30 Ocak 2009 Cuma

"Yaşam grilerde...

"Venedik Nalı"na yağmur yağıyor. Gri gök, gri deniz!

29 Ocak 2009 Perşembe

"İşte budur hayat !"

Bugünkü ruh halimi, bazılarına katılmasam da, en iyi dile getiren dizeler Can Yücel'den...

Her Şey Sende Gizli

Yerin seni çektiği kadar ağırsın
Kanatların çırpındığı kadar hafif...
Kalbinin attığı kadar canlısın
Gözlerinin uzağı gördüğü kadar genç...
Sevdiklerin kadar iyisin
Nefret ettiklerin kadar kötü..
Ne renk olursa olsun kaşın gözün
Karşındakinin gördüğüdür rengin...
Yaşadıklarını kâr sayma:
Yaşadığın kadar yakınsın sonuna;

Ne kadar yaşarsan yaşa,
Sevdiğin kadardır ömrün...
Gülebildiğin kadar mutlusun
Üzülme bil ki ağladığın kadar güleceksin
Sakın bitti sanma her şeyi,

Sevdiğin kadar sevileceksin.
Güneşin doğuşundadır doğanın sana verdiği değer
Ve karşındakine değer verdiğin kadar insansın
Bir gün yalan söyleyeceksen eğer
Bırak karşındaki sana güvendiği kadar inansın.
Ay ışığındadır sevgiliye duyulan hasret
Ve sevgiline hasret kaldığın kadar ona yakınsın
Unutma yağmurun yağdığı kadar ıslaksın
Güneşin seni ısıttığı kadar sıcak.
Kendini yalnız hissetiğin kadar yalnızsın
Ve güçlü hissettiğin kadar güçlü.
Kendini güzel hissettiğin kadar güzelsin...

İşte budur hayat!
İşte budur yaşamak bunu hatırladığın kadar yaşarsın
Bunu unuttuğunda aldığın her nefes kadar üşürsün
Ve karşındakini unuttuğun kadar çabuk unutulursun
Çiçek sulandığı kadar güzeldir
Kuşlar ötebildiği kadar sevimli
Bebek ağladığı kadar bebektir
Ve herşeyi öğrendiğin kadar bilirsin bunu da öğren,
Sevdiğin kadar sevilirsin...

Can Yücel

27 Ocak 2009 Salı

“Otobüsü gördün mü gardaş?”

Otobüs HatırasıTunç Okan'ın 1975 yapımı Otobüs / The Bus filmi sinemamızın köşe taşlarından biridir. Yönetmen olarak ilk filmini gerçekleştiren Tunç Okan'ın bu kadar küçük bütçeyle bu kadar büyük bir film yapmış olması hep şaşırtmıştır beni. Ülkemizde sansür kurulu tarafından yasaklanan Otobüs ancak 1977'de Danıştay kararıyla izleyicilerle buluşabilmiştir. Otobüs hem çok gerçekçi hem de çok gerçeküstü bir film. Sarsıcı bir hüzünlü dokunuş.

OtobüsFilm, hurda bir otobüsle yurtdışına kaçak olarak götürülen (aslında kandırılan) dokuz Türk işçinin öyküsünü anlatıyor. Sade ancak dokunaklı bir çekimle başlar öykü. Hurda bir otobüsün kapı kolu ile onun üzerinde belirip kaybolan jenerik yazılarına Ö. Zülfü Livaneli'nin açılış bestesi eşlik eder. Ve karlı bir havada, puslu bir otobanın üzerinde çok uzaklardan bize doğru gelmekte olan belli belirsiz bir aracın görüntüsünü karşılar gözlerimiz...Filmin görüntü yönetmeni Güneş Karabuda filmin ilk ana karakterini yani artık jilet bile yapılamayacak kadar köhnemiş olan, hurda, tuhaf mavi renkte, 50'li ya da 60'lı yıllardan kalma Türk plakalı bir "Otobüs"ü bize bu görüntülerle sunar. O otobüs had safhada kapitalist, tüketim toplumu olan ve de yabancılaşmanın doruğundaki soğuk, katı ve duygusuz bir Avrupa başkentinde, içindeki dokuz Türk işçisi ile birlikte acımasızca harcanacaktır.

Otobüsün şoförü Stockholm kentinin meydanlarından birine park eder ve polisteki işlemlerini tamamlamak üzere işçilerin pasaportlarını ve tüm paralarını alır, kaybolur. Dokuz işçi otobüsün içinde kaderlerine terkedilmiştir. İlk kez büyük kent gören işçiler otobüsün perdesinin ardından meydana bakarlar şaşkın ve de umutsuz ve de aç ve de susuz ve de parasız olarak. Dil bilmezler, yol bilmezler. Hava kararınca dışarı çıkarlar. Şaşkın bir şekilde vitrinlere, seks dükkanlarına, telefon kabini içinde sevişen çiftlere, tuvalette eş arayan eşcinsellere bakakalırlar. Telaştan, polis korkusundan birbirlerini kaybederler sokakta. Tuncel Kurtiz'in canlandırdığı karakterin Stockholm'un ıssız caddelerinde geceyarısı kaybolmuş bir durumdayken karşısına çıkan köpekli adama, “Otobüsü gördün mü gardaş?” diye çaresizlik içinde haykırışı çok hazindir. Köpekli adam korkar ve kaçar ve adamın ardından bakakalan Tuncel Kurtiz'in gözlerinde ne kadar üzüldüğünü görürüz. "Bu kadar mı, korkutup kaçırtacak kadar mı ürkücütüdür?" bakışlarıdır sanki bakışları. Sonra aç, susuz sabaha kadar üzerinde tünediği bir köprüde hareketsiz görürüz onu. Buz gibi olan gecede donmuştur. Kentte sabah telaşı başlamıştır. Yüzlerce Stockholmlu işe gitmek üzere yollara döküldüğünde, bunlardan bir tanesi yanından geçerken kendisine kabaca çarpar. Köprüden buzlu sulara düşer Tuncel Kurtiz, bir daha sesi çıkmaz. Tunç Okan'ın canlandırdığı diğer ana karakter ise metronun tuvaletinde kendisine askıntı olan birinin peşinde bir seks kulübünde bıçak darbeleriyle hayata veda edecektir.

