31 Ağustos 2011 Çarşamba

The Little Girl Who Lives Down The Lane

Nicolas Gessner'ın 1976 yapımı The Little Girl Who Lives Down The Lane / Yolun Sonundaki Küçük Kız adlı filmi; Laird Koenig'in aynı adlı romanından yine yazarın kendisi tarafından senaryolaştırılarak filme uyarlanmış tiyatro oyunu tadında (ki tiyatro oyunu olarak da sergilenmiş Koenig'in romanı), gerilim dozu çok iyi tutulmuş ve en önemlisi henüz 14 yaşındaki Jodie Foster'ın muhteşem oyunculuğuyla ön plana çıkan bir film. Benim açımdan filmi kayda değer bulmamdaki bir diğer unsur olmazsa olmazlarımdan olan Alice in Wonderland / Alice Harikalar Diyarında öyküsünden sonra bu romanın/senaryonun/filmin en iyi çay partilerinden birine sahip olması !Yolun Sonundaki Küçük Kız13 yaşındaki Rynn (Jodie Foster) ve ölümcül bir hastalığı olan şair babası Londra'dan Amerika'da okyanus kıyısında New England civarında küçük ve sessiz bir yerleşim yerine taşınırlar. Babası üç yılllığına bahçe içinde güzel bir ev kiralamıştır ve genellikle ortalıkta hiç görünmemektedir. Rynn'ın sorunsuz bozdurabileceği babasıyla ortak hesaplarına ait küçük miktarlı seyahat çekleriyle yaşamlarını sürdürmektedirler. Başta oldukça zararsız bir öyküymüş gibi başlayan olaylar, evi kiralamalarını sağlayan meraklı emlakçı Bayan Hallet, O'nun küçük kızlara meraklı pedofili olan oğlu Frank (Martin Sheen çok iyi rolünde), yardımsever Şerif ve Şerif'in sihirbazlığa meraklı yeğeni Mario sayesinde Rynn'in yaşadığı evde gizemli bir şeylerin döndüğünü yavaş yavaş anlamamıza yol açacaktır.Çay PartisiYolun sonundaki evdeki gizem adım adım izleyiciye sunulurken korku ayarı çok iyi harmanlanmış çay partisinde Rynn ve Frank'in son kozlarını paylaşmaları çok başarılı aktarılmış. Sonuçta bu bir kurgu deyip geçiyorsunuz ama yazar yanlış olanı aklamayı bir nevi yasallaştırarak aktarırken işte diyorsunuz sinemayla beyin yıkama da böyle olur ! Ortada iki suç var ve doğrusu taraf oluyorsunuz suçlardan birine layığını buldu diye kahramanlardan biri !
Jodie Foster çok iyi bir oyuncu olduğunun ve olacağının tüm ipuçlarını bu fimdeki bakışlarıyla gösteriyor bu arada...Rynn

30 Ağustos 2011 Salı

BAYRAM...


Bu sene 30 Ağustos Zafer Bayramı,
Şeker (Ramazan) Bayramı'na rastladı!
Çifte bayram, kutlu olsun...


.

