28 Şubat 2011 Pazartesi

...Ve “Oscar” Kral’a Gider !..

York Dükü ve Lionel LogueDavid Seidler’in senaryosunu yazdığı, Tom Hooper’ın yönettiği 2010 yapımı The King’s Speech / Kral’ın Konuşması filmini dün izledim. York Dükü Albert (ki Kral VI. George olacaktır)’ın konuşma bozukluğunu çözecek Lionel Logue (Geoffrey Rush çok iyi rolünde) ile tanıştıklarında aralarında geçen birbirlerine nasıl hitap edeceklerine yönelik diyalog bazılarının daha fazla eşit olduğunu göstermiyor mu?
York Dükü: Tedaviye başlamayacak mısınız, Doktor Logue?
Lionel Logue: Tedavi olmak istiyorsanız, tabii. Lütfen bana Lionel deyin.
York Dükü: Doktor demeyi tercih ederim.
Lionel Logue: Ben de Lionel demenizi. Bu arada, ben size nasıl hitap edeceğim?
York Dükü: "Ekselansları". Ondan sonra da "efendim".
Lionel Logue: Burası için biraz resmi kaçar. İsimlerimizi kullanmayı yeğlerim.
York Dükü: Prens Albert Frederick Arthur George.
Lionel Logue: Bertie desem?
York Dükü: Yalnızca ailem öyle diyebilir.
Lionel Logue: Çok güzel. Burada eşit olmamız daha âlâ.
York Dükü: Eşit olsaydık burada olmazdım. Evimde karımla olurdum...ve kimsenin de umurunda olmazdı!

83. Oscar Ödülleri şaşırtmadı bu kez…The King’s Speech filminin, en iyi yönetmen, en iyi film ve en iyi erkek oyuncu ödüllerini aldığını öğrendiğimde bu sabah, eskilerde okuduğum bir makaleyi anımsadım birden. Kimin yazdığını anımsayamadığım makalenin özü “en iyi oyuncu (erkek ya da kadın farketmez) ödülü öyle ya da böyle hastalıklı birilerini canlandıranlara gider genellikle” idi. Bu yıl en iyi erkek oyuncu konuşma bozukluğu olan Kral’a (Kekeme Kral VI. George’u canlandıran Colin Firth) , en iyi kadın oyuncu ödülü ise kişilik bölünmesi yaşayan balerine (Black Swan / Siyah Kuğu’daki sorunlu balerin rolüyle Natalie Portman) gitmiş oldu.

25 Şubat 2011 Cuma

Nevrotikliğin Doruklarındaki Giuliana

Pandora Kitabevi'ni pek severim ve zamanım oldukça internet sitesini ziyaret eder, özellikle sahaf kitaplarını uzun uzun incelerim. Geçenlerde kızım için kitap seçerken, sahaf bölümünden de Düzlem Yayınları'ndan çıkmış olan Charles Thomas Samuels'in "Antonioni, Truffaut, Fellini, Bergman Sinemasını Anlatıyor" isimli söyleşi kitabını kendim için sipariş ettim.GiulianaŞu sıralar nevrotiklik üzerine kafamı fazlasıyla yorduğumdan mıdır nedir Michelangelo Antonioni'nin sevdiğim Il Deserto Rosso / The Red Desert / Kızıl Çöl filmini yeniden mi izlesem diye düşünürken kitapta Antonioni'nin bu filminin ruh daraltan, karartan ana karakteri Giuliana ile ilgili düşünceleri oldukça ilgimi çekti. Yönetmenin en karmaşık kadın karakterlerinden birisi olan Giuliana için yazarın sorduğu soruya yönetmenin yanıtını oldukça isabetli bir o kadar da kurnazca bulduğumu söylemeliyim.
"......
Charles Thomas Samuels: Filmlerinize yapılan eleştiriye gösterdiğiniz tepkiye seviniyorum. Örneğin, sizin en sadık hayranlarınızdan biri olan Dwight Macdonald (Amerikalı film eleştirmeni), giderek, sizin, nedenlerin ayrıntılarına girmeksizin, karakterlerde sonuçları gösterdiğinizi duyumsama noktasına geldi. Bunun hakkında ne dersiniz?
Michelangelo Antonioni: Bir karakterin niçin öyle olduğunu göstermek önemli mi? Hayır, O öyledir; hepsi bu.
Charles Thomas Samuels: Sizinle, "Red Desert" dışındaki filmleriniz bakımından aynı düşüncedeyim. Ötekilerde, belli bir anda normal karakterleri görüyoruz ve bütün sorunlarınız o anla ilgilidir. Ancak, Giuliana hastadır ve hasta insanlar, bizde niye öyle oldukları yolunda merak uyandırırlar.
Michelangelo Antonioni: Bu soruya yanıt vermek için bir başka film yapmam gerekir. Birisinin niye nevrotik olduğu, uzun ve karmaşık bir öyküdür.
Charles Thomas Samuels: Ancak, film, O'nun çevresinin bir anlamda nevrozunun nedeni olduğunu göstermiyor mu?
Michelangelo Antonioni: Ancak, hiç kimse nevrotik olmaz; eğer...-demek istediğim, nevroz, elverişli toprakta boy atar. Her zaman fiziksel bir temel vardır; çevre, bir derecede, kendi rolünü oynar; kişinin fiziksel yapısı, onun etkisine duyarlıdır. Beni ilgilendiren, nevrozun kökenleri değil, sonuçlarıdır.
......"