İşçilerden ikisinin hayatı umudun peşinden koşarak geldikleri Stockholm'de böyle tükenir. Meydandaki otobüse döner tekrardan kamera... Kalan yedi işçi birbirlerine yapışmış ve büzüşmüş durumda otobüsün içindeyken Stockholm Emniyet Müdürlüğü polisleri duruma el koyar. Polisler her bir işçiyi kollarından tutup zorla dışarı çıkardıkça dev bir çelik balyozun otobüsün üzerine indiğini ve tuzla buz ettiğini algılarız. Her bir darbe izleyici de tuz buz eder, acıtır. Tüyler ürpertici bir finaldir bu.

Otobüs filmi sinema severlerin mutlaka arşivlerine eklemeleri gereken bir film. Tunç Okan, filmi ancak 1977'de Türkiye'de gösterime girebildiğinde gerçekleştirdiği bir söyleşide şöyle demiş: "Yeşilçam'ın profesyonel çalışma koşullarını hemen hiç tanımıyordum. Bu câmiada ne kimim kimsem vardı, ne de böyle bir projeyi kotarabilecek büyüklükte bir bütçem. Olaya deli cesaretiyle girdim ve sonradan bu tecrübesizliğimin epeyce yararını gördüm... Başlangıçtan beri yapmak istediğim, bir çatışmayı, bir büyük uyumsuzluğu, aykırılığı ortaya koymaktı. Tekniğiyle, aşırı gelişmiş tüketim toplumuyla az gelişmiş toplumun insanlarını karşı karşıya getirmekti. Bunların birbirleriyle olan kendi içlerindeki çelişkiyi, aralarındaki korkunç çatışmayı vurgulamak istedim...."

Tunç Okan'ın Fakir Baykurt'un bir eserinden uyarladığı Umut Üzümleri / Grapes of Hope isimli yeni filminin 2010 yılında izleyicilerle buluşacağı haberi ile bugünkü günce notumu sonlandırıyorum. Merakla bekliyorum yeni filmi.

26 Ocak 2009 Pazartesi

Söyle Peri!

Cahil PerilerÖlen eşinizin birlikte yaşadığınız hayatınızdan/dünyanızdan farklı bir hayatı/dünyası da olduğunu öğrenirsenir ne yaparsınız?

  1. Umursamazsınız

  2. Diğer hayatı sorgular ve umursamazsınız

  3. Diğer hayatı sorgular ve umursarsınız


Siz yanıtınızı düşüne durun bakalım Antonia ne yapmış?
Cahil Periler, Antonia ve Massimo'nun evlerinde, hayatlarında her şeyin yerli yerinde olduğunu göstererek başlıyor. Nehire bakan güzel evlerinde zengin ve güven dolu bir hayat sürdürmektedir onbeş yıllık evli çift. Nora isminde bir de Filipinli hizmetçileri var.
(Nora karakteri Ferzan Özpetek'in Cuore Sacro / Sacred Hearth / Kutsal Yürek isimli filminde de yine aynı isim ve meslekle ama bu kez elbette farklı bir ailenin yanında yer alıyor. Kutsal Yürek'i dün akşam izledik, kızımın esprisi çok hoştu; "Nora, Antonia O'nu casuslukla suçladığından beri bu ailenin yanında çalışmaya başlamış!!!")
Massimo'nun beklenmedik ölümüyle özel eşyaları ofisten gelir ve bu eşyaların arasında bulunan tablonun arkasındaki notla birlikte şüpheye düşen Antonia "Cahil Peri" isimli tablonun ilk sahibini bulmak için harekete geçer. Antonia'nın arayışları sonucunda farklı bir ortama geçiş yaparız filmde. Antonia ve Massimo'nun görünürde güven ve huzur dolu evlerine zıt bambaşka bir mekan ya da dünyadır Antonia'nın ulaştığı... Michele’nin yaşadığı evdir ulaşılan yer ve tam anlamıyla cinsel ve etnik çeşitliliğin içiçe olduğu bir mekandır. Antonia'nın evi ne kadar sessizse, Michele'nin evi o kadar canlı ve hareketlidir. Michele’nin evindeki mutfak ve teras son derece önemlidir. Eve girip çıkanlar bu mutfakta birlikte çalışıp, birlikte yemek yaparlar ve mutfakta her zaman keyifli sohbet ortamı mevcuttur. Birlikte kotarılan yemekler daha sonra terastaki uzun masada hep birlikte tüketilir. Bazen uzun masaya yeni bireyler katılır. Girenler, çıkanlar, kalanlar vardır ama çok renklilik ve uyum hep korunuyormuş izlenimini verir.