29 Ağustos 2011 Pazartesi

Denizden Gelen

Çekimleri Ortaca, Dalyan ve Sarıgerme’de tamamlanmış olan Nesli Çölgeçen’in 2010 yapımı Denizden Gelen (Zeytin Dalı) filmi kaçak göçmenler sorununa dikkat çekiyor.Denizden Gelen JordanFilm, Onur Saylak’ın canlandırdığı eski polis Halil’in duruşmasıyla başlıyor. Görevi başında Afrikalı bir mülteciyi vurarak ölümüne neden olan Halil çektiği pişmanlık ve vicdan azabı yüzünden mesleğini bırakıp babaevi Ortaca’ya döner… Bir gün denizde dalgalarla boğuşan bir çocuk bulur, ölmek üzere olan çocuğu hastaneye yetişitirir. Çocuğun adı Jordan’dır. Gana’dan gelen Jordan annesiyle birlikte Yunanistan’da kaçak mülteci olan babasına ulaşabilmek için tekneyle Yunanistan’a geçmeye, oradan da üçü birlikte İngiltere’ye gitmeye çalışmaktadırlar. Ama hesaplar boşa çıkacak, Jordan ve annesinin bulundukları tekne Aşı Koyu yakınlarında batacak, anne boğulacak, Jordan da karaya vurarak Halil tarafından bulunacaktır.Hall ve JordanHalil ve Jordan arasında biraz da hastanedeki hemşire Yaren’in yönlendirmesiyle (Ahu Türkpençe canlandırıyor) başlayan iletişim Jordan’ın babasının gelip oğlunu Türkiye’den alamayacak olmasıyla kaçınılmaz bir sona adım adım ilerleyecektir. Dalyan’da hayata gözlerini açan Caretta - Carettalar gidecekleri yeri kendi doğalarında varolan yön duygusuyla bularak ilerlerler ve okyanusa açılırlar. Gana’dan yola çıkan Jordan da acaba Halil’in dediği üzere Carettalar gibi yolunu bulabilecek midir? Jordan ve Halil’den yana herşey iyiye gitsin diye umutlanıyorsunuz filmde ama bu nokta da işler umduğunuz gibi olmuyor. Halil bir nevi işlediği cinayetin diyetini Jordan’ı babasına kavuşturarak ödemek isterken ödemesi gereken daha büyük bedelin de olduğunu üzülerek görüyorsunuz.
Tüm dünyada ciddi bir sorun olan mültecilik ve insan kaçakçılığının üstesinden nasıl gelinecek, gelinilebilecek mi, yoksa böyle gelmiş böyle gider denilerek herşey oluruna mı bırakılacak, daha iyi koşullar için ülkelerinden zorunlu olarak ayrılanları aynı son mu bekleyecek soruları yine yanıtsız kalıyor film bittiğinde… Daha iyi bir dünya, evet, iyi güzel ama hani nerede ?

26 Ağustos 2011 Cuma

Yirmi Yıl Sonra

Yirmi Yıl SonraTürk sinema tarihinde bir dönüm noktası sayılan Ömer Lütfü Akad'ın 1952 yapımı Kanun Namına filminin ardından Osman Fahri Seden bu filmin devamı sayılan Yirmi Yıl Sonra / After Twenty Years filmini çeker. Yıl 1972'dir. Gerçekten yirmi yıl geçmiştir. İlk filmde genç bir delikanlı olan Ayhan Işık (Nazım rolünde) Yirmi Yıl Sonra'da hapisten çıkar. Hapse girdiğinde hamile olan karısı Ayten (Gülistan Güzey oynuyor) biri kız biri oğlan ikiz çocuk doğurmuş ve Nazım'ın isteğiyle babalarının katil olup hapse düştüğünü öğrenmemeleri için çocuklarına babalarının öldüğünü söylemiştir. Nazım hapisten evine döndüğünde sadece karısı Ayten'i hafızasını kaybetmiş bir şekilde bulmayacak, oğlunun yeraltı dünyasına karıştığını kızının ise zengin sevgilisinin peşinde uyuşturucuya alıştırıldığını öğrenecektir. Filmdeki klasik Yeşilçam klişeleri beklentileriniz doğrultusundadır, yine tuhaf diyaloglara şaşırırsınız (bebeği sabah bu odada unutmuşum gibi!), kadere, kaderin ağlarını örmesine sinirlenirsiniz ama merakla Nazım'ın çocukları için verdiği mücadeleyi izleyip hüzünlenirsiniz... YİRMİ YIL SONRA - DVD
YİRMİ YIL SONRA - AÇIKLAMA
1972 yılının inanılmaz güzellikteki İstanbul görüntüleri eşliğinde ilk film Kanun Namına kadar hoş bir film Yirmi Yıl Sonra. Filmin girişindeki jeneriğinde ve sonunda çalan şarkı da çok hoş. Fazla bir bilgiye ulaşamadım ancak şarkıyı seslendirenin Gülhan Pars olduğunu öğrenebildim. (Filmin jeneriğinde maalesef adı geçmiyor Gülhan Pars'ın.)

