; "Aşk, sevgi, dostluklar kadife kutu içinde sunulur insana, saklayıp saklamamak kendisine kalır !" Yine bir trende geçen ve Sanal Boğuntular'da yayınlanmış olan ve gerçekten yaşanmış ama "sanal" bir dostluğu anlatan öyküye bırakıyorum bugün güncemi. Yolculuğun dönüşü de var ve dönüşünü ilerki günlerde günceme taşıyacağım... Prag - Viyana tren yolculuğundaki İrlandalı arkadaşım ile bir daha görüşmedik, Viyana - Prag tren yolculuğundaki arkadaşımla da yaklaşık 1999'dan beri elimizde olan/olmayan nedenlerle görüşemiyoruz.

"14 Nisan 1995 İki Avrupa Başkenti Arasındaki Yolculuk
/ Prag - Viyana

05:30 Bilet alınan saat. Tren 06:15'te kalkıyor.
İstasyon berbat bir durumda. Tüm ayyaşlar, kentin tüm uyumayanları orada olmalı. Kalabalık. Büfeden kötü bir koku geliyor. Sadece bu koku bile yiyecek bir şey satın almaya engel. İyi ki sandviçlerim var yanımda...5 no'lu peron...Bir dolu boş vagon...Kalabalık bir Japon ailesi. Bol çocuk. En kalabalık çocuklu aile yarışmasında birinci olabilecek kadar çok çocuk var etraflarında, hatta ikisi bebek arabasında. Umarım gelip benim oturacağım yeri bulmazlar !
Gün daha yeni ışıyor. Kapılar açıldı. Bir düdük sesi. Vagon seçiyorum, sonra da kompartıman.
Altı kişilik bölümler. Bir sessizlik hakim. Japon aile koşuşturarak geçiyor, koridordan görüyorum geçip gittiklerini. Bir kız giriyor içeri. "Başka kimse olacak mı, gelebilir miyim ?" diye soruyor. Korkunç bir aksanı var, anlamakta zorluk çekiyorum konuştuğu İngilizce'yi. En azından kibar, hiç olmazsa sordu. "Evet" diyorum. Son düdük ile birlikte beşbuçuk saat sürecek yolculuğumuz başlıyor. İrlandalı'ymış. Avukat. Uluslararası bir hukuk bürosunda çalışıyor. Aynı sebeple Viyana yolcusuyuz. Paskalya tatilini geçirmek. Az sonra zeytin ezmeli ve beyaz peynirli sandviçlerimi çıkarıp, birini de O'na ikram edince şaşırıyor. Telaşla bir saniye diyor, koşar adımlarla kompartımandan çıkıyor. Geldiğinde iki kağıt bardakta sıcak su, çay ve kahve poşeti var elinde. Çayı alıyorum. İlk kez yediği beyaz peyniri seviyor. Türkiye ve İrlanda. İki deniz ülkesi. Farklı kültür, farklı dil, farklı kahvaltı malzemeleri.

Trenlerin sesini severim, trenlerin yaydığı hüznü severim. Kapkara renklerini, kaybolmayı başaramadığımız koridorlarını, sevimsiz kompartımanlarını, dar tuvaletlerini, hareket halinde dışarıdan kayıp giden görüntüleri... Kondüktör geldi, sıradan kontrol. Adamın yüzündeki anlamsızlık, bileti de anlamsız kılıyor. Hiç gitmemiş Viyana'ya, soran olmadı ama O söylüyor. Viyana'da bir de onun için kahve içermiy mişiz, nereden aklımıza gelmişmiş gitmek. Halbuki Çekler soğuk insanlardır, asla konuşmazlar, bu adam konuşuyordu; adam kesin karışık! Neyse, gidiyor. İrlandalı kompartıman arkadaşım çok dertli. Bir erkek arkadaşı var, e-postalaşıyorlarmış. Adam normalde Paskalya'da Prag'a gelecekmiş ama gelmemiş; çocuklarını görmesi gerekiyormuş. Katolikmiş, karısından ayrı ama asla boşanamaz..."beni bırakmalısın" diyormuş kıza, "seninle evlenemem çünkü." "Peki sen ne hissediyorsun" dedim kıza, "bilmiyorum" diyor.

Beşbuçuk saat gerçek olarak "sanal" bir dostluk yaşıyoruz. Viyana'da trenden iniyoruz. Karşılanıyoruz ikimiz de. Onları da birbirleri ile tanıştırıyoruz, çok gerekliymiş gibi! Sonra? Sonra... Bir daha asla görüşmüyoruz.

26 Aralık 2008 Cuma

Don Kişot

Picasso'nun Don Kişot'uİlhan İrem'in Don Kişot (Don Quixote) şarkısı takıldı usuma...Don Quixote; 2 Ekim 2007'de François Truffaut'un Ray Bradbury'nin aynı isimli bilim-kurgu romanından uyarladığı Fahrenheit 451 filmi ile de günceme konuk olmuştur.
"....
Yeldeğirmenlerine karşı Don Kişot muyum?
Uçuyorum durmadan ben pilot muyum
Yeldeğirmenlerine karşı Don Kişot muyum?
Dilimde hep aynı şarkı
İdiyot muyum?
..."

Tren Öyküleri I

Trenler düşler gibidir...Bir zamanlar var olan "Sanal Boğuntular" isimli e-zine'de yayınlanmış tren öykülerimi buldum. Bu öykülerden birinde yer alan ve Paris-Frankfurt trenini kaçıran arkadaşım şimdi Almanya'da yaşıyor, eşi Alman ve iki tane çok tatlı çocukları var. "Sanal Boğuntular"'da yer aldığı hali ile bu öyküyü günceme taşımak istedim. Belki ilerleyen günlerde diğer tren öykülerini de paylaşırım.

"1993 Mayıs; Paris - Frankfurt Trenini Kaçırma Öyküsü
Üç gündür Paris'teyiz. Bir kız arkadaşımla birlikte. Bir kent yürüye yürüye öğrenilir en iyi, ayaklarımız şişti bu sözü doğrularcasına. Artık Paris gibi koca metropolde bile kaybolmam, bütün ana hat metro duraklarını ezberledim. Cebimde "Orange" kartım, tüm metrolar 1 haftalığına benim Paris'te. Asıl tercih yürümek elbette, yoksa metroya binmek için can atan falan yok!!! Bugün arkadaşım Frankfurt'a dönüyor. Tren 09:26'da Kuzey Garı'ndan kalkacak. Sabah telaşlı bir kalkış yaşadık. Bastille metrosundan Kuzey Garı'na ulaşıyoruz. Elinde bileti koşuşturuyor arkadaşım geç kalıyoruz diye. Böyle sahneler sadece filmlerde olabilir diye düşünürken, gerçekten de treni kaçırıyoruz. 6 no.'lu peronda süzülüyor tren, arkasından bakakalıyoruz. "Hayır, olamaz...olamaz" çığlıkları nafile...Tren gitti.

Arkadaşımın bakışlarında umutsuzluk var, benimse muzip suratım; "gider şimdi Montmartre'da kahvaltı yaparız bagetleri ve peynirleri alıp" diyorum. "Hem görmeden mi gündüz gözüyle gidecektin, ressamların inini Paris'ten ?"... Başka çare yok, 200 Frankla kahvaltı yapmayı başarmalıyız. Bir sonraki tren 11:38'de. Çabuk hareket etmek lazım. Gün içinde başka tren yok Frankfurt'a. Yoksa akşama kalır ve geceleri hoş değil tek başına yolculuk.