Antonia, bu tanımadığı dünyanın içine girmekle kalmaz bir parçası da olmaya başlar. Sadece kendisiyle değil, Massimo ve Massimo'nun diğer hayatındaki/dünyasındaki insanlarla da yüzleşir, oldukça hüzünlü bir iç yolculuk geçirir.

'Bardak' imgesi filmin sonu ile ilgili olumlu bir olasılığı bize armağan ederek filmi sonlandırırken anlarım ki eğer görmek ve duymak istiyorsan "Periler" evlilik, aşk, arkadaşlık, ilişkiler üzerine güzel tatlar bırakıyor...

Yukarıdaki soruya benim yanıtıma gelince, olmayan şıkkı yani hiçbirini seçerdim / seçer miydim? :-)

23 Ocak 2009 Cuma

Sabah ve Akşam Okunması İçin

Brecht modunda da değilim ama nereden düştüyse usuma...

Morgens und abends zu lesen

Der, den ich liebe
Hat mir gesagt
Daß er mich braucht.

Darum
Gebe ich auf mich acht
Sehe auf meinen Weg und
Fürchte von jedem Regentropfen
Daß er mich erschlagen könnte.


Bertolt Brecht / Liebesgedichte



Sabah ve Akşam Okunması İçin

Sevdiğim,
Söylüyor bensiz olamayacağını

Bu yüzden
Kendime dikkat ediyorum
Yolda yürürken önüme bakıyorum
Ve korkuyorum her yağmur damlasından
Sanki beni ezecekmiş gibi.



Almanca'dan Türkçe'ye çeviren: Turgay Fişekçi

22 Ocak 2009 Perşembe

Aşk ve Aldatma

Cahil PerilerBu yılki doğumgünü armağanlarımdan biri Ferzan Özpetek'in son filmi hariç diğer tüm filmlerini kapsayan 6 filmlik DVD kutusu...6 filmin içinde henüz izlemediğim tek film 2005 yapımı Coure Sacro / Sacred Heart / Kutsal Yürek. Ancak izlemediğim bu film de dahil olmak üzere hemen söyleyebilirim ki en sevdiğim Ferzan Özpetek filmi 2001 yapımı Le Fate Ignoranti / The Ignorant Fairies / Cahil Periler !!!

Bu DVD kutusu iyi bir vesile oldu aslında...Şu ana dek sadece Saturno Contro / Saturn in Opposition / Bir Ömür Yetmez filminin aklımdan geçen kareleri ile değindiğim Özpetek filmlerini tekrar izleyerek daha ayrıntılı günceme konuk edebileceğim.

Armağanımı edindikten beri Cahil Periler filminin neden bende bu kadar iz bıraktığını düşünüyorum. Her şeye kuşkuculukla yaklaştığım için benimsediğim "hiç bir şey göründüğü gibi değildir" gerçeğini çok fazla yaşattığı için mi acaba?

Belki de tablonun arkasındaki nottur filmin bu kadar hoş bir iz bırakmasına sebep;

"per i nostri sette anni insieme,
per quella parte di te che mi manca
e che non potrò mai avere,
per tutte le volte che mi hai detto non posso,
ma anche per quelle in cui mi hai detto ritornerò...
sempre in attesa,
posso chiamare la mia pazienza "amore" ?

la tua fata ignorante


*

for our seven years together,
for that part of you that I miss and I will never have,
for every time you said I can't,
but also for every time you said I'll be back...
always waiting,
can I call my patience "love"?

your ignorant fairy


*

birlikte geçirdiğimiz yedi yıl için...
eksikliğini duyduğum ve asla bana ait olmayacak yanın için...
"mümkün değil" dediğin her sefer için...
ama aynı zamanda "yine geleceğim" dediğin her sefer için...
sürekli bekliyorum,
sabrımın adına "aşk" diyebilir miyim?

senin cahil perin"



Farklılıkların keşfedilmesi ve değişimlerin filmi diye anımsıyorum Cahil Periler'i...En kısa sürede yeniden izleyip belleğimi tazelemeliyim.

20 Ocak 2009 Salı

Kutsal Dağ

La Montaña Sagrada
Alejandro Jodorowsky'nin 1973 yapımı La Montaña Sagrada / Holy Mountain / Kutsal Dağ isimli filmini yazıya dökmek zor, izlemek gerek! İzlediğim en sürrealist filmlerden biri. İsa'ya gönderme yapılan bir karakter eşliğinde film bizi simyacı bir liderin (Alejandro Jodorowsky canlandırıyor bu karakteri filmde) dünyasına sokarak gezegenleri temsil eden farklı farklı insanlarla tanıştırıyor. Onların her birinin yaşamlarını görüp birlikte ölümsüzlüğü bulmaya Kutsal Dağ'a yaptıkları yolculuğa tanık oluyoruz. (Filmdeki bu yolculuk bana Kavafis'in Ithaca şiirini anımsatıyor.)