25 Ağustos 2011 Perşembe

Montreal Film Festivali

Ayrı birey AY Hanım ve arkadaşları "Koyu Mavi", "Kaz Dağları Perisi" ve de "Yaratıcı Elişi Perisi"'nin geleneksel "Cadılar" buluşması 'sakızlı muhallebi' tadındaydı ! Montreal Film Festivali kataloğum "Koyu Mavi" arkadaşım sayesinde taaa Montreal'den geldi... Bu yıl 35. si düzenlenen festivalde ikisi yarışmada olmak üzere toplam yedi Türk filmi gösteriliyor. 28 Ağustos'da sona erecek festivalde Mustafa Nuri'nin yönettiği Vücut / Body ile Cemil Ağacıkoğlu'nun yönettiği Eylül / September filmleri “İlk Filmler Dünya Yarışması”'nda ülkemizi temsil ediyor. Eylül hüzünlü bir aşkı konu edinirken, Vücut filmi ise 40'lı yaşlarda bir porno film oyuncusunun öyküsünü anlatıyormuş.Montreal Film FestivaliVücutEylül
Fotoğrafların üzerine tıklayın büyüsünler !

Festivalin "Dünya Sineması" bölümünde Orhan Oğuz’un Hayde Bre, İlksen Başarır’ın Atlıkarınca, Sedat Yılmaz’ın Press ile Atilla Cengiz’in Oğul filmleri yer alıyor. Derviş Zaim'in Gölgeler ve Suretler / Shadows and Faces filmi ise “Dünya'nın Ustaları” bölümünde gösteriliyor.Gölgeler ve Suretler
Fotoğrafın üzerine tıklayın büyüsün !

Birin İçindeki Çokluk

Nar Ağacı
Nar (Punica granatum);
Kendi güzel, rengi güzel, tadı güzel !

Annemin yazevinin karşı bahçesindeki nar ağacının dalları kırılmak üzereydi dolu dolu narlardan... Zeytin ağaçlarının arasından geçerek nar ağacına ulaşmak ayrı bir keyif veriyor her defasında...

17 Ağustos 2011 Çarşamba

İlk Yerli Uydumuz RASAT Uzay Yolculuğunda

Rasat - TübitakTÜBİTAK Uzay Teknolojileri Araştırma Enstitüsü (TÜBİTAK UZAY) tarafından, Türkiye'de tasarlanıp üretilen, Türkiye'nin ilk yerli yer gözlem uydusu (aynı zamanda Türkiye'de bugüne kadar üretilen en büyük uydu) RASAT, Rusya Federasyonu'nun Kazakistan sınırındaki Yasny Fırlatma Üssü'nden bugün uzaya gönderiliyor.”
İlkokuldayken yazdığım "Uzay'dan Mektup Var" isimli kompozisyonum düştü birden usuma.
Uzay denilen boşluk sizi de ürkütmez mi zaman zaman? Üstelik Juvenalis'in dediği gibi; Quis custodiet ipsos custodes?
.

16 Ağustos 2011 Salı

Woody Allen’in Paris için Aşk Mektubu

Woody AllenWoody Allen, The Bop Decameron isimli yeni filmini İtalya’da çekmeye devam ederken bu yılki Cannes Film Festivali’nin açılış filmi olan ve ‘Paris için aşk mektubu’ olarak nitelendirilen Midnight in Paris / Geceyarısı Paris’te filmi, bir değişiklik olmazsa ülkemizde 30 Eylül’de gösterime giriyormuş. Her zaman Woody Allen’in yazıp, yönettiği ve de bizzat rol aldığı filmlerini tercih etsem de (ki hemen ekleyeyim; Woody Allen'i değil ama filmlerindeki pırıltıları çok severim) sevdiğim yılların, 1920li yılların ışıltılı Paris’i beraberinde sevdiğim yazarları, müzisyenleri, ressamları ve gerçeküstücüleri (Scott Fitzgerald, Cole Porter, Pablo Picasso, Salvador Dali, Man Ray, T.S. Eliot, Luis Buñuel ve şu an aklıma gelmeyen diğer isimler) içerdiği için merakla bekliyorum bu filmi…

15 Ağustos 2011 Pazartesi

Sakız Ağacı Olabilmek

Yaprakları kışın dahi dökülmeyen, ülkemizde Çeşme ve civarında yetişen sakız ağaçları önce görüntüsüyle, sonra meyvesi ve reçinesiyle kendisini size hayran bırakıyor...Sakız AğacıSakız Ağacı
Bu iki fotoğraf www.doğaltedavi.org adresinden alıntılanmıştır.
Sakız Ağacı Reçinesi
Bu fotoğraf www.agaclar.net adresinden alıntılanmıştır.