Giuliana karmaşık, film karmaşık, nevrotiklik karmaşık ama bildiğim Giuliana'nın ruh sıkışıklığı bir şekilde iyi geliyor ruhuma ! Yeniden izlemek gerek "gerçekliğin korkunç bir yanı var..." diyen Giuliana'yı.

23 Şubat 2011 Çarşamba

Gerçeküstücü yönetmen: Alejandro Jodorowsky

Alejandro JodorowskyHayranı olduğum sürrealist/gerçeküstücü yönetmen Alejandro Jodorowsky, Santa Sangre filminin Türkiye’deki ilk gösterimi sebebiyle !f İstanbul’un konuklarından bu yıl. Kerem Akça 81 yaşındaki efsanevi yönetmenle çok hoş bir röportaj gerçekleştirmiş, okumak için şu linke tıklayabilirsiniz: 'Amerikan sömürgeciliği Hollywood'u esir almış'
Belleğim beni yanıltmıyorsa yönetmenin toplam 6 uzun metrajlı filmi de arşivimizde mevcut. Meraklıları günceme konuk ettiğim yönetmenin en sevdiğim üç filmi için aşağıdaki linkleri tıklayabilir.

Fando y Lis için bu link: Aşk Bireyseldir!

The Holy Mountain için şu link: Kutsal Dağ

Santa Sangre için bu link: Santa Sangre


Tekrarda fayda vardır ! Jodorowsky'nin anlamlı söylemiyle bugünkü günce notumu sonlandırmak isiyorum;
"The world is ill. We need to make therapy pictures. If art is not the medicine of society, it is the poison."
*** (Benim yorumumdur!)
"Dünya hasta/sakat! Terapi için sanata gereksinim duyuyoruz. Eğer sanat toplumun ilacı olmayacaksa zehiri olsun!"

22 Şubat 2011 Salı

Kar Kraliçesi: Eranthis hyemalis

Eranthis hyemalis / Winterlinge / Kar ÇiçeğiGünüm, soğuğa aldırmadan karların arasından dimdik başını çıkarmış cesur `eranthis hyemalis´ fotoğrafıyla aydınlandı bugün. Alman arkadaşım "özlemle baharı bekliyoruz" demiş ve eklemiş "kardan, buzdan, soğuktan tek korkmayan bahçemizdeki küçük sarı çiçekler."

Meraklısı için küçük bir not: `Eranthis hyemalis / winterlinge / kar çiçeği´ Anadolu'da 1300-1800 metre arasındaki açık alanlarda yetişen, Ocak sonundan Mart sonuna kadar sarı çiçekler açan oldukça hoş bir bitkidir. Bakmayın narin görüntüsüne, kara karşı meydan okuyabilen nadir çiçek türlerinden biridir `eranthis hyemalis´.