Jodorowsky her şey hakkında düşüncelerini yansıtıyor bize; din, seks, aşk, hırs, politika, dengeler, dengesizlikler, kapitalizm, İncil öğretileri, kabala gerçeküstü yoğunluk içerisinde akıyor 114 dakika boyunca. Ve...hiç beklenmedik bir SON!

Jodorowsky'nin anlamlı söylemiyle bugünkü günce notumu sonlandırmak isiyorum;
"The world is ill. We need to make therapy pictures. If art is not the medicine of society, it is the poison."
*** (Benim yorumumdur!)
"Dünya hasta/sakat! Terapi için sanata gereksinim duyuyoruz. Eğer sanat toplumun ilacı olmayacaksa zehiri olsun!"

19 Ocak 2009 Pazartesi

Aşk Bireyseldir!

Fando y Lis
Gerçeküstücü yönetmen Alejandro Jodorowsky'in Fernando Arrabal'ın bir tiyatro oyunundan uyarladığı 1968 yapımı Fando y Lis / Fando and Lis / Fando ve Lis isimli film bir aşk öyküsü üzerine yapılanmış. Fando y Lis Jodorowsky'nin Meksika'da çektiği ilk filmdir. Bu sürreal aşk öyküsü Meksika'da olay olur, muhafazakar izleyiciler yönetmeni taşlarlar.

Filmde olmayan (?) mutluluk (ya da düşlerimizin ülkesi demek daha mı doğrudur?) ülkesi Tar'ı arayan Fando ve Lis'le birlikte umutsuz arayışa dahil oluyoruz. Lis felçlidir ve Tar'a ulaşmayı hedefledikleri yolculukta nereye kadar devam edebilecektir? Yoksa başaramayacağını içinde taşıdığı için mi "Tar'ı bulamazsak burada kurabiliriz" demiştir? Fando ve Lis, toplumdan kaçarak ama sürekli toplum tarafından kovalanarak yolculuklarını sürdürür.

Kesik kesik sahnelerin ardarda gelmesi gibi bir kurgu Fando y Lis'in kurgusu. Tıpkı düşlerimiz gibi. İzlemesi katlanma sınırlarını zorluyor. Yer yer oldukça sapkın bir film. Yıkıntılar içinde yanan bir piyanoya odaklanıyor kamera bir ara. Yanan piyanoda piyanist çalmaya devam ediyor. Jodorowsky gerçek dünyadan kaçın imgelere sığının diye yol gösteriyor...İmgeler dünyasında yaşamak kolaymış gibi!!!

Diyor ki Jodorowsky; ‘Deli miyim? Kesinlikle! Aynen şu gezegen üzerinde yaşayan tüm medeniyetin deli olması gibi. Şu an tüm insanlığın çıldırmış olduğunu düşünüyorum.’

16 Ocak 2009 Cuma

Ekşi Limon

Limon Ağacı
Limon yetiştirmek ciddi emek ister, bilirim, denedik çünkü...

2008 yapımı İsrailli yönetmen Eran Riklis'in filmi (Eran Riklis senaryoyu Filistinli eski gazeteci Suha Arraf ile birlikte yazmış) Etz Limon / Lemon Tree / Limon Ağacı Ortadoğu'da sorunların asla bitmeyeceğini yüzümüze şiddetle çarpıyor. Batı Şeria'da yaşayan Selma adındaki (Hiam Abbas canlandırıyor) Filistinli dul bir kadının hüzünlü, yalnız yaşamının izleriyle dolu, babasından miras limon bahçesi, bir gün İsrail Savunma Bakanının hemen limon bahçesinin yanıbaşına komşu gelmesiyle birlikte İsrail güvenlik yetkilileri tarafından ulusal güvenliği tehdit edici bir unsur olarak tanımlanır ve limon ağaçlarının sökülmesine karar verilir. O andan itibaren Selma için herşey daha da zorlaşır... Zaten dul ve yalnız bir kadın olmanın zorluğuyla ayakta kalmaya çalışırken bir de zor hayatındaki tek somut gerçeklik ve üstelik de geçim kaynağı olan limon bahçesi yok olmak üzeredir... Selma, limon ağaçları ile sembolize edilen tüm hayatını korumak için elinden geleni esirgemeyecek, tuttuğu avukat ile İsrail devletiyle kıyasıya bir mücadeleye girişecektir. Selma'nın mücadelesine paralel bir diğer mücadeleyi de Savunma Bakanının evinde güvenlik çemberi içinde mutsuz yaşayan eşi (Mira) vermektedir. Eşinin limon ağaçları meselesine yaklaşımının ayırdına varan Mira da hayatını değiştirmek için sınırları zorlayacaktır. İki ev arasından yükselen duvarla birlikte anlarız ki Batı Şeria'da yeni bir şey yok! Ama yine de biri Filistinli diğeri İsrailli iki ana kadın karakter sanki tek çözüm noktasının ancak ve ancak kadınlar olabileceği konusunda umutlandırıyor bizi. Özellikle filmin sonlarına doğru hemen mahkeme sahnesinin öncesinde Selma ve Mira'nın birbirine bakışları çok kolay belleklerden silinmeyecek bir an!