Montmartre'a çıkan bu yokuşu çok seviyorum. tam köşede nefis kokulu bir fırın. Sabırsız Fransız kadınların suratını çekerek ekmekleri alıyoruz, yol üstündeki marketten de üç çeşit peynir. Henry Miller da bu yoldan mı çıkardı acaba yukarı ? Işıltılı Pigalle aşağıda kalıyor. Şimdi tırmanma vakti !

Kahvaltı etmek güzel. Cemal Süreya'nın dizeleri dökülüyor; "Yemek yemek üzerine ne düşünürsünüz bilmem / Ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı" Öyle gerçekten...Yanımda sevdiğim insanlar, aşağıda aşıkların başka gözle gördüğü buğulu, Mayıs güneşi altında ışıklı Paris, arkada bembeyaz Sacré Coeur kilisesi...Yeşil otlarda uzanmak gerek kahvaltı üzerine, vakit yok...Frankfurt trenini bu defa kaçırmamalıyız.

Aynı kalabalığı sürüyor peronun. Tren orada, yerinden kıpırdadığı falan da yok. Küçük bir alışveriş bile yapabilirim diyor arkadaşım, Marburg'taki ev arkadaşlarına 2 küçük Paris anısı.

Biniyor trene..Ardından bu kez biz bakakalıyoruz. Biraz buruk halimiz, Paris'te geri kalan günlerimizde yanımızda olmayacak bu güzel insan...Tren süzülüp gidiyor...Kuzey Garı sessizleşti mi nedir birden ?"

25 Aralık 2008 Perşembe

a ay




"Quod scripsi, scripsi."

24 Aralık 2008 Çarşamba

Camdandır kalp!

Fehmi Yaşar'ın 1990 yapımı Camdan Kalp filminde Kiraz (Şerif Sezer) Kirpi'ye (Genco Erkal) söyler; "Kalp camdandır !"
Üzgün Ay



Düşünüzde
düş gördüğünüzü
düşlerseniz
düşünüz
gerçekleşir mi ?

23 Aralık 2008 Salı

"Spanish City"

Pazartesi akşamı Norveçli yönetmen Bent Hamer'ın 1998 yapımı
En dag til i solen / Water Easy Reach / Güneşli Bir Gün isimli filmini izledik. Aslında filmin Norveççe ismi "güneşsiz bir gün" demek. Neden sinemalarda "Güneşli Bir Gün" diye oynamış bilemiyorum.

Olmadık imgeler olmadık imgelere çağrışım yapabilir. Büyükbabasından hatıra köstekli saati tamir ettirmek isteyen Norveçli denizci Almar'ın küçük bir İspanyol kentinde başına gelenlerin konu edildiği filmin bana neler çağrıştırdığı zihnimi meşgul ediyordu iki gündür...
Bu sabah Dire Straits'in çok sevdiğim "Tunnel of Love" şarkısının dizeleri usuma düşünce buldum filmin bana bu şarkıyı çağrıştırmış olduğunu...

"....And girl it looks so pretty to me just like it always did
Like the spanish city to me when we where kids."


Bu arada Dire Straits'in şarkısındaki "Spanish City" aslında Newcastle yakınlarındaki lunaparkın adıdır. Yani filmdeki İspanyol kenti ile ilintili değil ama dediğim gibi olmadık imgeler olmadık imgelere çağrışım yapabiliyor. Şarkı benim için masal tadındadır, aynı izlenimi Bent Hamer'in En dag til i solen filmi için de -her ne kadar hüzünlü bitiyor da olsa- edindiğimi söyleyebilirim.

19 Aralık 2008 Cuma

Fanny och Alexander

Fanny ve AlexanderIngmar Bergman'ın 1982 yapımı Fanny och Alexander / Fanny and Alexander / Fanny ve Alexander isimli filmi aslında görkemli bir sesleniş gibi. Alexander ve kızkardeşi Fanny'nin odağında, zengin, güçlü, kalabalık Ekdahl ailesi çevresinde 1900 başlarındaki İsveç'teyiz. Tiyatro yönetmeni baba ve aynı tiyatroda oyuncu olan annenin iki çocuğu Alexander ve Fanny’nin yaşamları Shakespeare oyununu sahneye koyma hazırlığındaki babalarının ölümü ile değişiyor. Babalarının ölümünden bir süre sonra anne bir piskopos ile evleniyor. Bu evlilikle beraber iki kardeş için kasvetli günler başlıyor. Filmdeki öykü Shakespeare ile kurulan bağlarla gelişiyor. Üvey baba gazabına uğrayan Alexander, tıpkı Hamlet gibi ölen babasının hayaletinin ziyaretine tanık oluyor.

16 Aralık 2008 Salı

El Baño Del Papa

El Baño Del Papa2007 yapımı El Baño Del Papa / The Pope's Toilet / Papa'nın Tuvaleti isimli film; devlet, din ve medya otoritelerine, bolluk (!) ekonomisine mesafeli ama oldukça etkileyici bir taşlama. Mélo, Uruguay ve Brezilya sınırında yoksulluğa terkedilmiş küçük bir kasaba. Bu küçük kasabanın sakinleri, 1988 yılında Papa II. Jean Paul'ün kasabalarına yapacağı ziyarete yerel bir televizyonun pohpohlamalarıyla tüm umutlarını bağlamış durumda. Herkesin dilinde kasabaya akın edecek insanların sayısı dolaşmakta: yüzlerce kişi beklenmektedir. Oysa medya binlerden bahsetmektedir. Medyanın “binlerce kişi gelecek” dolduruşuyla heyecana kapılan kasaba halkı harekete geçiyor. Bu ziyaret sadece Tanrısal bir kutsama olmayacak, elbette maddi mutluluktan alacakları payla ilgili de müthiş bir beklentiye kapılıyor yoksul kasabalılar. Mélo'yu dolduracak ziyaretçilere satmak için tezgahlar dolusu domuz sucuğu, börekler, ekmekler, şapkalar, bayraklar, rozetler yapılıyor. Bisikletiyle Brezilya ile Mélo arasındaki sınırda her gün 60 km pedal çevirerek gidip gelen, bisikletinin selesine sığdırdıkları ölçüsünde küçük çaplı bir kaçakçı olan kahramanımız Beto ise, para yapacak fikirler arasında en iyisini bulduğundan emindir: içinde binlerce ziyaretçinin rahatlayacağı "Papa'nın Tuvaleti"ni inşa edecektir.

Yöre halkının tüm yaşantısına egemen ama en çok gözlerine sinmiş olan yoksulluktan utanıyorsunuz film boyunca. Beto'nun kızının hayallerinden vazgeçip (her ne kadar vazgeçtiği içi boş medyada kariyer yapmak da olsa !) yeknesak yaşantıya ayak uydurması da son noktayı koyuyor. Boğazınıza takılıyor bir şey !

15 Aralık 2008 Pazartesi

Seppuku

SeppukuMasaki Kobayashi'nin 1962 yapımı Seppuku/Hara-kiri isimli filmi isminden de anlaşılabileceği üzere Samuray'ların törensel ölüm şekilleri (kendini öldürme) üzerine şiirsel bir anlatım. Japonca'da hara-kiri (karın deşme) konuşma dilinde, seppuku (karın kesme) ise resmi bir terim olarak kullanılmaktadır. Film 1963 Cannes Film Festivali'nde jüri özel ödülünü almış.