17 Şubat 2011 Perşembe

İzlemekten Usanılmayan Film: Casablanca

Sarı BabuşBu öğlen, "Koyu Mavi" arkadaşımın Fas yolculuğu anılarını dinlemek oldukça keyifliydi. "Koyu Mavi" arkadaşım, Faslılar'ın her türlü kıyafetin altına, ayaklarına giydikleri babuşlardan getirmiş bana... Bir de, elbette tartışmasız bir Hollywood klasiği olan meşhur Casablanca filminin afiş magnetini... O'nun sayesinde arkasında "Made in Morocco" yazılı film afişi magnetim kişisel müzemin sinema bölümünde yerini alacak. ABD Film Enstitüsü (AFI) tarafından 2002 yılında tüm zamanların en iyi aşk filmi seçilen Casablanca'nın en ilginç özelliklerinden birini, senaryosunun çekimleri sürerken sürekli yeniden yazılmış olmasını hatırlatarak ve ne kadar klişe de olsa tekrar tekrar izlemekten usanmayacağım filmlerin başında geldiğini belirterek noktalıyorum günce notlarımı.Casablanca

Bu Dünya'dan Gülerek, Güldürerek Geçti İsmail Gülgeç...

`Gülgeç´, bir karikatürist için ne hoş bir soyadı!.. Son yolculuğuna bugün uğurlanırken İsmail Gülgeç, eşsiz tiplemesi "Entellektüel Ayı" kaldı bizlere yadigar!Entellektüel Ayı

16 Şubat 2011 Çarşamba

Okuribito

2008 yapımı Okuribito (おくりびと) / Departures / Uğurlama filmi, Japon yönetmen Yôjirô Takita ’nin 32. Japon Akademi Ödülleri’ni silip süpürdüğü gibi yabancı film dalında da 2009 Oscar’ını almış ödüllerle bezeli oldukça hoş bir filmi. Ölüm üzerine saygıyla düşündürtüyor ve ölenleri son yolculuklarına uğurlarken, tabutlarını hazırlarken bu mesleği yapanların aslında ne kadar asil bir işle uğraştıklarını da vurguluyor.

Aslında çello çalan ama çalıştığı orkestra dağılınca karısı Mika’yla birlikte memleketi Yamagata’ya dönen Daigo Kobayashi “iyi iş koşulları” sunulan bir yardımcı aranıyor ilanına başvurur. Gittiği işyerinin turizm acentesi olduğunu varsayarak gider ama bu şirketin tam olarak ne iş yaptığını sorduğunda cesetlerin yakılmadan önce törensel olarak hazırlandığı ve tabutlandığı yer olduğunu öğrenir.Sasaki ve Daigo ölüyü hazırlama törenindeDaigo işe başlamakta tereddüt eder ancak işin patronu Sasaki işi alması için zorlayınca kabul edip , karısı Mika'dan gerçekte ne yaptığını gizleyerek sadece işinin törenlerle ilgili olduğunu söyler. Daigo patronu Sasaki ile birlikte gittiği evlerde ölümün çeşitli biçimleriyle karşılaştıkça, ölmüş kişileri son yolculuklarına hazırladıkça, tereddüt ettiği ölüleri uğurlama işleminin aslında bir şekilde hayata saygıyı ifade ettiğini de anlamaya başlar. Zamanla kendisine karşı çıkan, işini bırakması için baskı uygulayan karısı Mika da yaptığı işin ne kadar asil bir iş olduğunun ayırdına varacaktır.

Film, ölüm kavramının, sevdiklerinizi uğurlamanın ne kadar önemli olduğunun yanısıra “taş mektup” olgusunu da belleklere kazıyor. Ana kahraman Daigo karısı Mika’ya seçtiği taşı uzatırken taş mektubun ne anlama geldiğini de aktarıyor…Taş Mektup”Çok eski çağlarda insanlar yazıyı keşfetmeden önce hislerini ifade eden taşları bulur ve onları başkalarına verirlermiş. Taşı alan kimse, ağırlığına ve dokusuna bakıp veren kişinin hislerini anlarmış...”
Sahi, sizin hiç taş mektubunuz oldu mu ? Peki, siz hiç taş mektup verdiniz mi?