15 Ocak 2009 Perşembe

"Telephone Call From Istanbul"

Tom Waits söylüyor;

If I Have to Go
And if I have to go, will you remember me?
Will you find someone else, while I'm away?
There's nothing for me, in this world full of strangers
It's all someone else's idea
I don't belong here, and you can't go with me
You'll only slow me down

Until I send for you, don't wear your hair that way
If you cannot be true, I'll understand
Tell all the others, you'll hold in your arms
That I said I'd come back for you
I'll leave my jacket to keep you warm
That's all that I can do

And if I have to go, will you remember me?
Will you find someone else, while I'm away?

Tom Waits /// Orphans: Disc 2 - Bawlers (2006)

"Koyu Mavi" arkadaşım "Hoşgeldin 2009" CD'si doldurmuş. Dinledik, dinliyorum. Pek hüzünlü, pek güzel.

14 Ocak 2009 Çarşamba

Tout Va Bien?

Tout Va Bien!
James Roc Macbean Film Quarterly dergisinin Sonbahar 1972 sayısında Tout Va Bien filmi için şu yorumu yapmış: "Godard, 1971 Haziran'ında, tehlikeli şekilde yaralanarak ölümden döndüğü bir motosiklet kazasından sonra, hastanede kaygı dolu altı ay geçirmiş, birkaç deri nakli ameliyatı sonunda vücudu neredeyse yeniden birleştirilmişti. Jean-Pierre Gorin'le yaptıkları yeni film, Godard'ın yeni durumuna uygun olarak gerçekte kazadan uzun süre önce tasarladıkları ve burjuva toplumunun kendini tatmine yarayan iyimserliğini taşlayan, "Tout Va Bien" adını taşıyor. Tamamen iyileşip işine döndüğü için, filmin adı Godard'ın durumuna da uygun bir kelime anlamı kazanmış oluyor. “Tout Va Bien", 41 yaşındaki Godard'ın onüç yıl içinde yaptığı yirmibeşinci uzun filmi ve
"Dziga Vertov Grubu" içindeki yedinci filmidir."

Bu arada, Dziga Vertov Grubu Jean-Luc Godard ile (ki başlangıçta Jean-Henri Roger yer alıyordu) Jean-Pierre Gorin'in, görkemli Mayıs '68 döneminden sonra oluşturdukları, Maoist eğilimler taşıyan, bir yönetmenler işbirliğidir. Bu Grup dahilinde oluşturulan filmler politik filmlerdir ve Bertolt Brecht'ten oldukça etkilenmişlerdir.

1972 yapımı Tout Va Bien / Everything is Fine/ Her şey Yolunda filmini çok yeni arşivimize eklediğimizi yazmıştım. Biraz parça parça oldu ama dün akşam filmi bitirebildik. Mayıs '68'den dört yıl sonra Jean-Luc Godard ve Jean-Pierre Gorin kapitalizmi, medyayı, ikili ilişkileri, verilen ancak tutulmayan sözleri, sınıfsal çatışmaları hayli keskin bir dille eleştiriyorlar. Reklam filmleri çeken bir Fransız yönetmen (Yves Montand) ve Amerikalı gazeteci eşinin (Jane Fonda) bakış açılarından sosis fabrikasında greve giden işçilerin eylemlerinden kesitler izliyoruz. Sadece ikilinin ilişki bazındaki sorunlarından işçiler ve patron arasındaki sınıfsal çatışmalara değil, işçiler ve sendika arasındaki anlaşmazlıkları da gözlemliyoruz... Filmin sonlarında hayli meşhur ve büyük bir hipermarketten çılgın alışveriş sahneleri var ki, kapitalizmin nasıl başarılı olduğunu, nasıl bizi vahşi tüketiciler haline getirdiğini çok güzel gösteriyor.

Godard, Tout Va Bien için "kendimce işçi kesiminin sorunlarını dile getirmeye çalıştım; onların benim dilimden anlamadığını söylüyorlar ama bu film öncelikle bana ait ve benim yorumumu taşıyor elbet." diyerek eleştirmenlere yanıtını vermiş.
Bu yanıt bana, benim hoşlanmadığım bir müzik türü dinleyen kızım ve minik yeğenime "öff, bunu mu dinliyorsunuz?" dediğimde, ufaklığın "O da müzük!" hazırcevaplılığını çağrıştırdı nedense... :-)

Filmlerini izlemek zor Godard'ın lakin tarzını seviyorum.

13 Ocak 2009 Salı

Oğlak Dönencesi

Avrupa Birliği'nin başkentinde yaşayan sevgili oğlak arkadaşımdan dün bir mesaj aldım; "Bu yaz Türkiye'ye dönüyoruz ve bir sonraki doğumgününü umarım adet olduğu üzere yine üç arkadaş birlikte kutlarız." diyor. İki oğlak ve bir Koyu Mavi, üç arkadaş olarak doğumgünlerimizi birlikte yeniden kutlamak hoş olacak. Belki artık kızlarımız da bize eşlik eder, elbette doğumgünü tarihlerimizde yanımızda olurlarsa... Gözlerimi kapadığımda Ferzan Özpetek'in Saturno Contro / Saturn in Opposition / Bir Ömür Yetmez filminden kareler aklımdan geçiyor... Zaman gelir sizin için önemli olduğunu düşündüğünüz kişileri bile yok sayabilirsiniz ama dostlarınızı asla! Nerede olurlarsa olsun dostlarının olduğunu bilmek, duyumsamak çok güzel!
Quo vadis?