Samuray'lar yani Japon feodal yönetimindeki askeri aristokrat sınıfındaki savaşçılar, kendi onurlarını korumak veya onurlu olduklarını ispat etmek amacıyla seppuku/hara-kiri eylemini gerçekleştiriler. Hara-kiri başkalarına göre “kişinin kendisini cezalandırması”, eylemi gerçekleştirene göre ise bir nevi “onurlandırma”dır.

5 Aralık 2008 Cuma

"I'm gonna make him an offer he can't refuse !"

Baba ve Kedi
"İçinden kedi geçmeyen film, film değildir !"

Francis Ford Coppola'nın Mario Puzo'nun kitabından uyarlanmış The Godfather / Baba isimli filmini kızım (en çok kızım) ve sevgili(m) kocam pek sever. İtalyan mafyasını gayet güzel yasallaştırmış bu filmi ben sevmem (oyunculuklara, kurguya, yazar ve yönetmenine tek sözüm yok ancak fikre tamamen karşıyım, müthiş bir beyin yıkama çünkü) ama ne zaman tekrar izlemeye kalksalar oturur onlarla birlikte izlerim. Kızım Baba filmini günceme yazmadığım için hep takılırdı bana...Baba Don Vito Corleone ve kedisi kızım için güncemdeler !

Marlon Brando Baba filminde sinema tarihinin en çok hatırlanan repliklerinden birini de söyleyerek ayrıca hafızalara kazınmıştır: "I'm gonna make him an offer he can't refuse ! / Ona reddedemeyeceği bir teklifte bulunacağım !"

Tüm Baba filmleri için http://www.thecorleone.com linkine göz atabilirsiniz.

2 Aralık 2008 Salı

Laterna Magica

Uzunca bir süredir Ingmar Bergman'ın anılarından oluşturduğu 1987'de yazdığı otobiyografik Laterna Magica / The Magic Lantern / Büyülü Fener isimli kitabını bitirmeye çalışıyorum. Bitirmeye çalışıyorum diyorum çünkü öğrendiğim bir ayrıntı sanırım beni kitaptan ve hatta sevdiğim yönetmen Ingmar Bergman'dan da soğuttu. Eşim benden önce bitirdi kitabı ve Bergman'ın kitabında Nazileri desteklediğini belirttiğini söyledi. Bergman'ın kafasında “Politika mı? Bir daha asla!” düşüncesi, savaş bitip de yavaş yavaş Nazilerin yaptıkları ortaya çıkınca şekillenmiş.

İnsanları içlerinde bulundukları ortamları düşünerek yargılamak olgusunu kabul edemesem de en azından anlamaya çalışmışımdır hep. Elbette kitabı da bitireceğim. İzlediğim ve henüz günceme konuk etmediğim Bergman filmlerinden de bahsedeceğim. Çoşkum biraz kırıldığından olsa gerek, yavaş yavaş olacak tüm bunlar...

25 Kasım 2008 Salı

Kar zamanı

Karlar düşer...Pazar günü (23 Kasım) yılın ilk karı Hamburg'a düşmüş...
Alman arkadaşım bahçelerinin fotoğrafını yollamış bana...

10 Kasım 2008 Pazartesi

Atatürk, bugün göçmüştü bu diyardan...

"Güneş'i özledik...".

5 Kasım 2008 Çarşamba

Yaramazlar

Pisi...Pisi...
Arka bahçemizin yaramaz müdavimleri ağaç tepelerinden inmiyorlar...Koşuştururken fotoğraf çektiğimi farkedince poz da vermiş birisi...

2 Kasım 2008 Pazar

Morte a Venezia

Ölüm ve Venedik
Ludwig van Beethoven'ın piyano solosu "Für Elise" yi kızım piyano çalışması sırasında, ben de evdeysem, mutlaka benim için her defasında çalar. "Für Elise"´yi çok severim ama artık "Für Elise" denilince aklıma sadece Beethoven gelmeyecek, Luchino Visconti'nin Morte a Venezia / Death in Venice / Venedik'te Ölüm filmi de gelecek. 1971 yapımı bu filmi Cumartesi gecesi izledik. Gustav von Aschenbach rolünde Dirk Bogarde mükemmel bir oyunculuk sergiliyor.

Thomas Mann 1911 yılında Venedik'te Lido'ya seyahatinden sonra yazdığı Venedik'te Ölüm romanını hem bu gezinin izlenimlerinden hem de 18 Mayıs 1911'de ölen besteci Gustav Mahler'den etkilenerek oluşturmuş. Filmin her karesinde Mahler'in 5. senfonisinin derin izleri var. Ama yeni yetme Tadzio'nun filmin sonlarına doğru dokunduğu piyano tuşlarından yükselen "Für Elise" aslında Mahler'le bütünleşmiş bu filmi, Mahler'den daha çok Beethoven ile anımsamamı sağlayacak. Kime niyet kime kısmet !

31 Ekim 2008 Cuma

En Passion


1969 yılında yine Farö adasındayız. En Passion/ Passion of Anna / Anna'nın Tutkusu filminde Ingmar Bergman yine iki kült oyuncusu Liv Ullmann ve Max von Sydow'u oynatmış. Karakterler parçalanıyor filmde. Özellikle son sahnede Max von Sydow bir ileri bir geri giderek kararsızlığını, parçalanmışlığını, yalnızlığını çok güzel sergiliyor. Bergman'ın filmlerinde Özdemir Asaf'ın dizelerini anımsıyorum hep: "Yalnızlık paylaşılmaz / Paylaşılsa yalnızlık olmaz."

30 Ekim 2008 Perşembe

Günceme kayıt yapıyor ama halen göremiyorum...
"Bu siteye erişim mahkeme kararıyla engellenmiştir." yazısı ile karşılaşmak hoş değil !

29 Ekim 2008 Çarşamba

``AY'dan İzlenimler´´''e giriş yapamıyorum yine şu an itibariyle, ama yazı yazabiliyorum.

Skammen

Jan ve Eva RosenbergAmerika'nın Vietnam'a müdahaleye hazırlandığı 1968'de Ingmar Bergman'ın Farö Adası'nda çektiği Skammen / Shame / Utanç beni derinden etkileyen filmlerinden biridir. Filmin başrollerindeki Eva ve Jan Rosenberg çiftini Bergman'ın iki kült oyuncusu canlandırıyor;
Liv Ullmann ve Max von Sydow.