Adını verdiği bir ada (Sakız Adası) var sakız ağacının, sonra Can Yücel’in güzel şiiri ve Hüsnü Arkan’ın güzel bestesi var…


Sakız Ağacı

O bir sakız ağacıydı, alelade;
Bir gün o yeşil sahile çıktı geldi,
O zaman bu zamandır memnun yerinden;
Seyreder bulutları, göğü, denizi.

Titreşirdi rüzgârla güneşli yaprakları;
Ömür sürdü öyle hoşnut dünyasından,
Aydınlıktan uyku tutmazdı bazı geceler,
Motor sesleri duyulurdu uzaklardan.

Tanrı adını işitmedi ömründe;
İnanmadan da madem yaşanıyor diye,
Rüzgârlı bir kıyıda, sevinç içinde,
Yaşamak dururken düşünmek niye?

Anmadı geçenleri bir defa bile;
Ne uğraşır mesut olan gelecekle?
Bir avare misali, günü gününe,
O bir sakız ağacıydı, yaşadı sade.

Can Yücel
[21 Ağustos 1926 - 12 Ağustos 1999]




Sakızı, kurabiyesi, reçeli, likörü, rakısı, kahvesi, dondurması bir yana “sade” yaşayan sakız ağacının sakızının çok sevdiğim bir de muhallebisi var !Sakızlı Muhallebi

9 Ağustos 2011 Salı

Hachi-gatsu no kyôshikyoku

Japonya'nın Hiroşima kentine 6 Ağustos 1945 tarihinde ilk atom bombasını bırakan Amerika Birleşik Devletleri yetinmemiş olacak ki, 66 yıl önce bugün yani 9 Ağustos 1945'te, ilk bombadan hemen üç gün sonra, bu kez Nagazaki'de yaşayanları atom bombası ile tanıştırır ! Amerikan “Bockscar” isimli B-29 Superfortress modeli bombardıman uçağı, “Fat Man” (Şişman Adam) adlı ikinci atom bombasını Nagazaki semalarından kentin üzerine bırakır. “Şişman Adam” ilk anda 70 bin kişiyi öldürür. Bir Japon arkadaşımdan duymuştum, ikinci kez atom bombası bırakılacak kent aslında Fukuoka kenti olarak planlanmışken, Fukuoka'nın üstü bulutlarla kaplı olduğu için Amerikan uçakları hedef değiştirerek Nagazaki'ye yönelmişler. "Ne acı" demişti Japon arkadaşım, "kendi kentimiz kurtuldu ama pek çok vatandaşımız ölüverdi Nagazaki'de (ve Hiroşima'da) diye hep hayıflanır, sessizce gözleri hep yaşlarla dolardı anneannemle dedemin..."
Atom bombalarına karşı usta Japon yönetmen Akira Kurosawa'nın 81 yaşındayken tamamladığı 1991 yapımı Hachi-gatsu no kyôshikyoku / Rhapsody in August / Ağustos'ta Rapsodi filminin olabilecek en dokunaklı yanıt olduğunu düşünmüşümdür hep.Hachi-gatsu no kyôshikyoku
Film üzerine notlarım için lütfen tıklayınız:
Ağustos'ta Rapsodi

5 Ağustos 2011 Cuma

Somewhere

Yönetmen Sofia Coppola’nın yazıp yönettiği 2003 yapımı Lost in Translation / Bir Konuşabilse… filmi, şu linke tıklayarak okuyabileceğiniz üzere, tekrar tekrar izlenebilecek filmler kategorimdedir: Nevzat Akay’ın nihavend bestesi çalar: “Geç Buldum Çabuk Kaybettim.”

Bir süredir arşivimize katılan yeni ve elbette bıkıp usanmadan tekrardan izlediğimiz filmlerle “sinema günleri” sürüyor evimizde… Sofia Coppola’nın bir nevi Lost in Translation filminden “Lost in Hollywood”’a geçiş yaptığı Somewhere / Başka Bir Yer adındaki yine hem yazıp hem yönettiği ve de 2010 Venedik Film Festivali’nde “Leone d'oro / Altın Aslan”’ı aldığı son filmi, arşivimize yeni katılan ve tereddütsüz ekleyeceğim üzere tekrar tekrar izlenebilecek filmler kategorime giren filmlerden.