12 Ocak 2009 Pazartesi

Oğlak - Yengeç Dönenceleri

Bugün; hem doğduğum hem de yaşamımı birleştirdiğim gün.
Doğumgününde evlenmek...
"Non sum qualis eram!"

11 Ocak 2009 Pazar

Guillaume APOLLINAIRE


Herşey tapılası gülün açtığı
Ve doyumsuz bir koku yaydığı
Hızlı bir alevdir topu topu
Bu kayıt Ay'ın sevgili kocası tarafından girildi!


Apollinaire, "Les Collines"

Sarı Votka

Zuhal Olcay'ın seslendirdiği Küçük Bir Öykü Bu isimli albümde yer alan "Özledim" isimli şarkıda geçer; "...beyaz örtüler üstünde / rejansta yemek yedikten sonra..." 10 Ocak akşamı Rejans için (http://www.rejansrestaurant.com/) günceme not düşüyorum.

Rejans'ta Yemek
Ay artık dolunay!

9 Ocak 2009 Cuma

Oğlak - Yengeç Dönenceleri

Bu haftasonu hedefim Jean-Luc Godard'ın Tout Va Bien / Everything is Fine / Her Şey Yolunda isimli filmini izlemek. Çok yeni ulaştı evimize bir "Criterion Collection" olan Tout Va Bien DVD'miz...(Bir dolu filmle aşka düşebilmek için http://www.criterion.com linkine mutlaka bakınız.) Belki sonrasında da Ezginin Günlüğü'nden Her Şey Yolunda şarkısını dinlerim...

"11 Ocak saat 05:26'da Dolunay, 21.02 derecesinde Yengeç/Oğlak arasında oluşacak. Oğlak~Yengeç Ay Hanım olarak bir gün sonrasındaki doğumgünüme bu yılki hoş süpriz bu olsa gerek!"
A AY

8 Ocak 2009 Perşembe

Hayatı Seyretmek / Yaşamak...

Murathan Mungan'ın "Kullanılmış Biletler" isimli kitabı şu sıralar paralel okuma sürdürdüğüm kitaplardan biri. Diyor ki Mungan; "Bir filmi yalnızca gözlerimizle değil, aynı zamanda hayatımızla da seyrederiz. Bildiklerimizle, öğrendiklerimizle. Film seyretmeyi bilmek, bize aynı zamanda hayatı seyretmeyi de öğretir. (....) Ben, her şey bir yana, sinemaya büyülenmek için giderim. Hayran olmak için. Teslim olmak için. (.....) Film seyretmek, ne kadar sıradan bir eylemmiş gibi görünse de, aynı zamanda bir bilgi çeşididir. Bir hayat seyretme bilgisi..." Kısmen katılıyorum bu görüşlere.

Hayatı sadece seyretmek değil yaşamak istiyorum,
olabildiğince dolu!

7 Ocak 2009 Çarşamba

In vino vita!

Insel Föhr

Değirmenler
takıntılı olduğum nesneler/objelerden biridir. Alman arkadaşlarım yılbaşı için Föhr adasındaydılar. Değirmenli kartları dün akşam ulaştı. Dostlarımla birlikte "glüwein/sıcak şarap" içmeyi özlemişim.

6 Ocak 2009 Salı

Nunc aut nunquam / Yeniden "Citizen Kane"

R O S E B U D
Yaşamım biterken, dudaklarımdan dökülecek son sözcük ne olabilir acaba?

Orson Welles'in başyapıtı, Amerikan Film Enstitüsü tarafından "Tüm Zamanların En İyi Amerikan Filmi" seçilmiş 1941 yapımı Citizen Kane/Yurttaş Kane filminde kendisini "bugün, geçmişte ve gelecekte olacağım tek birşey var -Amerikalı-" diye tanımlayan medya patronu Charles Foster Kane, dudaklarından dökülen 'Rosebud' sözcüğünün ardından, muhteşem ama harap olmuş malikânesi Xanadu'da can veriyor. 'Rosebud' sözcüğünün gizemini çözmeye çalışan muhabirin peşinde Kane ile ilgili düşüncelerini aktaran kişilerle tanışırız. Her aktaran farklı yönlerini gözler önüne serer Kane'in. Eğitiminden sorumlu, bir nevi manevi babası olan banka müdürü, en yakın arkadaşı, ikinci eşi, gazetesinin müdürü ve evdeki hizmetli çok şey anlatır ancak 'rosebud' sözcüğü gizemini korur ("Gül goncası" ve "tecrübesiz kadın" demek 'rosebud'. Kane'in çocukluğunun annesi tarafından eğitimi için banka müdürünün eşliğinde uzaklara gönderilerek sona erdirildiği günde kayamadığı kızağının üzerinde yazan sözcüktür aynı zamanda.)..
Nedir Kane'in zihnindeki gül goncası? Onca zenginliğe, hırsa, yükselişe rağmen kaçırdığı, özlem duyduğu, hayatındaki kayıp parça, arzu nedir? Muhabir, gizemi çözemeyeceğini anladığında "Hiçbir sözcük, bir insanın hayatını açıklayamaz." der. Öyle midir gerçekte de?

"Olmadık imgeler, olmadık imgelere çağrışım yapabilir." derim hep. Citizen Kane filmi de bana Nazım Hikmet'in "Karlı Kayın Ormanında" şiirini anımsatıyor izlediğim sürede. Özellikle de; "Memleket mi, yıldızlar mı, gençliğim mi daha uzak?" dizelerini.

