31 Aralık 2008 Çarşamba

"___________________________________________________"
Bugünden yarına bitecek koskoca bir yıl...
Değişen ne ?
Doris Day söylüyor; "Que sera sera"
~~~~~~~~~~~~
2009 farklı olacak. Hissedi(yorum).
Felix sit annus novus !

30 Aralık 2008 Salı

"..."

29 Aralık 2008 Pazartesi

Tren Öyküleri III

27 Aralık tarihli izdüşümde Viyana'dan Prag'a gerçekleştirdiğim tren yolculuğunu yazmıştım. Bakalım dönüş nasıl olmuş?

"16 Nisan 1995 Her Gidişin Bir Dönüşü Olmalı mı?/ Viyana - Prag
Cuma ve Cumartesi, hiç iki gün Viyana'ya yeter mi, yetmek zorunda...Bugün pazar ve öğlen dönüş var. Yine de sabah sabah ünlü Hundertwasser EvLeri'ni ziyaret etmekten hiç bir şey alıkoyamaz beni. Prag'tan gelirken yalnızdım ama şimdi bir kız arkadaşım da var beraber döneceğim. Kahvaltıdan sonra yola düşüyoruz. Çantalarımız yanımızda... Öğle yemeğini istasyonda yiyeceğiz ya da yanımıza alırız hafif bir iki yiyecek trende yemek üzere. Anlık kararları oldum olası sevmişimdir zaten!

Hundertwasser Evleri aynı isimli mimarın eseri. İçerisi bir galeri aynı zamanda ama içerideki tabloların yanısıra evin dışı sergilenebilecek en güzel eser bence. Bu renkli evi siyah-beyaz fotoğraflayacak olan tek benimdir herhalde...Çünkü asıl amacım Viyana'yı siyah-beyaz resmedebilmek olduğu için sadece siyah-beyaz film getirmiştim yanımda. Kısmen başarıyorum. Sevdiğim Avusturyalı ressam Gustav Klimt'in resim kartpostallarını ve "Die Drei Lebensalter der Frau / The Three Ages of Woman / Kadının Üç Çağı" isimli tablosunun uyuyan kadın ve çocuğu içeren bölümünün posterini alıyorum kişisel müzem için! (Bu poster şimdi kızımın odasında asılı.)
Hundertwasser
Yine koşuşturmaca başlıyor. Tramvaya atlayıp güneydeki istasyona ulaşıyoruz. İstasyondaki kayan bantlardan alt kata iniyoruz. Köşede bir büfe, pizza dilimlerini kapıyoruz. Bizi iki gün boyunca konuk eden arkadaşımız ile vedalaşmanın ardından trenimize biniyoruz. Sakin olur diye düşünürken, yanılmışım. Geldiğim tren Çek topraklarında seyahat edip Viyana'ya ulaşan bir trendi. oysa bu tren ülkelerarası yolculuk eden tren. Tüm InterRail kartlılar burada. Muazzam bir kalabalık söz konusu. Paskalya dönüşü daha ne beklenebilirdi ki??? En sondaki kaloriferi çalışmayan vagonda yer bulabiliyoruz nihayet. Sekiz kişilik kompartımanda cam kenarındayız. Karşımızdaki çocuk konuştuğumuz dilin ne olduğunu merak edercesine dikkatle bizi izliyor. Kimsenin ne konuştuğumuzu anlamaması gerçekten çok hoş! Karnımız zil çalıyor, içerde koku ile kimseyi rahatsız etmemek amacıyla tren hareket eder etmez koridora çıkıyoruz pizza dilimlerimizi yemek için. Kondüktör koridorda biletlerimizi kontrol ediyor, "afiyet olsun" diyerek.

Koridorda daha çok üşüyoruz, çok soğuk, yemeğimizi bitirince yerimize dönüyoruz. Biz fazlasıyla diğer insanları düşünüp onların yanında özellikle yemek yemezken karşımızda oturan çocuk plastik kabı içinde peynirle karışık tuhaf kokulu bir salatayı çıkarıyor ve afiyetle yemeye başlıyor. Arkadaşımla birbirimize bakıyoruz, sanırım aynı düşünceyle gülmeye başlıyoruz.