11 Şubat 2011 Cuma

"Funny Valentine" /// Déjà vu

Sistemin yönlendirdiği tüketim güdüsünden aşk da nasibini fazlasıyla aldı ama yine de sevdiğim Shakespeare sonesini yeniden yazmadan duramayacağım en azından 14 Şubat değil bugün diye düşünerek. 116. sonedeki şu dize beni etkilemiştir her zaman..."Love is not love which alters when it alteration finds." / Karşılaştığı ilk fırsatta değişiyorsa aşk, aşk değildir nazarımda. (Benim yorumum/çevirimdir.)

Sonnet 116

Let me not to the marriage of true minds
Admit impediments. Love is not love
Which alters when it alteration finds,
Or bends with the remover to remove:
O no! it is an ever-fixed mark
That looks on tempests and is never shaken;
It is the star to every wandering bark,
Whose worth's unknown, although his height be taken.
Love's not Time's fool, though rosy lips and cheeks
Within his bending sickle's compass come:
Love alters not with his brief hours and weeks,
But bears it out even to the edge of doom.
If this be error and upon me proved,
I never writ, nor no man ever loved.

William Shakespeare


"Love's not Time's fool!"
"Zamanın oyuncağı değildir aşk!"

9 Şubat 2011 Çarşamba

Station Agent

2003 yapımı Station Agent / İstasyon Şefi filmi (ülkemizde ‘Hayatın İçinden’ adıyla oynamış) yönetmen Thomas McCarthy’nin senaryosunu da yazdığı bir ilk film. Arşivimizde uzun süreden beri var ama izlenme sırası ancak gelen filmlerden olduğundan ancak izleyebildim ve doğrusu bir tren fanatiği olarak keşke daha önce izlemiş olsaydım diye düşündüm. Yönetmen Thomas McCarty 2004 yazında yapılan bir röportajda Newfoundland tren istasyonunun senaryosuna ilham kaynağı olduğunu belirtmiş. Yönetmen, Batı New Jersey’de bir göl evi almış olan erkek kardeşini ziyarete giderken Newfoundland tren istasyonunu görmüş ve kendi başına öylece duran bu terk edilmiş istasyon O’nu derinden etkilemiş. Sahibinin kim olduğunu araştırırken de "tren yolu fanatikleri"´nin alt kültürüyle tanışmış. "Tren yolu fanatikleri" Amerikan tren yollarının geçmişine ve kültürüne hayranlık duyan insanlar için kullanılan bir terim ve tren raylarının insanları birbirlerine bağlamakta üstlendiği rol yönetmeni adeta büyülemiş. Ne kadar şiirsel değil mi? Tıpkı trenler gibi…
Station Agent / İstasyon Şefi filminde üç ana karakter, üç yalnız insanla tanışıyoruz. Finbar McBride (Peter Dinklage canlandırıyor) 135 santimetrelik boyuyla kendi dünyasını kurmuş, kendi kendine yetebilen bir cüce. Kendisine miras kalan Newfoundland tren istasyonuna taşınıyor.FinFinbar’ın hayatına önce hemen karşısında sosisli sandviç satan Joe Oramas (Bobby Cannavale), sonrasında da oğlunu kaybetmenin acısıyla baş etmeye çalışan Olivia Harris (Patricia Clarkson) giriyor.Fin ve JoeFin’in tren rayları boyunca yürüyüşleri Joe’nun biraz askıntı olarak kendisine eşlik etmesiyle ikili yürüyüşlere ve Olivia’nın onlara katılmasıyla da üçlü gezintilere dönüşüyor. Küçük Amerikan kasabasının ücra tren istasyonunda üç ruhun kesişmesiyle bezeli film tüm duru samimiyetiyle ruhunuzu yakalıyor. Elbette güzelim trenleri ve tren raylarını da unutmamak gerek !ve Fin ve Olivia ve Joe

7 Şubat 2011 Pazartesi

Nümismatide Nostalji...