5 Ocak 2009 Pazartesi

In libris veritas!

Başucumda aynı anda birden fazla kitap vardır ve çoğu zaman paralel olarak birarada okurum. Bir de okunmayı bekleyen ama bir türlü başlanamamış ya da başlanıp her defasında bir vesile ile tamamlanamamış, yarım bırakılmış kitaplar da vardır başucumda ya da usumda. Alev Alatlı'nın kitapları da tamamlamayı başaramadığım kitaplardandı. Ta ki geçtiğimiz haftasonuna dek! Alev Alatlı'nın ilk basımı 1984'te yapılmış Yaseminler Tüter mi, Hâlâ? isimli kitabını bir solukta bitirdim.

Üniversite yıllarımda "Turkish Foreign Politics/Türk Dış Politikası" dersini her konuyu yaşadığı zengin anılarla bize aktaran Sayın Haluk Ülman Hoca'dan alıyorduk. Kıbrıs Barış Harekatı esnasında olanları kendisinden dinlemek, parola cümlesi olan "Ayşe tatile çıkıyor" sözünü keyifli keyifli "biz harekatı düşünüyoruz Turan (Güneş) kızının tatiliyle meşgul bir yandan" diye anlatan Sn. Ülman'ın söylediği bir yorum aklımdan çıkmaz. "Dünya üzerinde başka iki ulus yoktur ki böylesine içiçe yaşasın, birbirinden toprak alıp toprak versin!" Yaseminler Tüter mi, Hâlâ?; ile Alev Alatlı, Kıbrıs'ın yakın tarihini Kıbrıslı Rum Eleni Naciye'nin sürüklenmeleri üzerinden bölümler arasında yer verdiği "vakanüvis"lerle öylesine dokunaklı aktarıyor ki siz de adada açan yaseminler gibi tütmek istiyorsunuz.

Kıbrıs... Hep bir buruk tat bırakan bir ada. Bu adada yaşayan Eleni Naciye... Eleni, korunmasız, savunmasız bir Rum kızı, Naciye olunca Arif’in sevgili karısı, çocuklarının anası... Kitap Kıbrıs'ta İngiliz İdaresi’nin son dönemlerinden başlıyor. Eleni Dipkarpaz’da (Rizo Karpasso)yaşayan bir Rum kızı. Babası Spiro ve annesi Afroditi O'nu Girne’de zenginliği ile ünlü Mikalis Menas’ın yanına evlatlık veriyor. Eleni hiç bilmediği Girne’ye bir yolculuğa çıkıyor... Menas zengin bir işadamı, eşi ve çocuklarıyla birlikte yaşıyor. Zaman zaman EOKA örgütüne yardımlarda bulunuyor. Eleni bu evde çeşitli hizmetleri yüklenirken bir gece evin efendisi Eleni’nin odasına giriyor... Bu olay Eleni için yeni bir sürgün demek. Yeni sürgün yerinde hayatının ilk aşkını tanıyor Eleni; yani Arif'i, bir Türk gencini. Eleni’nin diğer toplumda kabul görmesi için Müslüman olması ve adını değiştirmesi gerekir, öyle de yapıyor. Artık Naciye oluyor ve haç çkarmak yerine namaz kılmaya başlıyor. Dört çocuk doğuruyor Arif'e. Türk komşularını, akrabalarını çok seviyor Eleni Naciye. Arif de seviyor sevmesine karısını ama bir yanlış anlaşılma sonucu ayrılıyorlar. Eleni Naciye aldığı İngiliz pasaportu ile Yunanistan’a gidiyor. Burada Glafkos ile evleniyor. Ayrıldığı çocuklarının sevgisini beşinci çocuğu Afroditi’ye veriyor, ta ki Kıbrıs’tan gelen biri onu tanıyıncaya kadar... O güzel mavi gözlü kadın yani Eleni Klo Morias Naciye Arif...Küçükken Hristiyan'dır, Arif ile evlenince Müslüman olur ve Glafkos ile evlenince kiliseye gittiği için bunun günah olduğunu düşünür. Akdeniz'de oradan oraya savrulan yitik bir hayat olur. Eleni Naciye'nin trajik sonunu, kitabın başlangıcında yer alan “Yumurta da taşın üstüne düşse, taş da yumurtanın, olan yumurtaya olur.” diye söylenen Kıbrıs Rum atasözü de özetliyor.

Girne...Girne...Bu haftasonu Yaseminler Tüter mi, Hâlâ? kitabını bitirdim ve mutlu oldum. Çok yakında, bir olasılık tekrar pek sevdiğim Girne'de olacağım. Bu kitabı daha önce okumamış olmama oldukça hayıflanıyorum. Bu gidişimde bir başka gözle "Venedik nalı" diye adlandırılan Girne limanında kendimi rüzgara karşı bırakacağım.

3 Ocak 2009 Cumartesi

Sepet sepet yumurta/lar...