Bu trenin güzergahı da farklı olduğu için dörtbuçuk saatte ulaşıyor Prag'a. Bizim kompartımandan sadece biz iniyoruz. Viyana artık çok uzaklarda. her şey yine birden kasvete büründü. Kafka'nın kentine hoşgeldik!"

Nar


Kar
Var
Yar
Nar

Bir ses, bir koku, bir müzik, bir an, bir hüzün, bir fotoğraf, bir sızı, bir söz

"Faber est suae quisque fortunae. (Appius Claudius Caecus)"

Yaşam rastlantılarla örülüdür. Peter Howitt'in 1998 yapımı Sliding Doors / Rastlantının Böylesi isimli filmini sanırım aynı yıl izlemiş olmalıyım. Evine giderken binmesi gereken metroyu son saniyede kaçıran filmin kadın kahramanının hayatı o andan itibaren ikiye bölünür... Birbirine paralel izlediğimiz bu hayatların ilkinde metroyu yakalamıştır evine erken gelir, diğerinde ise metroyu kaçırdığı için başka yollarla eve geç döner. Paralel evrenlerde kadın kahramanın yaşadıklarını izleriz. Aslında bu filmin dayandığı, tesadüflerin insanın hayatını nasıl değiştirebileceği sorunsalı çok daha önce Krzysztof Kieślowski'nin 1982 yapımı olan ama içeriği nedeniyle ancak 1987'de Polonya'da gösterime girebilen Przypadek / Blind Chance / Kör Talih isimli filminde işlenmiştir. (Przypadek'i izleyince Sliding Doors filmi bu film üzerine kurgulanmış diye hemen düşündürtüyor insana.) Przypadek'te Witek isimli kahramanımızın yaşamı Varşova'ya kalkan trene yetişip yetişememesi üzerinden üç olasılıkla çeşitlenir.

Aslında yaşadığım evren burası değil, başka bir yerdeyim ama ayırt edemiyorum, ortaya çıkaramıyorum duygusuna sıklıkla kapılırım. Bir ses, bir koku, bir müzik, bir an, bir hüzün, bir fotoğraf, bir sızı, bir söz, ayrı birey Ay Hanım bugün hangi hayatında yaşıyor sorusunu zihnime çarpar. Oysa hiç bir zaman "öyle olsaydı" pişmanlığını yaşattırmamaya çalışırım.

Karmaşık bir haftasonu olduğu karmaşık günce notumdan de belli sanırım. Nuri Bilge Ceylan'ın Üç Maymun / Three Monkeys filmini izledim. Söz ağızdan çıkar, kulak işitir, göz görür! Üç maymunu oynamak nereye kadar?

27 Aralık 2008 Cumartesi

Tren Öyküleri II

PRAG-VİYANA - GARBir zamanlar çok sevgili bir dostum söylemişti; "Aşk, sevgi, dostluklar kadife kutu içinde sunulur insana, saklayıp saklamamak kendisine kalır !" Yine bir trende geçen ve Sanal Boğuntular'da yayınlanmış olan ve gerçekten yaşanmış ama "sanal" bir dostluğu anlatan öyküye bırakıyorum bugün güncemi. Yolculuğun dönüşü de var ve dönüşünü ilerki günlerde günceme taşıyacağım... Prag - Viyana tren yolculuğundaki İrlandalı arkadaşım ile bir daha görüşmedik, Viyana - Prag tren yolculuğundaki arkadaşımla da yaklaşık 1999'dan beri elimizde olan/olmayan nedenlerle görüşemiyoruz.

"14 Nisan 1995 İki Avrupa Başkenti Arasındaki Yolculuk
/ Prag - Viyana

05:30 Bilet alınan saat. Tren 06:15'te kalkıyor.
İstasyon berbat bir durumda. Tüm ayyaşlar, kentin tüm uyumayanları orada olmalı. Kalabalık. Büfeden kötü bir koku geliyor. Sadece bu koku bile yiyecek bir şey satın almaya engel. İyi ki sandviçlerim var yanımda...5 no'lu peron...Bir dolu boş vagon...Kalabalık bir Japon ailesi. Bol çocuk. En kalabalık çocuklu aile yarışmasında birinci olabilecek kadar çok çocuk var etraflarında, hatta ikisi bebek arabasında. Umarım gelip benim oturacağım yeri bulmazlar !