İsveç iç savaşından uzak kalabilmek için bir adada yaşamlarını devam ettirmeye çalışan müzisyen Eva ve Jan Rosenberg çifti aracılığıyla savaşın acımasızlığı ile karşı karşıya kalınıyor Utanç filminde. Rosenberg'lerin hayatı, asker dolu bir uçağın yaşadıkları adaya düşmesi sonucu alt üst oluyor öncelikle. Her iki tarafın askerlerinin adayı bir savaş alanına çevirmesiyle, hayatlarını tehdit altında gören genç çift arabalarıyla kaçmaya çalışırken yakalanarak isyancı askerlere yardım ve yataklık etmekle suçlanıyorlar. Çiftin eski bir dostu olan Albay Jacobi adayı savunan ordunun başında ve onlara yardım ediyor. Bu yardımın karşılığında Eva ile birlikte oluyor. Uzak kalmaya çalıştıkları savaşın içine karışmak zorunda kalan Eva ve Jan film ilerledikçe koşulların da yönlendirmesiyle giderek birbirlerine düşman olmaya başlıyorlar sanki. Eva'nın dedikleri çok güzel özetliyor içinde bulundukları savaşın anlamsızlığını; “Kimi zaman bir rüyadaymış gibi hissediyorum; fakat benim değil, içinde benim de olmak zorunda olduğum bir başkasının rüyası bu. Bizi düşleyen kişi uyansa ve kendi rüyasından utansa ne olur?” Eva'nın dediği gibi tıpkı ben de "bir başkasının rüyasındaymış" gibi izliyorum filmi. İçinde olmadan, uzaktan, rahat koltuklarımızda, kahve eşliğinde izleyebilmek bir savaş filmini ! Bir dünya krizine koşar adımlarla sürüklenirken, karmaşık duygularla Eva'nın filmin final sahnesinde söylediklerini düşünüyorum;
"Bir uçak geldi ve gülleri yaktı. Korkunç değildi, çünkü çok güzeldi. Yanan güllerin sudaki yansımalarına bakıyordum. Kollarımda bir bebek vardı. Bizim kızımız... Dudaklarını yanağımda hissediyordum. Bütün bunlar boyunca birisinin bana söylemiş olduğu birşeyi hatırlamam gerektiğini biliyordum... Ama unutmuştum."


Cumhuriyetimiz 85 yaşında....

28 Ekim 2008 Salı

V for Vendetta filminde gibiyim !

24 Ekim 2008 Cuma günü öğleden sonradan beri www.blogger.com sitesi Türkiye'den erişime kapatılmıştı.

Artık açık !

Sanki V for Vendetta filminde gibiyim ! 2006 yılında izlediğim V for Vendetta Alan Moore'un yazıp David Lloyd'un çizdiği aynı adlı çizgi romandan beyaz perdeye uyarlanmıştır. James McTeigue'nin yönettiği film geleceğin İngiltere'sinde geçer. Faşist, baskıcı bir rejime karşı bireysel başkaldırının nasıl toplumsal bir harekete dönüştüğünü izleriz filmde.

Korkmadığınız sürece özgürsünüz !

21 Ekim 2008 Salı

Ansikte mot Ansikte

Ansikte mot ansikte 1976 yapımı Ansikte mot Ansikte/ Face to Face / Yüz Yüze isimli film orjinalinde Ingmar Bergman tarafından 4 bölümlük TV dizisi olarak tasarlanmış. Bölümlerin ismi; 1. Ayrılık, 2. Sınır 3. Alacakaranlık Ülkesi 4. Dönüş. Dizi sinema filmi haline getirildiğinde bölümler biraz kısaltılmış.

20 Ekim 2008 Pazartesi

İstanbul'da Bir Martı

İstanbul'da Bir Martı
Sevdiğim İstanbul görüntüsü...Boğaz'ın üstünde bir martı...

29 Eylül 2008 Pazartesi

Tôkyô monogatari

Shukishi ve Tomi Hirayama
Yasujiro Ozu'nun 1953 yapımı Tôkyô Monogatari/Tokyo Story/Tokyo Hikayesi filmi II. Dünya Savaşı sonrası Japonya'da bir ailenin üzerinden Japonya'daki toplumsal değişimi aktarıyor.

En küçük kızlarıyla birlikte küçük bir kentte oturan yaşlı çift Shukishi ve Tomi Hirayama, diğer çocuklarını görmek için ilk kez Tokyo’ya gitmeye karar verirler. Bu ziyaret, biraz hayal kırıklığı yaratır. Düşündükleri kadar çekici olmayan bir banliyöde oturan büyük oğulları Koichi işi başından aşkın bir doktordur. Büyük kızları ise bir güzellik salonu işletmektedir. Her ikisi de günlük rutine öylesine dalmıştır ki anne ve babalarıyla pek ilgilenemezler. Onları, sözde bir ikram olarak, Atami kaplıcalarına yollarlar. Ama Hirayamalar kaplıcada rahat edemezler ve Tokyo’ya dönmeye karar verirler. Yaşlı anne başkentteki son gecesini, savaşta öldürülen küçük oğlunun dul karısı Noriko’yla geçirir. Gelinleri kendi çocuklarından çok daha candan bir şekilde ilgilenir yaşlı kadınla. Dönüş yolculuğunda anne trende rahatsızlanınca Osaka'da inerek bu kez de ortanca oğullarının yanında bir kaç gün zorunlu misafir olurlar.

Sanki öleceğini anlamış gibi ömrünün son günlerinde bütün çocuklarını görmüş olarak küçük kentine döner yaşlı anne. Ancak iyice hastalanır ve komaya girer. Bu kez çocukları hasta yatağında onu ziyarete gelirler. Ama hiç bir şeyin farkında değildir.

15 Eylül 2008 Pazartesi

What Ever Happened to Baby Jane ?

Hiç bir şey göründüğü gibi değildir ! Film boyunca kızdığımız birbirlerinden ölesiye nefret eden iki kızkardeşten biri olan Bebek Jane'in durumuna kardeşi Blanche'in filmin sonlarına doğru yaptığı itiraftan sonra kızamıyoruz. Kızkardeşlerden hangisinin daha acımasız olduğu birbirine karışıyor.

Robert Aldrich, Henry Farrell ’in romanı What Ever Happened to Baby Jane/Bebek Jane ’e Ne Oldu? ile Bette Davis ve Joan Crawford’u biraraya getirmek istediğinde başvurduğu yapımcılar bu iki “ihtiyar” için paralarını yakamayacaklarını söylemişler. Oysa, yapımcılara rağmen yapılan 1962 yapımı bu film her kuşaktan seyircinin dehşetle andığı korku/gerilim klasiklerinden biri olmuş.

9 Eylül 2008 Salı

İçinden Filmler Geçen Filmler

Bernard ve Doris
Güncemi hasbelkader okuyanlar bilirler içinden filmler geçen filmleri, başka filmlere göndermeler yapan filmleri severim. Susan Sarandon sevdiğim oyunculardan biridir. Sevgili(m) kocam bu yüzden Susan Sarandon'ın tütün milyoneri Doris Duke'i canlandırdığı Bob Balaban'ın 2007 yapımı Bernard and Doris / Bernard ve Doris isimli filmini almış geçen hafta. Filmde Robert Aldrich'in 1962 yapımı What Ever Happened to Baby Jane? - Bebek Jane'e Ne Oldu? filmine kilit altında tutulmak üzerinden bir gönderme yapılıyordu. Bu sebeple hemen akabinde Bette Davis ve Joan Crawford'un inanılmaz oyunculuklarını sergiledikleri bu filmi izledik.

1 Eylül 2008 Pazartesi






Bugün
Dünya Barış Günü.

29 Ağustos 2008 Cuma

Yaz Geçer / Yaz Gelir !

Bu yaz iki önemli tarih ev yaşantımıza damga vurdu ! 14 Temmuz 2008'de yani Fransız İhtilali'nin yıldönümünde alt kattaki dairemizde tadilata başlandı. 30 Ağustos 2008'de (yani yarın) şanlı Zafer Bayramı yıldönümümüzde tadilat bitiyor. Umuyorum ki bitiyor ! Eşim pek gergindi tadilat boyunca. Tadilattan sonra düzelmesini tüm kalbimle diliyorum.

