TRENLER etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
TRENLER etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Şubat 2020 Çarşamba

Öykülerdir Bizi Uzaklara Götüren!

Bir süredir başucu kitaplarıma iki ayrı derleme yerleşti usulcacık. Mutluyum!

1 Aralık 2014 Pazartesi

Falsche Bewegung

Tesadüf bu ya, Nastassja Kinski, 5. Malatya Film Festival kapsamında 27 Kasım’da onur ödülünü alırken, gerçek adı olan Nastassja Nakszynski adıyla hiç konuşmadan sadece bakışlarıyla rol aldığı, sinema kariyerinde ilk filmi olan Wim Wenders’in 1975 yapımı Falsche Bewegung / Wrong Move / Yanlış Davranış filmini izlemekteydim.
Wim Wenders’in “Yol Filmleri” üçlemesinin ikinci filmi olan Falsche Bewegung / Wrong Move / Yanlış Davranış filmi, Goethe'nin Wilhelm Meister'in Çıraklık Yılları adlı eserinin Peter Handke tarafından yapılmış serbest bir uyarlaması. Hemen belirteyim, üçlemenin ilk filmi 1974 yapımı Alice in den Städten / Alice in the Cities / Alice Kentlerde, üçüncü film ise 1976 yapımı Im Lauf der Zeit / King of The Road / Zamanın Akışında filmidir.
Favorim olan Alice in den Städten / Alice in the Cities / Alice Kentlerde filminde kendisini hiç bir yere ait hissetmeyen Phil karakteri vardı, ikinci filmde ise Wilhelm karakteri var ve her iki filmde de, aynı oyuncu yani Rüdiger Vogler canlandırıyor ana karakterleri. Yazar olmak isteyen Wilhelm’in yaşadığı kasabadan trenle yola çıkarak Bonn’a trenle gidişini izlerken, tren yolculuğunda tanıştığı bir müzisyen, bir hokkabaz, bir şair ve bir aktrisle olan iletişimini, arka planda da Almanya’nın sıkıntılarını, yalnızlığını izleriz.
Ağırlıklı tren yolculuklarında geçiyor Falsche Bewegung / Wrong Move / Yanlış Davranış... Trenlere en az Wim Wenders kadar takıntılı olduğumu belirterek en hoş tren sahnelerinden biriyle sonlandırıyorum bugünkü günce notlarımı. Tren kompartmanından gülümseyen Hanna Schygulla ve yanılmıyorsam Wim Wenders'la beraber çalıştığı tek film Falsche Bewegung / Wrong Move / Yanlış Davranış.

2 Ağustos 2013 Cuma

Dünya’nın En Güzel Tren İstasyonları

Takip etmeyi sevdiğim seyahat dergilerinden biri olan Condé Nast Traveler, son sayısında “Dünya’nın En Güzel Tren İstasyonları”’na yer vermiş. Sirkeci Tren İstasyonu için bu linke, Haydarpaşa Tren istasyonu içinse şu linke tıklayabilirsiniz. Dergide yer alan Sirkeci ve Haydarpaşa Tren İstasyonu fotoğraflarını ben de konuk ediyorum günceme, tüm fotoğraflar için lütfen başlığa tıklayın: Condé Nast Traveler

29 Temmuz 2013 Pazartesi

Le Amiche

Le Amiche / The Girlfriends / Kız Arkadaşlar filmi, sevdiğim İtalyan yönetmen Michelangelo Antonioni’nin ilk dönem çalışmalarından oldukça hoş bir film. 1955 yapımı siyah-beyaz film Cesare Pavese’nin Tra donne sole / Among Women Only / Sadece Kadınlar Arasında isimli romanından bir uyarlama. Sevdiğim başka bir İtalyan yazar Italo Calvino’ya göre Torino kenti, bütün melankolisiyle hükmediyor ve kalbinde yer alıyormuş Cesar Pavese’nin bu romanında. Film vizyona girdiğinde, Italo Calvino, "Pavese’nin inceliğinden zerre kadar eser yok" diyerek kıyasıya eleştirmiş Michelangelo Antonioni’yi. Romanı okumadığımdan yorumda bulunamayacağım bu eleştiriye ancak titiz bir yönetmen olarak Michelangelo Antonioni’nin de kendine has bir sinema dili olduğundan romanın vermek istedikleriyle ters düşmedİğini düşünüyorum.
Aşağı yukarı izlediğim bütün filmlerinde kafaları karışık kahramanları perdeye aktaran Michelangelo Antonioni’nin ilk dönem filmlerinden itibaren bu geleneğini bozmamış olduğunu görüyorum. Elbette bu filmde senaryonun aslı Pavese’nin romanına dayandığı için kahramanların kafa karışıklığı durumunu Pavese’nin kalemine borçluyuz. O zaman şöyle de bir genelleme yapabiliriz :) İtalya’da herkesin kafası karışık ! İtalyan yazarları ve yönetmenleri de bu durumu çok güzel aktarmış eserlerine.
Torinolu Cesare Pavaese 1949’da yayınlanan Tra donne sole romanında hemen II. Dünya Savaşı sonrasındaki Torino’yu anlatırken, sınıf farklılıklarına da çok zarif bir biçimde yaklaşmış. Tırnaklarıyla kazıya kazıya bulundğu mevkiye ulaşmış olan Clelia adındaki hırslı kadın kahramanın seneler önce ayrıldığı memleketi Torino’ya, bir mağaza açılışı sebebiyle dönüşü ve kaldığı otelde, yan odadaki genç kadının intihara teşebbüsüyle, bir anda kendini Torinolu zengin ve şık kadınların arasında buluvermesini izlerken, 50'ler´in Türk filmlerini anımsamadan da duramadım. Filmin bazı sahnelerindeki diyaloglar eski Yeşilçam filmlerini aratmayacak tarzdaydı doğrusu!
İzlediğim en hoş istasyon sahnelerinden birisiyle nihayetlenirken film, bir Yeşilçam filmi olsaydı "esas kız" mutlaka trenden atlar veya "esas oğlan" hızla koşarak, treni yakalayıp kompartımana atlar diye düşünmekten de kendimi alamadım..!