Gün daha yeni ışıyor. Kapılar açıldı. Bir düdük sesi. Vagon seçiyorum, sonra da kompartıman.
Altı kişilik bölümler. Bir sessizlik hakim. Japon aile koşuşturarak geçiyor, koridordan görüyorum geçip gittiklerini. Bir kız giriyor içeri. "Başka kimse olacak mı, gelebilir miyim ?" diye soruyor. Korkunç bir aksanı var, anlamakta zorluk çekiyorum konuştuğu İngilizce'yi. En azından kibar, hiç olmazsa sordu. "Evet" diyorum. Son düdük ile birlikte beşbuçuk saat sürecek yolculuğumuz başlıyor. İrlandalı'ymış. Avukat. Uluslararası bir hukuk bürosunda çalışıyor. Aynı sebeple Viyana yolcusuyuz. Paskalya tatilini geçirmek. Az sonra zeytin ezmeli ve beyaz peynirli sandviçlerimi çıkarıp, birini de O'na ikram edince şaşırıyor. Telaşla bir saniye diyor, koşar adımlarla kompartımandan çıkıyor. Geldiğinde iki kağıt bardakta sıcak su, çay ve kahve poşeti var elinde. Çayı alıyorum. İlk kez yediği beyaz peyniri seviyor. Türkiye ve İrlanda. İki deniz ülkesi. Farklı kültür, farklı dil, farklı kahvaltı malzemeleri.

Trenlerin sesini severim, trenlerin yaydığı hüznü severim. Kapkara renklerini, kaybolmayı başaramadığımız koridorlarını, sevimsiz kompartımanlarını, dar tuvaletlerini, hareket halinde dışarıdan kayıp giden görüntüleri... Kondüktör geldi, sıradan kontrol. Adamın yüzündeki anlamsızlık, bileti de anlamsız kılıyor. Hiç gitmemiş Viyana'ya, soran olmadı ama O söylüyor. Viyana'da bir de onun için kahve içermiy mişiz, nereden aklımıza gelmişmiş gitmek. Halbuki Çekler soğuk insanlardır, asla konuşmazlar, bu adam konuşuyordu; adam kesin karışık! Neyse, gidiyor. İrlandalı kompartıman arkadaşım çok dertli. Bir erkek arkadaşı var, e-postalaşıyorlarmış. Adam normalde Paskalya'da Prag'a gelecekmiş ama gelmemiş; çocuklarını görmesi gerekiyormuş. Katolikmiş, karısından ayrı ama asla boşanamaz..."beni bırakmalısın" diyormuş kıza, "seninle evlenemem çünkü." "Peki sen ne hissediyorsun" dedim kıza, "bilmiyorum" diyor.

Beşbuçuk saat gerçek olarak "sanal" bir dostluk yaşıyoruz. Viyana'da trenden iniyoruz. Karşılanıyoruz ikimiz de. Onları da birbirleri ile tanıştırıyoruz, çok gerekliymiş gibi! Sonra? Sonra... Bir daha asla görüşmüyoruz.

26 Aralık 2008 Cuma

Don Kişot

Picasso'nun Don Kişot'uİlhan İrem'in Don Kişot (Don Quixote) şarkısı takıldı usuma...Don Quixote; 2 Ekim 2007'de François Truffaut'un Ray Bradbury'nin aynı isimli bilim-kurgu romanından uyarladığı Fahrenheit 451 filmi ile de günceme konuk olmuştur.
"....
Yeldeğirmenlerine karşı Don Kişot muyum?
Uçuyorum durmadan ben pilot muyum
Yeldeğirmenlerine karşı Don Kişot muyum?
Dilimde hep aynı şarkı
İdiyot muyum?
..."

Tren Öyküleri I

Trenler düşler gibidir...Bir zamanlar var olan "Sanal Boğuntular" isimli e-zine'de yayınlanmış tren öykülerimi buldum. Bu öykülerden birinde yer alan ve Paris-Frankfurt trenini kaçıran arkadaşım şimdi Almanya'da yaşıyor, eşi Alman ve iki tane çok tatlı çocukları var. "Sanal Boğuntular"'da yer aldığı hali ile bu öyküyü günceme taşımak istedim. Belki ilerleyen günlerde diğer tren öykülerini de paylaşırım.