Pazar günü kızım keyifli yaz tatilini bitirerek İstanbul'a dönecek.

Güneşi özleyeceğiz !

Resistiré

Saplantılı insanlar saplantılarının ne kadar farkındalardır acaba ? Benim de bir saplantım var mı ve bu saplantımın farkında mıyım ? Ricky ve Marinaİspanyol sinemasının çok renkli yönetmeni Pedro Almodóvar'ın filmlerinde hep şaşırmayı beklersiniz. Yine bu beklentiyle izlemeye koyulduk Almodóvar'ın 1990 yapımı ¡Átame! / Tie me up ! Tie me down ! / Bağla Beni isimli filmini. Genç Antonio Banderas hastalıklı Ricky rolünde oldukça başarılı...Gözleriyle yansıtıyor tüm saplantısını...

Filmin son karelerinde Dúo Dinámico grubunun "Resistiré" adlı şarkısına filmin 3 ana karakteri araba içinde eşlik ediyor ve bu şarkı filmi hafızama daha çok yerleştiriyor. (Şarkıyı filmdeki hali ile www.duodinamico.com web adresinden dinleyebilirsiniz.)

28 Ağustos 2008 Perşembe

"Bir Yalnız"

Sinemamızın yıldızlarından Orhan Günşiray'ı dün yitirdiğimiz haberini yazıyor tüm gazeteler. Az önce İlhan Berk'i yitirdiğimizi geçmeye başladı internet haberleri, Behçet Necatigil'in deyimiyle "şiirimizin uç beyini"...

AY
Bir yalnız
Gökyüzünün sözlüğünde.


İlhan Berk

Les Amants Criminels

Luc ve AliceFrançois Ozon'un Les Amants Criminels - Criminal Lovers / Katil Aşıklar isimli 1999 yapımı filmi Grimm Kardeşler'in Hänsel und Gretel / Hansel ve Gretel masalına farklı bir gönderme aslında. Gerilim dolu bir masal da olsa mutlu sonla biter Hansel ve Gretel. Oysa François Ozon yorumuyla izleyicisini şaşırtmayı tercih etmiş.

Ozon'un filmindeki Hansel ve Gretel'in yerini Luc ve Alice almış. Luc sessiz, sakin, eşcinsel eğilimleri olduğunu sezdiğimiz ve Alice'e aşık bir çocuk. Alice ise hayli sorunlu bir kız. Her şeyi açıkça yazdığı bir güncesi var. Sınıf arkadaşı Said'e takıp, O'nu öldürmeyi kafasına koyar. Tek başına yapamayacağı için de Luc'u kullanır. İkili Said'i defalarca bıçaklayıp öldürürler ve gömmek üzere ormana giderler. Alice'in dönüş yolunu bulmak üzere bıraktığı izler kaybolduğu için ormanda mahsur kalırlar. Yiyecekleri yoktur. Luc etrafı kolaçan etmek için ayrıldığında masaldaki pasta evin karşılığı olan bir kulübe bulur ve Alice'i alarak kulübeye girerler. Elbetteki kulübe sahipsiz değil ! Masaldaki cadının karşılığı olan tuhaf adam ortaya çıkıverir. Üstelik ormanda Luc ve Alice'in Said'i gömdüklerini görmüştür yani işledikleri suçu biliyordur. Alice'in güncesini ele geçirince kulübenin içindeki karanlık kilere kapattığı ikiliden Luc'u dışarı çıkarır. Alice kilerde aç kalarak cezasını çekerken, Luc ise tuhaf adamın hazırladığı yemeklerle beslenmektedir. Ancak adamın amacı Luc'u yemek değil cinsel açıdan kullanmaktır. İkili tuhaf adamdan kurtulmayı başarıp tekrar ormana kaçtıklarında Ozon'un kimi aslında nasıl cezalandıracağını da merakla bekliyoruz.

Ozon'un son izlediğim filmi olan Les Amants Criminels ile karmaşık düşüncelere sürüklendim. Ancak kısaca diyebilirim ki Ozon'un farklı yorumladığı Hansel ve Gretel'den hiç hoşlanmadım...

27 Ağustos 2008 Çarşamba

Kibritçi Kız

Kibritçi Kız IrisIris (Aki Kaurismäki'nin kült kadın oyuncusu Kati Outinen oynuyor.) içine kapanık, mutsuz, sıradan bir genç kadındır. Bir kibrit fabrikasında yürüyen bant üzerindeki kibrit kutularının etiketlerini kontrol eder. Kazandığı tüm maaşı annesi ve üvey babasına vermektedir. Hiç arkadaşı yoktur. Ailesiyle iletişimi de yoktur. Hayatı tekdüzedir. İşten eve gelir, yemek yapar, tek söz konuşmadan ailesiyle yemek yer, küçük odasında rastgele radyo kanallarını dinler, aşk romanları okur ve akşamları süslenip püslenip barlara gider. Aradığı kötü şansını döndürecek, tekdüzeliği bitirecek, kendisini bardaki grubun şarkısında söylediği gibi rüya ülkesine götürecek bir erkektir. Ama gittiği barlarda kimse onu fark etmez ve dansa kaldırmaz. Bir gün maaşının büyük bir bölümünü vitrinde gördüğü kırmızı bir elbiseye harcar. [Sevgili(m) kocam kırmızı elbisenin göründüğü noktada elbisenin vitrindeki duruşuyla aslında şeytana benzediğini yorumladı. Film de bu kırmızı elbiseyle farklılaşıyor.] Ailesinin çok kızmasına, üvey babasından elbise yüzünden tokat yemesine ve de derhal elbiseyi götürüp iade etmesini söyledikleri halde Iris elbiseyi giyer ve bu kez daha lüks bir bara gidip şansını dener. Şansı dönmesine döner, geceyi barda tanıştığı zengin bir adamla geçirir ancak bardaki zengin adam için salt tek gecelik bir eğlencedir. Adam bir daha birlikte olmayacaklarını söyler, Iris daha çok içine kapanır ama bu arada hamile kaldığını öğrenir. Adama uzun bir mektup yazar Iris, bu bebek sürprizdir ve her şey yoluna girecektir. Oysa adamın tepkisi nettir: "o piçten kurtul" der yazdığı notta bir çekle beraber. İşte o noktada Iris sıyrılıverir her şeyden. Soğukkanlı bir intikam tek amacı olur !

Aki Kaurismäki 1990 yapımı Tulitikkutehtaan tyttö / The Match Factory Girl / Kibritçi Kız filmiyle kuzeyli insanların iletişimsizliğini, tekdüze hayatlarını anlatıyor büyük bir yalınlıkla. Andersen'in masalındaki Kibritçi Kız gibi düşlerinin gerçekleşmesini bekleyen Iris'in de sonu mutlu bitmiyor. Kibrit fabrikasında odunların kibrit kutularına dönüşüm sahneleri, Iris'in ailesiyle birlikte yediği akşam yemekleri ruhumu daraltıyor. Ölümcül derecede tekdüzelik, iletişimsizlik. Bunu inanılmaz yansıtmış Aki Kaurismäki.
Film sadece 68 dakika ama bu kısa sürede aktardığı mesaj çok ciddi derslerle yüklü.
Döngü...Döngü...Döngü...Masallar her zaman mutlu sonla bitmez, mutsuz sonlarla başetmek gerek ! Çağımızın en belalı sorunu iletişimsizlik, iletişimsizlikten kurtulmak için önce bireyin kendisinin çaba harcaması gerek !Döngü...Döngü...Döngü...