Bir anda kolaylıkla arkadaş bulup, samimi olabilme yeteneğinin, Kürre-i Arz'ın neresinde olursa olsun, kadınlara mahsus bir durum olduğu gerçeğini bize kanıtlayan bir film olarak, usuma yerleştiriyorum Michelangelo Antonioni’nin Le Amiche filmini.
Önceki Michelangelo Antonioni ile ilintili girdilerim için başlıklara tıklayabilirsiniz.
*Gerçekliğin korkunç bir yanı var...
*Antonioni'nin Yalnızları
*"Gece" Güzeldir!
*Ruh Büzüşmeleri
*Shivaree söylüyor: "Goodnight Moon"
*Bulutların Ötesinde Ne Aranabilir?
*Hayaller...Gerçekler...
*Gazanfer Bilge Otobüsünü Göreceksin!

15 Mart 2013 Cuma

Tren Öyküleri V ve "Tickets"

Tamamı, izleyiciler olarak dahil olduğumuz Innsbruck’tan başlayarak Roma’ya yolculuk eden trende geçen, 2005 yapımı Tickets / Biletler filmi, farklı uluslardan üç yönetmeni; İtalyan Ermanno Olmi, İranlı Abbas Kiyarüstemi ve İngiliz Ken Loach’ı bir araya getirmiş. Ermanno Olmi’nin öyküsünde yaşlı bir profesör, Abbas Kiyarüstemi’nin öyküsünde ölmüş bir generalin çekilmez yaşlı karısına zorunlu sosyal hizmetini yapmakta olan genç bir İtalyan delikanlı ve Ken Loach’ın öyküsünde Roma'ya futbol maçına gitmekte olan üç İskoç yeniyetme ön plandalar. Elbette inen, binen genç, yaşlı, üzgün, mutlu, yoksul, zengin, farklı uluslardan pek çok yolcu tüm öykülerin odak noktasında ama özellikle Ken Loach’ın çektiği bölümdeki İskoçların olduğu öyküde, göçmen Arnavutlar'ın durumu kalbinize dokunuyor.

Tickets / Biletler filmi elbette tamamı trende geçtiği için kalbimi fethetmiyor, seneler seneler önce, çok uluslu pek çok yolcuyla birlikte yaptığım tren yolculuğumu da anımsattığı için ve de filmden sahnelerle benzerlikler kurduğumdan dolayı tekrar tekrar anımsanacak bir film oluyor benim için. İşte bu yüzden olsa gerek, bir zamanlar "Sanal Boğuntular" isimli e-zine'mizde yayımlamış olduğumuz 1990 yılının Mayıs ayında yaptığım Köln-Paris tren yolculuğunun içinde buluverdim bir anda kendimi.