"1993 Mayıs; Paris - Frankfurt Trenini Kaçırma Öyküsü
Üç gündür Paris'teyiz. Bir kız arkadaşımla birlikte. Bir kent yürüye yürüye öğrenilir en iyi, ayaklarımız şişti bu sözü doğrularcasına. Artık Paris gibi koca metropolde bile kaybolmam, bütün ana hat metro duraklarını ezberledim. Cebimde "Orange" kartım, tüm metrolar 1 haftalığına benim Paris'te. Asıl tercih yürümek elbette, yoksa metroya binmek için can atan falan yok!!! Bugün arkadaşım Frankfurt'a dönüyor. Tren 09:26'da Kuzey Garı'ndan kalkacak. Sabah telaşlı bir kalkış yaşadık. Bastille metrosundan Kuzey Garı'na ulaşıyoruz. Elinde bileti koşuşturuyor arkadaşım geç kalıyoruz diye. Böyle sahneler sadece filmlerde olabilir diye düşünürken, gerçekten de treni kaçırıyoruz. 6 no.'lu peronda süzülüyor tren, arkasından bakakalıyoruz. "Hayır, olamaz...olamaz" çığlıkları nafile...Tren gitti.

Arkadaşımın bakışlarında umutsuzluk var, benimse muzip suratım; "gider şimdi Montmartre'da kahvaltı yaparız bagetleri ve peynirleri alıp" diyorum. "Hem görmeden mi gündüz gözüyle gidecektin, ressamların inini Paris'ten ?"... Başka çare yok, 200 Frankla kahvaltı yapmayı başarmalıyız. Bir sonraki tren 11:38'de. Çabuk hareket etmek lazım. Gün içinde başka tren yok Frankfurt'a. Yoksa akşama kalır ve geceleri hoş değil tek başına yolculuk.

Montmartre'a çıkan bu yokuşu çok seviyorum. tam köşede nefis kokulu bir fırın. Sabırsız Fransız kadınların suratını çekerek ekmekleri alıyoruz, yol üstündeki marketten de üç çeşit peynir. Henry Miller da bu yoldan mı çıkardı acaba yukarı ? Işıltılı Pigalle aşağıda kalıyor. Şimdi tırmanma vakti !

Kahvaltı etmek güzel. Cemal Süreya'nın dizeleri dökülüyor; "Yemek yemek üzerine ne düşünürsünüz bilmem / Ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı" Öyle gerçekten...Yanımda sevdiğim insanlar, aşağıda aşıkların başka gözle gördüğü buğulu, Mayıs güneşi altında ışıklı Paris, arkada bembeyaz Sacré Coeur kilisesi...Yeşil otlarda uzanmak gerek kahvaltı üzerine, vakit yok...Frankfurt trenini bu defa kaçırmamalıyız.

Aynı kalabalığı sürüyor peronun. Tren orada, yerinden kıpırdadığı falan da yok. Küçük bir alışveriş bile yapabilirim diyor arkadaşım, Marburg'taki ev arkadaşlarına 2 küçük Paris anısı.

Biniyor trene..Ardından bu kez biz bakakalıyoruz. Biraz buruk halimiz, Paris'te geri kalan günlerimizde yanımızda olmayacak bu güzel insan...Tren süzülüp gidiyor...Kuzey Garı sessizleşti mi nedir birden ?"

25 Aralık 2008 Perşembe

a ay




"Quod scripsi, scripsi."

24 Aralık 2008 Çarşamba

Camdandır kalp!

Fehmi Yaşar'ın 1990 yapımı Camdan Kalp filminde Kiraz (Şerif Sezer) Kirpi'ye (Genco Erkal) söyler; "Kalp camdandır !"
Üzgün Ay



Düşünüzde
düş gördüğünüzü
düşlerseniz
düşünüz
gerçekleşir mi ?