26 Ağustos 2008 Salı

Mies vailla menneisyyttä

Aki Kaurismäki'nin Mies vailla menneisyyttä / The Man Without a Past / Geçmişi Olmayan Adam isimli 2002 yapımı filmi Cannes Film Festivali'nde Jüri Büyük Ödülü'nü kazanmış. Helsinki'ye trenle gelen ana kahraman saldırıya uğrar ve çok ciddi bir şekilde dövülür. Hemen hastaneye kaldırılır ve tam öldü derken, aniden uyanır. Duran kalp O'nun kalbi değildir sanki, ayağa kalkar, sargılarından kurtulur, kırık burnunu eliyle düzeltir. Ancak hafızasını kaybetmiştir. Sahilde iki çocuk onu bulur ve bir süre çocukların ailesinin barakalarına konuk olur. İyileşir ve yaşama tutunmaya başlar. Ama belgeleri olmadığı, ismini bile bilmediği/anımsamadığı için İş ve İşçi Bulma Kurumu'nda form dolduramaz, dolayısıyla iş başvurusunda bulunamaz. Evsizlere, işsizlere yiyecek ve giysi yardımında bulunan Kurtuluş Ordu'sununun işlerine yardımcı olmaya çalışır ve bu misyoner kurumda çalışan Irma ile aralarında ilginç bir aşk ilişkisi başlar.

M ve  Irma ormanda mantar toplarken...Hafıza nedir ki ? Geçmişi anımsamak mı daha iyi, yoksa ondan kurtulmak mı ? Geçmişi olmayan adamın geçmişi ile yüzleşmemesini diliyorum film boyunca ve Irma ile ormanda mantar toplama sahnelerini çok romantik buluyorum.

Filmdeki bir bar sahnesinde Aki Kaurismäki'nin kült oyuncusu Matti Pellonpää'nın duvarda asılı fotoğrafı var. 1995'te kalp krizi ile yaşama veda eden Matti Pellonpää'ya bir tür saygı duruşu bu.

22 Ağustos 2008 Cuma

Le Temps Qui Reste

Romain'in fotoğraflarıFilm arşivimizde beş François Ozon filmi var. İzleme sırama göre beş filmlik listemiz şu şekilde...
8 Femmes/8 Women/8 Kadın (2002)
5x2 (2004)
Swimming Pool / Havuz (2003)
Le Temps Qui Reste / Time to Leave / Veda Vakti (2005)
Les Amants Criminels / Criminal Lovers / Katil Aşıklar (1999)
Ozon'un filmlerini kısaca tanımlamak gerekirse farklı ve hüzünlü filmler en uygunu olacaktır...Ozon karakterleri aracılığı ile bireyin eksiklikleri, hoşnutsuzlukları üzerine gidiyor hep. Le Temps Qui Reste filminde yakında öleceğini öğrenen moda fotoğrafçısı Romain'in sevdiği insanları kendinden uzaklaştırarak veda etmesini izliyoruz. Romain sevdiklerinin fotoğraflarını çekiyor sürekli olarak, ölümünden önce onları fotoğraf karelerine hapsederek beynine kazımak istiyor sanki.

18 Ağustos 2008 Pazartesi

Kızım ve ben, bir de Ay

ay tutuldu16 Ağustos akşamı kızımla birlikte izledik parçalı ay tutulmasını, kıpırtısız bir havada denize karşı...

14 Ağustos 2008 Perşembe

Easy Rider

Billy ve Wyattİstanbul Film Festivali bu yıl bir bölümünü '68 ve Mirası adı altında Roll Dergisi'nin seçtiği, biçim ve içerik açısından devrimci olarak nitelendirilen 11 filme ayırmıştı. Festivalde izleyemediğim Dennis Hopper'ın 1969 yapımı Easy Rider isimli filmini dün akşam alıp izledim. Mardi Gras Festivali'ne (New Orleans'ta her yıl Şubat ayında düzenlenen geleneksel festival/karnaval) katılmak üzere Los Angeles'ten New Orleans'a Harley Davidson motorları üzerinde yola çıkan iki hippi arkadaş Wyatt ve Billy'nin yol hikayesi Easy Rider. Yolculuklarına birbirinden güzel müzikler eşlik ediyor ve aslında şarkıların sözleri filmin dile getirmek istediklerini söylüyor. Roger McGuinn “Ballad of Easy Rider”, Bob Dylan “It’s Alright Ma (I’m Only Bleeding)”, Jimi Hendrix “If 6 was 9” ve elbette Steppenwolf “Born to be Wild” şarkılarıyla zihinlere kazınıyor bu kült filmde. Film biterken "gidememek" sıkıntısı içime işliyor ve Ballad of Easy Rider şarkısının "flow river flow, let your waters wash down..take me from this road, to some other town" sözleri evin içini tüm duruluğuyla kaplıyor.

12 Ağustos 2008 Salı

Zombie ja Kummitusjuna

Zombie and HarriSevdiğim ama geç keşfettiğim Fin yönetmen Aki Kaurismäki'nin ağabeyi Mika Kaurismäki'nin 1991 yapımı Zombie ja Kummitusjuna / Zombie and the Ghost Train / Zombie ve Hayalet Tren isimli filmi İstanbul görüntüleri ile açılıyor, Galata köprüaltı birahanelerinden öykünün başladığı altı ay öncesindeki Helsinki'ye gidiyor ve sonra yine İstanbul'da noktalanıyor. Filmin kahramanı Antti ya da arkadaşlarının deyimi ile Zombie'nin yaptığı en iyi şey bas çalmak ve sürekli alkol almak. Arkadaşı Harri'nin Mulefukkers isimli grubunda bas çalıyor çalmasına ama hep boşlukta gibi Zombie, amaçsız, çaresiz, kaybolmuş ama pek kendini bulmaya da niyeti yok gibi...Bir gün bir soygun yapıyor ve ortadan kayboluyor. Sonra kız arkadaşına gelen kartpostaldan İstanbul'da olduğu anlaşılıyor. Arkadaşı Harri O'nu bulmak için İstanbul'a geliyor. İstanbul çekimlerinde sinemamızdan tanıdık yüzler var; Süheyl Eğriboz Zombie'nin kalmış olduğu İnci Palas otelindeki resepsiyonisti, Nüvit Özdoğru yapışkan halı satıcısını, Ali Özgentürk Galata köprüaltındaki birahane sahibini ve Halil Ergün birahane müdavimini canlandırıyor. Harri Zombie'yi Finlandiya'ya dönmeye ikna etmeye çalışıyor ama başaramıyor. Zombie İstanbul'da kalmaya kararlı. Beyaz çarşaflı bir kadının ardından (ölüm meleği midir acaba ?) İstanbul sokaklarında kaybolduğunu gözlemliyoruz ve doğrusu merak ediyoruz Zombie gün olur İstanbul'da bir köşede karşımıza çıkar mı diye ?

Bu arada Ghost Train film boyunca sürekli karşımıza çıkan ama hiç bir zaman sesini duymadığımız bir punk rock grubu.