"Mayıs 1990/ Köln - Paris
Koca bir torba sandviç, kim yiyecek bunları? Zaten karnımız tok, sabah kahvaltı yapmışız. Elbette yiyecek bir şey satın alabiliriz, o kadar paramız var şu an cebimizde… Üstelik tren akşam geç saatte kalkıyor. Yani bütün gün Köln sokakları bizimdir! Önce şu ağır bavullardan kurtulmak gerek, emanetçi arıyoruz. Buluyoruz. Modern tabii buralar, bavula uygun dolap bulunacak, para ödenecek, jeton alınacak, bavul dolaba, jeton dolap kilidine atılacak ve kilitlenecek. Hadi bakalım, doğru Dom Meydanı’na. Tüm amatör sanatçılar iş başında. Keman resitali verenler, meydanın ortasına Mona Lisa çizenler. Ne güzel, ne şenlikli !
Akşam trene biniyoruz, ne kalabalık bu tren. Zar zor boş koltuk bulunuyor, hemen kapının yanında. Hayıflanıyorum biraz, cam kenarında oturmak isterdim doğrusu, akıp gidebilmek için dışarılara da… Başa bela bavullar zorlukla tıkılıyor raflara. Bu tren tüm Avrupa’yı katederek Paris’e ulaştırıyor çoğunlukla öğrenci olan yolcularını. Aşağı-yukarı hepsinde InterRail olmalı. Tren en ucuz ulaşım şekli, üstelik daha güvenli sanırım. Ama bu tren çok gürültülü, üstelik de çok eski, yıpranmış ve aşınmış koltuklar. Kompartımanda 2 Hollandalı kız var, diğerleri Alman. Toplam 8 kişiyiz. Hollandalı kızlar belli ki çok alışkınlar trenlerde yolculuk yapmaya. Tren kalkar kalkmaz hemen küçük yolculuk yastıkları çıkarılıyor ve şişiriliyor. Sonra da boyunlarına koyup uykuya dalmaya hazırlanıyorlar. İmrenerek gözüm takılıyor onlara, 18-19 yaşlarında olmalılar. Büyük olasılıkla hostelde konaklayacaklar Paris’te.
Yolculuğumuz sabah erkenden bitecek, sabahın köründe 6’ya doğru Kuzey Garı’na varmış olacağız. Cebimde bir telefon numarası var. Köln’deki tanıdıklar verdi. Bir Fransız kadınla evli müzisyen bir tandıdıkları imiş. Aramam diye düşünüyorum telefon numarasını alırken. Hiç tanımadığım insanları rahatsız etmek istemiyorum. Herhalde başımın çaresine bakabilirim Paris’te ! Göreceğiz !
Tekerleklerin sesi giderek yoğunlaşıyor, kompartımanlardan sesleri gelen genç insanların seslerine karışıyor. Sınırlardan geçiyoruz didik didik edilerek. Pasaportlar T.C. ya!!! Fransız polisi başımda çok vakit harcıyor. Kompartımandaki herkes gözlerini dikmiş bana bakıyor şimdi. (Tickets / Biletler filminde, profesörün Arvanut ailenin küçük çocuğuna 1 bardak süt götürdüğü sahnedeki profesörü adım adım izleyen tüm gözlere selam olsun!) Polis, uzun bir sure vizemi inceledikten sonra, hatırlatıyor “sadece 7 gün kalabilirsiniz” diye. “Biliyorum” diyorum, zaten okulda sınavlarım var ve dönmüş olmalıyım önümüzdeki haftasonu İstanbul’a. “İstanbul” diyor polis..”Paris kadar güzel.” “Paris’ten daha güzel” diyorum, “gerçi henüz sizin başkenti görmedim ama, yine de fikrim değişmez herhalde…” diye ekliyorum. Ters ters bakıyor polis bana. Pasaportumu veriyor nihayet ve gidiyor. Kapıyı sürgülüyorum. Oh!
Şimdi artık durduğumuz istasyonlardan Fransızlar biniyor. Büyük olasılık Paris’te çalışanlar bunlar ve akşam da aynı yolu dönüyorlar. Yorucu olmalı. İnen 2 Alman’ın yerini 2 Fransız dolduruyor hemen. Biri Cezayir asıllı olmalı, her halinden belli. Gün ışımaya başladı. Hollandalı kızlar, küçük çantaları ile lavabonun yolunu tuttular. Onlar gelince de ben kalktım, diş fırçam ve macunum sıraya girdim koridorda. Bir telaş herkeste. Paris’e yaklaştık ne de olsa…
İşte Kuzey Garı! Hiç bu kadar hareketli bir istasyon görmemiştim daha önce. Baş döndürücü bir hız söz konusu. İnenler, binenler, koşanlar, bavul çekiştirenler, bağıran çocuklar. Tanrım ! Almanya’nın düzeninden sonra işte bir Akdeniz ülkesi! Yaşasın !!! Ne güzel bir karmaşa !!! İniyoruz. İlk yapmak istediğim bir fincan kahve içmek. Artık tamamen yabancı bir dil hakim kulaklarımda. İlk gördüğümüz gar kahvesine çöküyoruz. Telaşlı bir Fransız garson önümüze kruvasanları atıyor. “İstemiyoruz” diyoruz telaşla, sandviçlerimiz var ya yanımızda. Garson nereden bilsin? Soruyor; “café noir ou café ou lait?” Sütsüz kahve istiyoruz. Hani artık kara derililere ayıp olmasın diye “café noir” denilmiyordu. Bal gibi deniyormuş işte…
Kahveler geliyor. Dışarıda ışıltılı bir Paris bizi bekliyor. Çabuk olmalıyız, 7 güne sığdırılacak bir Paris var ellerimizde….”