Hemen belirtmek istediğim bir nokta; Somewhere filminin açılış sahnesinin bana fazlasıyla Vincent Gallo’nun Brown Bunny / Kahverengi Tavşan filmini anımsatması. Sadece Somewhere filminde süre olarak açılış sahnesi daha kısa, bir de elbette burada aynı yol (ya da boşluk mu desem?) üzerinde dönüp duran dört tekerlekli pahalı bir Ferrari ! ( Brown Bunny filminde bir motosikletti açılış sahnesinde dönüp duran…) Sofia Coppola, ünlü bir Hollywood yıldızı olan Johnny Marco ile tanıştırıyor izleyiciyi bu filminde…Johnny MarcoHayli renkli, keyifli, pek çok kişinin gıpta ettiği bir hayata sahip gibi gözüken Johnny Marco (Stephen Dorff tek sözcükle mükemmel canlandırmış rolünü) menajeri ne derse onu yapan, verilen direktiflerle günlük programını dolduran, kameralar karşısında gül denilince gülen, basın toplantısında sorulan sorulara pek de yanıt bulamayan, o kadından bu kadına dolaşan, uyumadan önce ikiz striptizcilerin yaptığı gösteriyi aynı boş gözlerle izleyen (uykudan önce striptiz şov !), pahalı Ferrari’si ile turlayıp duran, sahte hayatının anlamı ve amacı olmayan birisi aslında…Johnny ve CleoFilmin en başında Ferrari'siyle turlayıp duran Johnny Marco’nun boşluktaki ruh halini izleyiciye fazlasıyla yansıtan yönetmen, aktörün 11 yaşındaki kızı Cleo ile (Elle Fanning bakışlarıyla tüm rolün üstesinden gelmiş) birlikte geçirdikleri zamanlarda nasıl değiştiğini de çok hoş aktarmış. Katılacağı kamp öncesinde babasına zorunlu olarak misafir olan Cleo ile Johnny Marco’nun birlikte geçirdikleri günler, aslında kızını hiç tanımayan, kızıyla yeterince vakit geçirmemiş olan Johnny için bir fırsat oluyor.CleoFilmle ilgili daha fazla detaya girmeden, sadece bu noktada kendisi de ünlü bir babanın, yönetmen Francis Ford Coppola’nın kızı olan Sofia Coppola’nın babasıyla olası Electra vari iletişiminin izdüşümlerini, bilinçaltından beyazperdeye şifreli bir biçimde bir kez daha aktarmış olduğunu yinelemek istiyorum ! (İlk aktarım elbette Lost in Translation filmidir.)

Derinlemesine bir film bence Somewhere / Başka Bir Yer. Müzikleri de oldukça hoş. Herşey bir yana, Johnny’nin kamp servisine bıraktığı kızına söylediği cümlenin helikopterin gürültüsünden dolayı Cleo tarafından duyulamaması da bir o kadar manidar diye düşünüyorum !

4 Ağustos 2011 Perşembe

Akasyalar Açarken

Akasyalar AçarkenMemduh Ün’ün 1962’de çektiği, Göksel Arsoy, Filiz Akın ve Gülistan Güzey’in başrolleri paylaştığı Akasyalar Açarken filmi, adını Yesâri Asım Arsoy’un hüzzam şarkısından alır. (Küçük bir not hemen, ünlü bestecimiz Yesâri Asım Arsoy, Türk Sineması’nın ‘Altın Çocuk’ lakaplı Göksel Arsoy’un da amcasıdır aynı zamanda)…Bu film, Filiz Akın’ın oyunculuğa başladığı ilk filmdir ve yapımcısı da bizzat kendi adıyla kurduğu şirketiyle Göksel Arsoy’dur… Siyah beyaz 1960’lı yılların güzelim İstanbul görüntüleri eşliğinde, birbirlerinden habersiz aynı adama aşık olan iki kızkardeşin öyküsünü izleriz Akasyalar Açarken'de. Akasya demişken, maharetli "Kaz Dağları Perisi" arkadaşımın kendi elleriyle topladığı beyaz akasya çiçeklerinden yaptığı akasya reçelini günceme konuk etmeden duramayacağım elbette. Herşeyden önce çok değişik, bir o kadar da leziz oluyormuş akasya reçeli… Değişik tatlar arayanlar için birebir ! Akasyalar açalı yaklaşık dört ay kadar olduysa da, bu reçel uğruna Ağustos sıcağında böyle bir kayıt yapılır derim !Beyaz akasya çiçekleri
Akasya çiçekleri dönüşünce reçele...
Akasya Reçeli