8 Ağustos 2008 Cuma

Bugün 08.08.08.

7 Ağustos 2008 Perşembe

All the Invisible Children

“Tüm yetişkinler zamanında çocuktu, pek azı hatırlasa da!"
Antoine de Saint-Exupery (The Little Prince / Küçük Prens)

Görünmez ÇocuklarYedi farklı yönetmen (Cezayir doğumlu Fransız yönetmen Mehdi Charef, Balkanlardan Emir Kusturica, Amerikalı Spike Lee, Brezilyalı Katia Lund, İngiliz Ridley Scott ve kızı Jordan Scott, İtalyan yönetmen Stefano Veneruso ve Çin’den John Woo.) Unicef ve WFP (Dünya Gıda Programı)'nın ortaklığında hayata geçirilen proje kapsamında dünyanın farklı coğrafyalarında ezilen, görmezden gelinen çocuklar üzerine yedi kısa film (Tanza / Blue Gypsy / Jesus Children of America / Bilu e Joao / Jonathan / Ciro / Song Song and Little Cat) çekerek 2005 yapımı All The Invisible Children / Görünmez Çocuklar isimli filmi gerçekleştirmişler. Yapım masraflarını yönetmenler üstlenmiş, filmden elde edilen kazanımlar Unicef'e aktarılmış. All the Invisible Children / Görünmez Çocuklar tüm mağdur edilen çocuklar için duyarlı bir dokunuş olmuş. Yedi film arasında benim en çok beğendiğim Katia Lund'un Bilu e Joao'sı...İki kardeşin gözünden Brezilya sokaklarındayız. Suça bulaşmadan nasıl var olmaya çabaladıklarını görmek hüzünlü ama bir o kadar da halen umudun var olduğunu kanıtlıyor biz umursamaz izleyicilere.

5 Ağustos 2008 Salı

Machuca

Gonzalo Infante ve Pedro Machuca 1973 yılının Şili'sindeyiz. Augusto Pinochet'nin Salvador Allende hükümetini kanlı bir darbeyle devirmesini 11 yaşında iki çocuğun gözlerinden izliyoruz Andrés Wood'un Machuca isimli 2004 yapımı filminde.

Özel bir Katolik okulunun müdürü olan idealist Peder McEnroe’nin amacı insanların daha eşit şartlar altında yaşamasına yardımcı olmak. Yakın çevrede oturan yoksul ailelerin çocuklarını okulda okuyan bazı zengin öğrenci ailelerinin desteği ile okula kabul ettirmektedir. Santiagolu zenginlerden sadece birkaç sokak ötede bir gecekondu mahallesinde ailesiyle birlikte yaşam savaşı veren Pedro Machuca, Peder McEnroe tarafından bu zengin okuluna işte böylelikle kabul edilir ve zengin burjuva bir ailenin çocuğu olan Gonzalo Infante'nin arkasındaki sırada oturmaya başlar. Santiago sokaklarında farklı görüşlerdekilerin mitinglerinde birlikte bayrak satmaya varacak kadar hoş bir arkadaşlık kurarlar. Kurarlar ama baştan biliriz ki farklı sınıflardan insanlar arkadaşlıklarını sürdüremezler. Darbe olduktan sonra gecekondu mahallesine gelerek askerlerin yoksulları sorgusuz sualsiz götürmelerini sessizce izliyor Gonzalo. Bir asker onu da götürmeye geldiğinde "üstümdekilere baksana, ben onlardan değilim" sözleri dökülüveriyor dudaklarından. Arkasında belki de tek gerçek arkadaşı olan Machuca'yı gözleri yaşlı bir halde bırakıp gecekondu mahallesinden uzaklaşıyor Gonzalo. Darbeyle birlikte gecekondu mahallesi yerle bir olurken, zenginler daha da zenginleşiyor.

Filmde Gonzalo'nun babasının Allende'nin izlediği politikalarla ilgili söylediklerini düşünüyorum; "Sosyalizm Şili için iyi, ama bizim için iyi değil". Siz kimsiniz ?

1 Ağustos 2008 Cuma

Değirmenimden esintiler

Benim güzel değirmenim



"Koyu Mavi" arkadaşım bana Alaçatı'dan yel değirmeni getirmiş. Her gözüm takıldığında esintisiyle beni alıp uçuruyor şimdi...

30 Temmuz 2008 Çarşamba

Leningrad Cowboys

Leningrad Cowboys1989 yapımı Leningrad Cowboys Go America / Leningrad Kovboyları Amerika'ya filmi Fin yönetmen Aki Kaurismäki'nin dünyaca tanınmasını sağlamış. Sovyet tundralarında müzik yapan grubun Amerika'ya gelmesini ve şansını fırsatlar ülkesi Amerika'da aramasını/zorlamasını anlatan bir başka yol/culuk filmi. Kaurismäki hem Sovyetler Birliği'ni (ki bunu grup üyeleri ile yöneticileri arasındaki ilişki açısından veriyor) hem de Amerika'yı (fırsatlar ülkesinin fırsatlar ülkesi olmadığını her fırsatta vurguluyor) güzel güzel taşlar filminde.

Film uçsuz bucaksız tundraların ortasında meşhur olmaya çalışan "Leningrad Kovboyları" isimli grubun kendilerini bir müzik yapımcısına dinletmesiyle başlıyor. Çaldıkları eski bir Sovyet marşı. Yapımcı grubu ticari bulmayıp bir karta telefon numarası yazıyor ve diyor ki ; "Amerika'da her türlü saçmalığı yutarlar, şansınızı bir de orada deneyin."

Şöhret peşinde fırsatlar ülkesi Amerika'ya ayak bastıklarında uyarıyla "rock & roll"a geçiş yapıyor ve New York'tan Meksika'ya doğru çetin Amerika turlarına başlıyorlar. Grup üyelerinin tek tip sivri saçları ve sivri ayakkabıları mükemmel üniformalarıdır. Amerika'ya geldiklerinde bir süre sonra yöneticilerinin (menajerleri) ayakkabısı farklılaşacak ve beyaza dönüşecektir. (Herkes eşittir ama bazıları daha eşittir !) Yöneticilerine karşı kıyafeti ile ilgili tepki gösteremeyen grup üyeleri içlerinden biri Teksas'ta kıyafetini renklendirince O'nu tepeleyecektir.

Aki Kaurismäki'nın bu filminde yine müzikler çok hoş. Leningrad Kovboyları New Orleans barlarından birinde mükemmel bir "Tequila" yorumluyor.

Bir başka sevdiğim bağımsız yönetmen Jim Jarmusch filmde New York'taki ikinci el araba satıcısı olarak görüntüye giriyor. Böylelikle iki bağımsız yönetmen Aki Kaurismäki ve Jim Jarmusch'un dostluğunu da gözlemlemiş oluyoruz.