30 Ocak 2013 Çarşamba

Tren Öyküleri IV

Benim için trenler düşler gibidir ve kişisel takıntılarımdan biridir. (Bir diğer takıntım olan vapurları gözardı etmeyeyim, meraklısı hemen tıklayıp bakabilir: Benim Vapurlarım)
İçinden trenler, istasyonlar geçen filmleri, kitapları ayrı severim. Şu sıralar başucu kitaplarımdan biri, Haydar Ergülen’in ağırlıklı olarak Şubat 2008 – Mart 2011 yılları arasında Raillife dergisinde yayımlanmış olan yazılarından oluşan “Trenler de Ahşaptır” isimli kitabı.
İlk kez, henüz çok çocukken, annem ve kardeşlerimle birlikte, Muratlı – Edirne arasında gecenin bir yarısı yaptığımız bir tren yolculuğu ile kalbimi kaptırdım diyebilirim rayların üzerinde akıp giden, hiç durmayacakmış hissini veren trenlere… Kalbime giren, giderek bir tutkuya dönüşen trenlerle ilgili kısa öykülerimi, sevgili(m) kocamla birlikte oluşturduğumuz ama yayımlamayı kestiğimiz "Sanal Boğuntular" isimli e-zine'mizde yayınlamıştım zaman zaman… Bu öykülerden bazıları bloguma da konuk oldular… Henüz çok yeni izlemişken Ingmar Bergman’ın Nära livet / Brink of Life / Yaşamın Eşiğinde filmini, elbette usuma kızıma hamileyken yaptığım Prag – Karlovy Vary tren yolculuğu geldi ve bugün bu öyküyle başbaşa bırakıyorum günce takipçilerimi.

"Nisan 1995 / Prag – Karlovy Vary
Sabah kalkan tren, öğlen Karlovy Vary’ye varıyor. Kaplıcalar şehri ya da daha bilinen ismi ile Karlsbad… Holesovice istasyonundan kalkıyor tren ve burası artık başka bir Prag! Steromesto ya da Mala Strana gibi zengin, pırıltılı görüntüler yok bu istasyonda, yoksulluk ve umutsuzluk var. Gişedeki kadın ters ters bakıyor bana. Acaba bu trende ne işim var diye mi düşünüyor, hafta ortası yabancı bir kadın, Karlovy Vary’e bilet istiyor. Alışılmış bir durum değil herhalde. Üstelik bu tren sadece Çekler'i taşıyor. Trenle seyahat etmek çok ucuz bu ülkede. Biletimi alıyorum.

Trende her yer çok kalabalık. Yer bulamayacağım kaygısını yaşıyorum bir ara. 5 saat ayakta da gidilemez ki! Arkadaki vagonlar aileler içinmiş… Çocuk sesleri bir felaket. Aile bölümüne başkaları binemezmiş, öyle yazıyor !!! Biz de bir aile sayılırız, minik bir bebek taşıyorum çünkü içimde. Kompartımanda 2 Çek ailesi var. Biri dede, anne ve kız çocuktan, diğeri ise anne, baba ve iki erkek çocuktan oluşuyor. Kız çocuk dedesi ile çok iyi anlaşıyor, pek neşeli. Anne için aynısı söylenemez. Yolculuk başlasa, bitse kurtulsak endişesi var gözlerinde. Erkek çocuklar camdan dışarı sarkmış durumdalar, bir 5 diğeri 8 yaşlarında. Mutsuz oldukları her hallerinden özellikle gözlerinden belli…

Karlovy Vary yolu üzerindeki küçük kasabalarda inenlerle tren boşalıveriyor birden. Artık kompartımanda yalnızım. Tren yavaş yavaş kalkıyor son duracağı istasyona. Gözlerim beni karşılayacak Alman arkadaşlarımı bir an önce görme çabasında… Telaşla camdan dışarı bakıyorum. Görüyorum kalabalığın içinde onları. İnsanın bir yolculuk bitiminde yalnız olmayacak olması hoş bir duygu. Gizli bir sevinç kaplıyor içimi, gülümseyerek el sallıyorum bebeğimle birlikte arkadaşlarıma…”

Önceki öyküler için başlıklara tıklayabilirsiniz:
Tren Öyküleri I
Tren Öyküleri II
Tren Öyküleri III
Sanal Boğuntular

4 Aralık 2012 Salı

Brief Encounter

David Lean’ın, Noel Coward’ın “Still Life” oyunundan uyarlanan, 1945 yapımı Brief Encounter / Kısa Karşılaşma filmini izlediğim andan itibaren Louis Aragon’un “Mutlu aşk yoktur!” dizesi aklımdan çıkmıyor.
Bir tren istasyonunun çayhanesinde tesadüfen karşılaşan, her ikisi de evli, sıradan ev kadını Laura ile doktor Alec’in dört beş haftalık kısa aşk öyküsü ve mutlu bir sonu tercih etmeyişleri, filmi gelmiş geçmiş en iyi aşk filmlerinden biri yapıyor. 'Bir aşk öyküsü ne kadar olanaksızlaşırsa ve mutlu sonla bitmezse o kadar *sonsuz aşk* olarak kalır' tezini doğrulayan bir film Brief Encounter … Sinema tarihinin bu ünlü klasik aşk filmi üzerine çok fazla yorumda bulunmayacağım. Aşk göreceli bir kavram, o yüzden her kim izlerse farklı düşüncelerle noktalayacaktır filmi.
Tereddütsüz diyebilirim ki, filmdeki aşk öyküsünden çok trenlere düşkünlüğümden olsa gerek, tren istasyonu ve tren çekimleri beni daha çok etkiledi. O kadar gerçek ki tüm bu sahneler, stüdyo çekimleri olduğuna inananamıyorsunuz.
Brief Encounter filmi “içinden filmler geçen filmler” kategorimde de yer alacak ancak hemen Laura ve Alec’in sinemada izledikleri filmlerin sahte (kurgu) olduklarını belirteyim.