23 Aralık 2008 Salı

"Spanish City"

Pazartesi akşamı Norveçli yönetmen Bent Hamer'ın 1998 yapımı
En dag til i solen / Water Easy Reach / Güneşli Bir Gün isimli filmini izledik. Aslında filmin Norveççe ismi "güneşsiz bir gün" demek. Neden sinemalarda "Güneşli Bir Gün" diye oynamış bilemiyorum.

Olmadık imgeler olmadık imgelere çağrışım yapabilir. Büyükbabasından hatıra köstekli saati tamir ettirmek isteyen Norveçli denizci Almar'ın küçük bir İspanyol kentinde başına gelenlerin konu edildiği filmin bana neler çağrıştırdığı zihnimi meşgul ediyordu iki gündür...
Bu sabah Dire Straits'in çok sevdiğim "Tunnel of Love" şarkısının dizeleri usuma düşünce buldum filmin bana bu şarkıyı çağrıştırmış olduğunu...

"....And girl it looks so pretty to me just like it always did
Like the spanish city to me when we where kids."


Bu arada Dire Straits'in şarkısındaki "Spanish City" aslında Newcastle yakınlarındaki lunaparkın adıdır. Yani filmdeki İspanyol kenti ile ilintili değil ama dediğim gibi olmadık imgeler olmadık imgelere çağrışım yapabiliyor. Şarkı benim için masal tadındadır, aynı izlenimi Bent Hamer'in En dag til i solen filmi için de -her ne kadar hüzünlü bitiyor da olsa- edindiğimi söyleyebilirim.

19 Aralık 2008 Cuma

Fanny och Alexander

Fanny ve AlexanderIngmar Bergman'ın 1982 yapımı Fanny och Alexander / Fanny and Alexander / Fanny ve Alexander isimli filmi aslında görkemli bir sesleniş gibi. Alexander ve kızkardeşi Fanny'nin odağında, zengin, güçlü, kalabalık Ekdahl ailesi çevresinde 1900 başlarındaki İsveç'teyiz. Tiyatro yönetmeni baba ve aynı tiyatroda oyuncu olan annenin iki çocuğu Alexander ve Fanny’nin yaşamları Shakespeare oyununu sahneye koyma hazırlığındaki babalarının ölümü ile değişiyor. Babalarının ölümünden bir süre sonra anne bir piskopos ile evleniyor. Bu evlilikle beraber iki kardeş için kasvetli günler başlıyor. Filmdeki öykü Shakespeare ile kurulan bağlarla gelişiyor. Üvey baba gazabına uğrayan Alexander, tıpkı Hamlet gibi ölen babasının hayaletinin ziyaretine tanık oluyor.

16 Aralık 2008 Salı

El Baño Del Papa

El Baño Del Papa2007 yapımı El Baño Del Papa / The Pope's Toilet / Papa'nın Tuvaleti isimli film; devlet, din ve medya otoritelerine, bolluk (!) ekonomisine mesafeli ama oldukça etkileyici bir taşlama. Mélo, Uruguay ve Brezilya sınırında yoksulluğa terkedilmiş küçük bir kasaba. Bu küçük kasabanın sakinleri, 1988 yılında Papa II. Jean Paul'ün kasabalarına yapacağı ziyarete yerel bir televizyonun pohpohlamalarıyla tüm umutlarını bağlamış durumda. Herkesin dilinde kasabaya akın edecek insanların sayısı dolaşmakta: yüzlerce kişi beklenmektedir. Oysa medya binlerden bahsetmektedir. Medyanın “binlerce kişi gelecek” dolduruşuyla heyecana kapılan kasaba halkı harekete geçiyor. Bu ziyaret sadece Tanrısal bir kutsama olmayacak, elbette maddi mutluluktan alacakları payla ilgili de müthiş bir beklentiye kapılıyor yoksul kasabalılar. Mélo'yu dolduracak ziyaretçilere satmak için tezgahlar dolusu domuz sucuğu, börekler, ekmekler, şapkalar, bayraklar, rozetler yapılıyor. Bisikletiyle Brezilya ile Mélo arasındaki sınırda her gün 60 km pedal çevirerek gidip gelen, bisikletinin selesine sığdırdıkları ölçüsünde küçük çaplı bir kaçakçı olan kahramanımız Beto ise, para yapacak fikirler arasında en iyisini bulduğundan emindir: içinde binlerce ziyaretçinin rahatlayacağı "Papa'nın Tuvaleti"ni inşa edecektir.