23 Temmuz 2008 Çarşamba

Pidä huivista kiinni, Tatjana

Reino ve Valto
Fin yönetmen Aki Kaurismäki'nin sineması ile tanışmam geç oldu. Pidä huivista kiinni, Tatjana / Take care of your scarf, Tatiana / Eşarbına Sahip Çık Tatyana isimli 1994 yapımı filmini izledik dün akşam. Biri kahve biri votka düşkünü iki biryantinli 'rock' sever Reino ve Valto'nun biri Estonyalı diğeri Rus iki kadını arabalarına alarak Tallinn'e dek sürecek yol/culuk filmi. Valto'nun arabası çok konforlu bu arada. Gayet pratik ve taşınabilir kahve makinası bir de muhteşem bir plak çaları var arabada. Siyah beyaz, kısa diyaloglara dayalı, oldukça öz anlatımı ile kaybedenlerin filmini yapmış Kaurismäki. Müzikler çok hoş...Klavdia ve Tatjana

21 Temmuz 2008 Pazartesi

20 Temmuz sevgili(m) kocamın doğumgünüdür...Artık O'nun da kırkı çıktı.

16 Temmuz 2008 Çarşamba

Amerika, ne zaman bitireceğiz insanlarla savaşı?

1965 San Fransisco Martin Scorsese, No Direction Home / Eve Dönüş Yok : Bob Dylan belgeselinde, Minnesota'da başlayıp New York'un Greenwich Village klüplerinde ve New Port Folk Müzik festivalinde devam eden, 1966 yılındaki Manchester konseri ile doruk noktasına ulaşan bir kariyerin, efsane sanatçı Bob Dylan'ın hikayesini anlatıyor. Robert Allen Zimmerman'dan Bob Dylan olmaya doğru giden yolda, Dylan'ın 1966 yılına dek başına gelenler hem yakın arkadaşları tarafından hem de kendisiyle yapılan uzun röportajlar kanalıyla aktarılıyor. Filmdeki konuklardan biri olan ve Bob Dylan hakkında görüşlerini aktaran Allen Ginsberg'in belgeselde de dizelerine yer verilen Amerika şirinin bir bölümünü Cevat Çapan'ın çevirisiyle günceme alıntılıyorum;

AMERİKA
Amerika sana her şeyimi verdim,şimdi bir hiçim ben.
Amerika, iki dolar yirmi yedi sent 17 Ocak 1956.
Kendi kafama bile dayanamıyorum.
Amerika, ne zaman bitireceğiz insanlarla savaşı?
Al da kıçına sok atom bombanı.
Keyfim yerinde değil, sıkma canımı.
Kafam düzelmeden yazmayacağım şiirimi.
Amerika ne zaman melekleşeceksin?
Ne zaman soyunacaksın çırılçıplak?
Ne zaman bakacaksın kendine mezarlıktan?
Ne zaman yaraşır olacaksın milyonlarca Troçkistine?
Amerika neden gözyaşı dolu kitaplıkların?
Amerika yumurtalarını Hindistan'a ne zaman yollayacaksın?
Amerika bu senin çılgın isteklerinden artık bıktım.
Ne zaman süpermarkete gidip gerekeni alabileceğim
güzel gözlerimin hatırı için?
Amerika ne de olsa bir sen varsın, bir de ben kusursuz
olan, öteki dünya değil.
Şu makinaların da sıkıyor artık beni
Bana ermiş olma isteğini sen verdin.
Bir başka yolu olmalı bu tartışmayı sona erdirmenin.

....

Allen Ginsberg / Çeviri : Cevat Çapan

15 Temmuz 2008 Salı

No Direction Home

Martin Scorsese, No Direction Home / Eve Dönüş Yok : Bob Dylan filmini şöyle değerlendirmiş:

'Yalnızca belli bir çizgide kalarak Dylan'ın sabırlı yaratıcılık sürecini öğrenmek ve söylediklerini dinlemek. Dylan'ın söylediği şeyler psikolojik ya da hassas hayatı, politik yada herhangi birşey üzerindeki görüşleri. Ve ben onun söylediklerinin bugünkü toplumumuz, genç insanlar yada sanatçı olmaya çalışanlar için önemli olduğunu düşünüyorum. Ve gençlere söylemek istediğim birşey var ki para kazanmaktansa söyleyeceğiniz birşeylerin olması daha iyidir.'

Hedefin insanları köleleştirmek olduğu bir dünyada çok naif ve anlamlı bir dilek değil mi bu ?

Bob DylanBob Dylan, filmde yer alan basın toplantılarından birinde muhabirin sorduğu soru karşısında kendisini şöyle değerlendiriyor:
"Muhabir: Bay Dylan, etiketlerden hoşlanmadığınızı biliyoruz, haklısınız. Ama yaşı 30'un üzerinde olan bizler için kendinize bir etiket verip rolünüzün ne olduğunu tanımlayabilir misiniz?
Bob Dylan: Şey, kendimi 30 yaş altı olarak etiketliyorum. Rolüm de, elimden geldiğince burada kalmak. "

14 Temmuz 2008 Pazartesi

Woody Gutrie

Woodrow Wilson Guthrie Aslında haftasonu izlediğim Martin Scorsese'in yönettiği No Direction Home / Eve Dönüş Yok : Bob Dylan isimli belgeselden bahsetmek istiyordum ama bugün 14 Temmuz...Belgeselde sıklıkla geçen Bob Dylan'ın en çok ilham aldığı Amerikalı protest şarkıcı Woody Guthrie'nin doğumgünü. Kendisini akustik gitarının üzerine yazmış olduğu "This machine kills fascists. / Bu alet faşistleri öldürür." sloganının yer aldığı fotoğrafı ile ``AY'dan İzlenimler´´'e konuk etmek istedim.

Bini aşkın şarkı yazan Woody Guthrie'nin en tanınmış şarkısı 1940'ta yazmış olduğu "This Land is Your Land". Irving Berlin'in "God Bless America" şarkısına doğrudan bir yanıt, kızgın bir yanıt olarak yazdığı bu protest şarkıda bu ülke hepimizin diyor Woody Guthrie. Yine aynı yıl yazmış olduğu The Ballad of Tom Joad / Tom Joad'ın Şarkısı'nda John Steinbeck'in The Grapes of Wrath / Gazap Üzümleri romanının ana karakteri Tom Joad'dan esinlenmiştir.

7 Temmuz 2008 Pazartesi

Korkunun Ecele Faydası Yok

Küçük Kıyamet
10 Eylül 1509'da meydana gelen İstanbul Depremi büyüklüğü ve yarattığı ağır hasar sebebiyle halk arasında Kıyamet-i Suğra yani Küçük Kıyamet olarak adlandırılmış.

Durul ve Yağmur Taylan'ın 2006 yapımı Küçük Kıyamet / The Little Apocalypse isimli filmlerini haftasonu izledim. Film adını öncelikle 1509'daki büyük depremden alıyor ama senarist Doğu Yücel kendisiyle yapılan bir söyleşide "Küçük Kıyamet ismini ele alışlarının aslında daha çok tasavvuftaki anlamı, yani kişinin kendi ölümü" ile ilintili olduğunu belirtiyor.

Küçük Kıyamet filmini sevdim ve gerçekten etkilendim. Depremden, sonrasında yaşayacaklarımızdan dolayı korkuyorum. Hem de çok.

3 Temmuz 2008 Perşembe

Yay

YaY
"Öleceğim güne kadar bir yay gerginliğinde güzel, güçlü bir ses gibi yaşamak istiyorum."

Kim Ki-duk'un Hawl /
The Bow / Yay
isimli 2005 yapımı filmi bu cümleyle son buluyor. Film şiirselliğin doruğunda. Diyaloglar arasında boğulmadan da film çekilebileceğini gösteriyor Kim Ki-duk.