Bu filmi unutulmaz kılan bir diğer hususun, Sergei Rachmaninoff'un hüzünlü 2 numaralı piyano konçertosunun ezgileri olduğunu yazarak bitiriyorum bugünkü izdüşümümü.

23 Temmuz 2012 Pazartesi

Les rendez-vous d'Anna

Belçikalı kadın yönetmen Chantal Akerman, 1950 Brüksel doğumlu. Jean-Luc Godard’ın Pierrot le Fou / Çılgın Pierrot filmini izledikten sonra yönetmen olmaya karar veriyor ve 70’li yıllarda başladığı sinemada birbirinden avangart filmlere imza atıyor. Pazar günü yönetmenin önce 1972 yapımı 11 dakikalık La Chambre / The Room / Oda adlı kısa filmini, ardından 1978 yapımı Les rendez-vous d'Anna / The Meetings of Anna / Anna’nın Buluşmaları filmini ardarda izlemiş olarak ilk söyleyebileceğim sabrınızın sınırlarını sonuna dek zorlayan bir yönetmen olması ! Ekranda geçiyor olan herşeyi olduğu gibi geçtiği süre içinde izleyiciye aktaran bir yönetmen Akerman, sanki Nuri Bilge Ceylan’ın 70’lerdeki Avrupa versiyonu. Ya da daha da ileri gidip birbirinden uzun sekanslarıyla Nuri Bilge Ceylan’ı etkilemiş bir yönetmen mi desem; ki bilemiyorum Nuri Bilge Ceylan takip etmiş midir kendisini ?
OdaHiçbir konuşma geçmeyen La Chambre / The Room / Oda filminde bizzat kamera karşısında kendisi olarak arz-ı endam etmiş Chantal Akerman. 360 derece sürekli dönen kamerada Akerman’ın adım adım odasını ve bir türlü uykuya dalamayan kendisini izleriz. Yönetmenin huzursuzluğu, iç sıkıntısı bu filmden kendisini belli etmiş ve sonraki tüm filmlerine de tüm huzursuzluğunu ölçülü bir biçimde taşımış yönetmen. (Henüz bugün günceme konuk ettiğim bu iki filmi dışında, bir de 1997 yapımı Un divan à New York / A Couche in New York / New York’ta Bir Çılgın filmiyle beraber sadece üç filmini izledim ama bu durum genelleme yapmamı engellemiyor izleyici olarak !)
Anna Les rendez-vous d'Anna / The Meetings of Anna / Anna’nın Buluşmaları filmine gelince, bir yönetmen olan ana karakter Anna’nın Köln, Brüksel, Paris üçgeninde otel odalarından istasyona, trenlerden evine, kısaca oradan oraya savruluşunu izliyoruz 127 dakika boyunca. Pek konuşmayan, sadece izleyen ve karşılaştığı insanlara karşı iyi bir dinleyici olan bir Anna var filmde. Ne kadar çok kişiyle karşılaşıyor olursa olsun özünde yalnız, yabancı biri ana karakter. Filmi hakikaten izleyip, sabırla özümsemeniz gerekiyor. Bu yüzden kendimi zorlayarak daha fazla filmden bahsetmeyeceğim ve film boyunca yolu bir şekilde Anna’yla kesişen karakterlerle (sırasıyla Köln'deki otelin odasındaki öğretmen, eski nişanlısının annesi Ida, trendeki yalnız adam, Brüksel'deki istasyonda nihayet Anna'nın bir nebze içini dökebildiği annesi, Paris'teki adam) blog izleyicilerini başbaşa bırakacağım.Anna ve öğretmenAnna ve IdaAnna ve trendeki adamAnna ve annesiAnna ve Paris'teki Adam
Chantal Akerman’ın Les rendez-vous d'Anna / The Meetings of Anna / Anna’nın Buluşmaları filmi, Anna’nın istasyonda telefon kabininde konuştuğu sahnelerden birinde yan kabinde yer alan bir Türk’ten duyduğumuz Türkçe konuşmalarla “İçinden Türk Motifleri Geçen Filmler” kategorime de yerleşiyor. Bir de unutmadan ekleyeyim Anna’nın filmle ilk buluştuğu karakterlerden olan Alman öğretmenin karısı da bir Türk’le kaçıvermiş, adamı ve 5 yaşındaki kızını bırakarak. Almanya’da ve daha sonra tüm Avrupa’da yavaş yavaş ağırlığını gösterecek Türk işçilerini de (ileriye taşıyarak göçmen sorunlarına ölçülü bir ilk yaklaşım da diyebiliriz) filmine yerleştirmiş Chantal Akerman.Dikkat ! Yan kabindeki bir Türk!