Daha önce de nümismati ile ilgili konularda aktarımlarda bulunduğum, 1960'larda ve 1970'lerde yayın hayatında bulunan "HAYAT TARİH MECMUASI"´ndan, yeni bir aktarımda bulunacağım :
Yılı 1970 olan bu seferki dergi, 1970 yılının ilk sayısı... HAYAT TARİH MECMUSASI - 1970 - SAYI -1 - KAPAKNumismatik aleme değerli katkılarda bulunan rahmetli Nuri Pere ile yapılmış bir röportaj, bu sayının dikkat çekici yazısı. Yazıyı rahatça okuyabilmek için, her bir sayfanın taranmış ve küçültülmüş görüntüsünün üzerlerine tek tek ve sırasıyla tıklamanız yeterli. Yeni pencerede açılacaklardır...
Herhangi bir telif sorunu oluşması durumunda, blog profilimdeki iletişim adresimden bana ulaşabilirsiniz; böyle bir durumda, bu girdi derhal kaldırılacaktır.
Son olarak, bu taranmış (scan edilmiş) Türkçe yazıları okuyamayacakları veya kolayca çeviremeyecekleri için, "Ay'dan İzlenimler"´in yabancı takipçilerinden özür dilerim!
HAYAT TARİH MECMUASI - 1970 / 1 - S.35

HAYAT TARİH MECMUSASI - 1970 - SAYI -1 - SAYFA 35
HAYAT TARİH MECMUASI - 1970 / 1 - S.36

HAYAT TARİH MECMUSASI - 1970 - SAYI -1 - SAYFA 36
HAYAT TARİH MECMUASI - 1970 / 1 - S.37

HAYAT TARİH MECMUSASI - 1970 - SAYI -1 - SAYFA 37
HAYAT TARİH MECMUASI - 1970 / 1 - S.38

HAYAT TARİH MECMUSASI - 1970 - SAYI -1 - SAYFA 38
HAYAT TARİH MECMUASI - 1970 / 1 - S.39

HAYAT TARİH MECMUSASI - 1970 - SAYI -1 - SAYFA 39
HAYAT TARİH MECMUASI - 1970 / 1 - S.40

HAYAT TARİH MECMUSASI - 1970 - SAYI -1 - SAYFA 40

2 Şubat 2011 Çarşamba

"Kare kare aklımda !"

Son bir iki gündür, yarıyıl tatilinden yararlanarak kızımızın henüz izlemediği, sevgili(m) kocamın da "kare kare aklında" olmayan arşivimizdeki filmlerden filmler seçerek bir nevi sinema günleri yapıyoruz evde. Pazartesi akşamının filmi Alfonso Cuarón'ın 2001 yapımı "Y tu mamá también / And your mother, too / Ananı da..." filmi idi. Dün akşamın filmi ise Jean-Luc Godard'ın politik filmlerinin ilki olarak nitelendirilen 1967 yapımı La Chinoise / Çinli Kız filmi oldu. Kısaca diyebilirim ki kızım Godard'ın filmini pek heyecanlı buldu, hatta hayatının filmi olarak niteledi ! :-)

Tekrar izledikten sonra her iki filmle ilgili daha önce düştüğüm notlara döndüm güncemde. Meraklısı aşağıdaki linklere tıklayabilir.
*Alfonso Cuarón'ın filmi için bu link:Y tu mamá también
*Jean-Luc Godard'ın filmi için şu link:Şu küçük kırmızı kitap var ya...Şu küçük kırmızı kitap var ya...

1 Şubat 2011 Salı

”Halbuki hayat yaşanmaz kitap okur gibi.”

Favoring SmileZaman zaman, taaa Amerika’daki yeğenim ile kitaplardan, filmlerden, O’nun yazdığı denemelerden, buradan, oradan, şuradan konular üzerine yazışırız. Dün bana ulaşan denemesi, benim de sevdiğim Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun meşhur romanı Yaban ile girizgah yaparak daha farklı noktalara giden, beni de farklı düşüncelere sürükleyen bir yazıydı. “AY’dan İzlenimler”´e konuk etmek istedim beni en çok etkileyen paragrafı:
“Halbuki hayat yaşanmaz kitap okur gibi. Hayat okunmaz kitap okur gibi. Hayatı yaşarken biraz daha sevgi ve biraz daha cesaret gerekir. Aynı soruyu bir kere sormak yetmez, cevap almaya devam ettikçe sonuna kadar sormak gerekir. Cevaplar bitinceye kadar, gerçeği bulana kadar. Kana kan dişe diş değildir hayat. Kalbe kalp, bileğe bilektir.
Kitap bitince biter ya kimin kazandığını değiştiremezsin. Hayat öyle yaşanmaz işte.”