Yöre halkının tüm yaşantısına egemen ama en çok gözlerine sinmiş olan yoksulluktan utanıyorsunuz film boyunca. Beto'nun kızının hayallerinden vazgeçip (her ne kadar vazgeçtiği içi boş medyada kariyer yapmak da olsa !) yeknesak yaşantıya ayak uydurması da son noktayı koyuyor. Boğazınıza takılıyor bir şey !

15 Aralık 2008 Pazartesi

Seppuku

SeppukuMasaki Kobayashi'nin 1962 yapımı Seppuku/Hara-kiri isimli filmi isminden de anlaşılabileceği üzere Samuray'ların törensel ölüm şekilleri (kendini öldürme) üzerine şiirsel bir anlatım. Japonca'da hara-kiri (karın deşme) konuşma dilinde, seppuku (karın kesme) ise resmi bir terim olarak kullanılmaktadır. Film 1963 Cannes Film Festivali'nde jüri özel ödülünü almış.

Samuray'lar yani Japon feodal yönetimindeki askeri aristokrat sınıfındaki savaşçılar, kendi onurlarını korumak veya onurlu olduklarını ispat etmek amacıyla seppuku/hara-kiri eylemini gerçekleştiriler. Hara-kiri başkalarına göre “kişinin kendisini cezalandırması”, eylemi gerçekleştirene göre ise bir nevi “onurlandırma”dır.

5 Aralık 2008 Cuma

"I'm gonna make him an offer he can't refuse !"

Baba ve Kedi
"İçinden kedi geçmeyen film, film değildir !"

Francis Ford Coppola'nın Mario Puzo'nun kitabından uyarlanmış The Godfather / Baba isimli filmini kızım (en çok kızım) ve sevgili(m) kocam pek sever. İtalyan mafyasını gayet güzel yasallaştırmış bu filmi ben sevmem (oyunculuklara, kurguya, yazar ve yönetmenine tek sözüm yok ancak fikre tamamen karşıyım, müthiş bir beyin yıkama çünkü) ama ne zaman tekrar izlemeye kalksalar oturur onlarla birlikte izlerim. Kızım Baba filmini günceme yazmadığım için hep takılırdı bana...Baba Don Vito Corleone ve kedisi kızım için güncemdeler !

Marlon Brando Baba filminde sinema tarihinin en çok hatırlanan repliklerinden birini de söyleyerek ayrıca hafızalara kazınmıştır: "I'm gonna make him an offer he can't refuse ! / Ona reddedemeyeceği bir teklifte bulunacağım !"

Tüm Baba filmleri için http://www.thecorleone.com linkine göz atabilirsiniz.

2 Aralık 2008 Salı

Laterna Magica

Uzunca bir süredir Ingmar Bergman'ın anılarından oluşturduğu 1987'de yazdığı otobiyografik Laterna Magica / The Magic Lantern / Büyülü Fener isimli kitabını bitirmeye çalışıyorum. Bitirmeye çalışıyorum diyorum çünkü öğrendiğim bir ayrıntı sanırım beni kitaptan ve hatta sevdiğim yönetmen Ingmar Bergman'dan da soğuttu. Eşim benden önce bitirdi kitabı ve Bergman'ın kitabında Nazileri desteklediğini belirttiğini söyledi. Bergman'ın kafasında “Politika mı? Bir daha asla!” düşüncesi, savaş bitip de yavaş yavaş Nazilerin yaptıkları ortaya çıkınca şekillenmiş.

İnsanları içlerinde bulundukları ortamları düşünerek yargılamak olgusunu kabul edemesem de en azından anlamaya çalışmışımdır hep. Elbette kitabı da bitireceğim. İzlediğim ve henüz günceme konuk etmediğim Bergman filmlerinden de bahsedeceğim. Çoşkum biraz kırıldığından olsa gerek, yavaş yavaş olacak tüm bunlar...