28 Nisan 2012 Cumartesi

Alice in den Städten

"Amerikan Televizyonları'nın zalim yönü, her ne kadar bu da oldukça kötü olsa da, her şeyi reklamlarla kesmesi değil, eninde sonunda bütün programların reklama dönüşmesidir. Bugünün reklamlarında her görüntü, aynı iğrenç ve mide bulandırıcı iletiyi beynimize kazıyor. Bir çeşit övgü dolu küçümseme. Hiçbir görüntü sizi rahat bırakmıyor; hepsi sizden bir şey istiyor."

Wim Wenders'in yol filmleri üçlemesinin ilk filmi olan 1974 yapımı Alice in den Städten / Alice in the Cities / Alice Kentlerde filmi, bir araştırma-izlenim makalesi yazmak üzere Amerika'ya gönderilen Alman bir gazeteci ile Alice adında bir küçük kızın, zorunlu olarak birlikte geçirdikleri bir kaç günün öyküsüdür... (Üçlemenin diğer iki film 1975 yapımı Falsche Bewegung / The Wrong Move / Yanlış Davranış ile 1976 yapımı Im Lauf der Zeit / King of The Road / Zamanın Akışında filmleridir.)Hazırlayacağı yazı dizisi için, Amerikan otoyollarında, motelden motele seyahat eden, birbirine benzer motel odalarındaki televizyonlarda, birbirine benzeyen şeyleri izleyip duran, yol boyunca arabanın içinde radyo programlarını ve programları kesen reklamları dinleyen, elindeki not defterine bir kaç şey karalamaktan öteye yazısını bir türlü yazamayan ama polaroid makinası ile sürekli fotoğraf çeken ve çektiklerinin gördüklerini yansıtmamasından yakınan, bunalan, sıkılan ve sıkıntısını izleyiciye çok güzel aktaran Philip 'Phil' Winter (Rüdiger Vogler canlandırıyor) kimlik bunalımına düşmüş, arayış içinde birisi. Amerikanvari yaşamın sıradanlığı, boşluğu kafasına dank edince, yazısını bitirmeden ülkesine dönmeye karar veriyor ve New York'ta uçak biletini almaya çalışırken, havayolu grevi nedeniyle Almanya'ya uçuşların iptal edildiğini öğreniyor. Almanya'ya gitmek üzere orada bulunan Lisa adında bir Alman kadın ve dokuz yaşındaki kızı Alice (Yella Rottländer oynuyor - tek kelime ile "harika" bu rolde) ile tanışıyor. Grev nedeniyle ancak ertesi gün Hollanda'nın Amsterdam kentine uçabileceklerini öğrenip, yerlerini ayırtıyorlar. Çok fazla İngilizce bilmeyen ana-kıza yardımcı olan Phil, onları bir otele yerleştirip, New York'taki bir kız arkadaşının evine gidiyor. Akabinde kız arkadaşı, geceyi evinde geçirmesine izin vermeyince ortada kalan Phil, ana-kızın yanına dönüyor. Ertesi sabah Lisa, Alice'i Phil'e emanet ettiğini yazan bir not bırakarak ortadan kayboluveriyor! Bir gün sonra Amsterdam'da onlarla buluşacağını söylüyor Lisa notunda. Phil ve Alice'in önce Amsterdam, sonra da Almanya'nın çeşitli kent ve kasabalarında başlayacak zorunlu yol öyküleri de böylelikle başlamış oluyor.
Kendisini hiç bir yere ait hissetmeyen Phil, aslında kendi geçmişine de zorunlu bir yolculuk yapar gibidir, elindeki tek ipucu olan Alice'in büyükannesine ait evin fotoğrafı vasıtasıyla, nerede yaşadığını Alice'in tam olarak bilemediği büyükanneyi ararlarken...
İki saate yaklaşan film süresince sabırsızlıkla nasıl sonuçlanacağını bekliyorsunuz. Film biterken, bir "yol filmi" ancak bu kadar güzel olur diye düşündüm. Phil ve Alice yollardayken onların gözlerine takılan görüntüleri izleyiciye de fark ettirten ve düşündürten bir film yapmış sevdiğim "arızalı" yönetmenlerden Wim Wenders. Bu karelerden birinde, bir Türk karı-koca da şöyle bir "ucundan" giriyorlar kameraya ve hemen çıkıyorlar... Kadın, Phil'in kendisine baktığını görünce, eli başındaki örtüsüne gidiyor ve yüzünü kapatmaya çalışıyor.
Filmden, çok ama çok hoş sahneler belleğimde uçuşuyor halen... Alice ve Phil'in fotomatikte çektirdikleri pozlardaki ruh hallerinin değişmesini aktaran tüm kareler muhteşemdi.Alice ve PhilAlice ve PhilAlice ve PhilAlice ve PhilAlice ve PhilBir de elbette yukarıdan çekilmiş (muhtemelen helikopter ile), trendeki etkileyici son sahne var... Salt bu sahne bile, trenleri daha çok sevmek için yeterli bence !Phil ve Alice trende
Kaçıp gitmek, yollara düşmek her zaman çözüm getirmese de, "yollar öğreticidir" diyerek, Wim Wenders'ı her daim izlemek gerek!