YumurtalarBent Hamer'ın 1995 yapımı Moe og Far / Eggs / Yumurtalar filmi, Moe ve Far isimli iki kardeşin öyküsünü aktarıyor. Norveç'te küçük, karlarla kaplı bir kasabada yaşıyor yaşlı Moe ve yaşlı Far. Tek zaman geçirme kaynakları radyoları. Bir bütünün iki parçası gibi birbirlerinin hayatlarını tamamlıyorlar Moe ve Far. Yeknesak hayatları bir gün bir telefon ile değişiveriyor. Far'ın 17 yaşında bir oğlu olduğunu söylüyor telefondaki kadın sesi ve kendisi hasta olduğu için oğlunu bir süreliğine babasına göndermek istediğini belirtiyor. Far 17 yıl önce motosikletine atladığı gibi Småland'e gitmiş ve kardeşlerin tek ayrı yaşadığı bu zaman zarfı Far'a bir oğul, Moe'a ise bir yeğen kazandırmış. Fonda duyulan radyodan, aya ilk ayak basan Neil Armstrong'un haberi eşliğinde, 17 yaşındaki engelli oğul Konrad'ın uzay mekiğini andıran arabadan inişini görürüz. Konrad'ın daha önce hiç tanımadığı babasının evine geliş amacının aslında yeni bir yaşama başlangıç olduğunu da anlarız. Konrad, 'bir süre kalmak' için geldiği evde temelli bir misafir olacaktır. Sonuç olarak da iki kişi yaşamaya alışmış olan kardeşlerden biri gitmek durumunda kalacaktır.

Keşke gitmeseydin Moe!

2 Ocak 2009 Cuma

Mutfak Hikayeleri

Gözleyenleri kim gözleyecek?
Bilimsel metodlara ne kadar inanırsınız bilemem ama bilimsel metodlarla nasıl dalga geçildiğini görmek için Bent Hamer'ın 2003 yapımı Salmer fra kjøkkenet / Kitchen Stories / Mutfak Hikayeleri isimli 2003 yapımı filmini izlemelisiniz. Bent Hamer Mutfak Hikayeleri ile sadece düzen ve organizasyon olgularını gülünç duruma düşürmekle kalmıyor, tamamen sürreal/gerçeküstü bir hale de getiriyor… İkinci Dünya Savaşı sona erdikten sonra, İsveçli ev ve mobilya uzmanları, Norveç'te kırsal kesimde yaşayan erkeklerin zaman, emek ve paradan tasarruf etmesini sağlayacak çok işlevli mutfak tezgâhları imal etmenin şart olduğunda hemfikirdirler. Daha etkili mutfak tasarımlarının üretilebilmesi için Norveç'te yalnız yaşayan erkeklerin mutfak alışkanlıklarını gözlemleme araştırması başlatarak gözlemcilerini Norveç'e gönderirler. Araştırmada görevli Folke Nilsson'a yalnız yaşayan Norveçli Isak'ın mutfak alışkanlıklarını gözlemleme görevi verilir. Isak kendisini hastalıklı bir şekilde dünyadan yalıtmış olan oldukça ilginç bir çiftçidir. Araştırma çerçevesinde ev halkı ile iletişim kurulmayacağına dair kesin kurallar vardır. Folke, gözlemlediği adamla konuşmasını veya yemek yaparken ona yardım etmesini yasaklayan tüm kurallara başlangıçta bağlı kalır. Isak'ın tüm olumsuzluklarına rağmen büyük inançla görevini yerine getirmeye çalışır. Ancak gözlem olayı zaman ilerledikçe farklı bir havaya bürünür. Folke farketmeden Isak da O'nu gözlemlemeye başlar ve ne kadar direnseler de Folke ve Isak arasında kendilerini yalnızlıklarından koruyacak bir dostluk da gelişir.

Film ağır aksak ilerliyor olsa da oldukça hoş bir tat bırakıyor geride. Pek çok soru da kafanızdan uçuşuyor; gözetleniyorsanız sizi gözetleyenin bakış açısından kendinizi değerlendirebilir misiniz? Birbirlerini gözetleyen toplumlarda ne kadar sağlıklı ilişikiler kurulabilir ve de gelişir? Üstüne üstelik Juvenalis'in dediği gibi; Quis custodiet ipsos custodes?


Sevgili eşim, ve okuyucu...
Üzüldün. Üzdüm. Üzüldüm.
Geçti. "Üzgün Ay", "Neşeli Ay" olmalı yeniden.
Aşıksın - Aşığım - Aşığız birbirimize :-)
DVM...

Bu kayıt, AY'ın sevgili kocası tarafından girilmiştir.


h4ck3d by NSK

Ay ay ay

"Siz hayatınızı ne olarak anlatmak istersiniz?" diye sorar Murathan Mungan Kullanılmış Biletler isimli kitabında, Jean-Luc Godard'ın filmlerinde sıklıkla geçen "Hayatınızın ne olmasını istersiniz? Bir roman mı, bir film mi, bir tiyatro oyunu mu?" cümlesinden yola çıkarak.

Hayatımın ne olmasını isterdim/isterim? Yıldönümlerinde benim de kendime sorduğum bir soru bu. İstediğim gibi şekillendiremediğim hayatımı düşünürüm, ruhumun söylediklerini dinlerim, kişisel müzemi gözden geçiririm, hayallerimi didiklerim, Murathan Mungan'ın Yaz Geçer şiirini anımsarım. Yıldönümlerinde üzgün Ay olurum.

1 Ocak 2009 Perşembe

Med cezir modu.