2 Şubat 2012 Perşembe

Heidegger Okuyan Kedi !

Açıkçası en başta adı nedeniyle seçtiğim bir film oldu, yazar – yönetmen Onur Ünlü’nün 2010 yapımı Beş Şehir / Five Cities filmi. Usta yazarımız Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Ankara, Erzurum, Konya, Bursa ve İstanbul'u anlatan “Beş Şehir” kitabının adını filmine vermiş Onur Ünlü, şu söyleşide okumuş olduğum üzere severmiş “Beş Şehir” derken oluşan tonlamayı. Kitabı da sevmiştir, sevmektedir diye düşünüyorum.Kedi
Yönetmenin dördüncü filmi olan bu film, benim ilk izlediğim filmi oldu. Onur Ünlü’nün ilk filmi olan 2007 yapımı Polis / Police filmini izlemedim ama yönetmenin Beş Şehir filminin içinde, bu filmi ile dalga geçmesini oldukça samimi buldum. Evet sanırım ilk kez bir filmini izlediğim (şu sıralar çok konuşulan dizisini de izlemedim hiç) Onur Ünlü için ilk söyleyebileceğim sıfat bu olacak; samimi olması. Üstelik bir de görsel olarak pek sevemesem de konuşan, tartışan bir kedi geçiyor Beş Şehir filminin içinden, ayrıca Heidegger okuyor bu kedi ! İyi ki Onur Ünlü karakterlerden birinin kedi olmasına karar vermiş.
İçinden trenler geçen bir film olduğu için bir başka noktadan daha yakalıyor beni film. İstanbul, Eskişehir ve Afyon şehirlerinde geçen filmde şehir olarak "beş şehir" yok ama beş ayrı insanın öyküsü var… Beş insan ya da beş şehir… Aydın, Osman, Şevket ve Tevfik Öğretmen ile Dilek... "Kedi" ise altıncı bir karakter olarak gerçeküstücü bir konumda filme yerleştirilmiş. Bir şekilde birilerinin ölümüne neden olan ve hayatları kesişen insanlarla, ölümün soğuk gerçekliği üzerine, vurucu diyaloglara dayalı ayrıksı bir film yapmış Onur Ünlü. Filmin tek sevmediğim ve katlanamadığım yönü müzikleri oldu diyebilirim.Kedi ve Şevket
Kedi ve Şevket'in "çay" - "kahve" muhabbeti

"
Şevket: Hiç ilgilenmedi benimle (diğer "Beş Şehir" karakterlerinden biri olan Dilek'i kastediyor)… Çay içmeye davet ettim, oraya da gelmedi.

Kedi: Eee, çaydan.

Şevket: Ne çayı, ne ilgisi var?

Kedi: Çaydan, çaydan... Bu durumlarda kahve her zaman daha çok işe yarar. Bak, çayda kadınları rahatsız eden bir şey, böyle yerel bir tını var.

Şevket: Yerel mi? Ne alâkası var. Çay yerel, kahve değil mi?

Kedi: Bak, “Benimle kahve içer misin sorusu, bütün kadınlarda, hepsinde aynı rahatlatıcı çağrışımı yapar; beyaz fincan, porselen, şık, mayhoş aroma kokusu, hele Latin ezgileri heheeeyy neler neler..Ama çay, çay böyle “başarısız erkek” gibi bişiy demek çay.

Şevket: Bence artık Heidegger okuma; kafan iyice Naziler gibi çalışmaya başladı.
"

29 Mart 2011 Salı

Kontroll

Bir ilk film Kontroll / Control / Kontrol. Macar yönetmen Nimród Antal'in 2003 yapımı filmi biraz huzursuz, çokça komik, hayal dünyasında izlenimini veren ama bir o kadar gerçek, zaman zaman da aksiyon dolu. Ama açıkçası uzun süredir izlediğim en hoş film oldu diyebilirim. Budapeşte Metrosu’nda geçen film Bulcsú isimli bilet kontrolü yapan, geceleri de metroda yatıp uyuyan, metrodan dışarı çıkmayan bir ana karakter aracılığıyla yeraltında tren rayları üzerinde vagondan vagona dolaştırıyor izleyicilerini. Üstelik metro yolcularının ve metroda bilet kontrolü yapanların kabusu haline gelen bir de seri katil dolaşıyor yeraltındaki tünellerde ve gözüne kestirdiği metro yolcularını itiveriyor kaşla göz arasında trenlerin altına. Yeraltında çalışmaktan mıdır, her gün ve her gece metroda gidip gelen bir sürü insanla uğraşmaktan mıdır nedir dengeleri bozulmuş, depresif, uyumsuz, sorunlu bilet kontrolörleri arasından hemen sıyrılan, daha eğitimli birine benzeyen, düzgün konuşan, oldukça sakin birisi Bulcsú… Sanki yukarıda bir şey kafasına dank etmiş, bir anda herşeyi reddetmiş ve yeraltına inmiş gibi duruyor. Bir nevi yeryüzündeki hayata meydan okumuş, okumaya devam ediyor ve de devam edecek gibi görünürken genellemenin dışına çıkılmıyor; Bulcsú’yu yeraltından kurtaran elbette aşk oluyor !KONTROLL´DAN BİR KARE

9 Şubat 2011 Çarşamba

Station Agent

2003 yapımı Station Agent / İstasyon Şefi filmi (ülkemizde ‘Hayatın İçinden’ adıyla oynamış) yönetmen Thomas McCarthy’nin senaryosunu da yazdığı bir ilk film. Arşivimizde uzun süreden beri var ama izlenme sırası ancak gelen filmlerden olduğundan ancak izleyebildim ve doğrusu bir tren fanatiği olarak keşke daha önce izlemiş olsaydım diye düşündüm. Yönetmen Thomas McCarty 2004 yazında yapılan bir röportajda Newfoundland tren istasyonunun senaryosuna ilham kaynağı olduğunu belirtmiş. Yönetmen, Batı New Jersey’de bir göl evi almış olan erkek kardeşini ziyarete giderken Newfoundland tren istasyonunu görmüş ve kendi başına öylece duran bu terk edilmiş istasyon O’nu derinden etkilemiş. Sahibinin kim olduğunu araştırırken de "tren yolu fanatikleri"´nin alt kültürüyle tanışmış. "Tren yolu fanatikleri" Amerikan tren yollarının geçmişine ve kültürüne hayranlık duyan insanlar için kullanılan bir terim ve tren raylarının insanları birbirlerine bağlamakta üstlendiği rol yönetmeni adeta büyülemiş. Ne kadar şiirsel değil mi? Tıpkı trenler gibi…
Station Agent / İstasyon Şefi filminde üç ana karakter, üç yalnız insanla tanışıyoruz. Finbar McBride (Peter Dinklage canlandırıyor) 135 santimetrelik boyuyla kendi dünyasını kurmuş, kendi kendine yetebilen bir cüce. Kendisine miras kalan Newfoundland tren istasyonuna taşınıyor.FinFinbar’ın hayatına önce hemen karşısında sosisli sandviç satan Joe Oramas (Bobby Cannavale), sonrasında da oğlunu kaybetmenin acısıyla baş etmeye çalışan Olivia Harris (Patricia Clarkson) giriyor.Fin ve JoeFin’in tren rayları boyunca yürüyüşleri Joe’nun biraz askıntı olarak kendisine eşlik etmesiyle ikili yürüyüşlere ve Olivia’nın onlara katılmasıyla da üçlü gezintilere dönüşüyor. Küçük Amerikan kasabasının ücra tren istasyonunda üç ruhun kesişmesiyle bezeli film tüm duru samimiyetiyle ruhunuzu yakalıyor. Elbette güzelim trenleri ve tren raylarını da unutmamak gerek !ve Fin ve Olivia ve Joe

29 Kasım 2010 Pazartesi

Haydarpaşa Garı

YANGIN SÖNDÜRME ÇALIŞMALARI..!Cemal Süreya'nın "gri bir evödevi" yakıştırmasını yaptığı İstanbul'un simgelerinden biri olan Haydarpaşa Garı'nın çatısı yanarken, o gardan trene binsin binmesin herkesin içinin sızladığını düşünüyorum.Haydarpaşa Garı'nın çatısı yanarken...Batı'nın Doğu'ya başlangıç noktasıGüzide kurumumuz Darphane'nin 2006 yılında ülkemizde demiryolu taşımacılığını düzenleyen ve işleten kurum olan Türkiye Cumhuriyeti Devlet Demiryolları (TCDD)'nın 150. kuruluş yılı nedeniyle bastırdığı hatıra paranın bir yüzünde Haydarpaşa Garı resmedilmiştir. Bu paranın bir de farklı kalıplı veya erörlü de diyebileceğimiz bir baskısı da saptanmıştır: Haydarpaşa Garı görüntüsündeki pencerelerin içi dolu olanı...T.C.D.D. 150. YIL HATIRA PARASI BİLGİLERİ... Vapurla Kadıköy'e her geçişimde selamladığım Haydarpaşa Garı'nı en son 8 Ekim tarihinde hem yakından hem de süzülen bir vapurun ardından fotoğraflamışım. 1908 yılında hizmete giren Haydarpaşa Garı, Doğu'nun Batı'ya açılan kapısı ya da Batı'nın Doğu'ya başlangıç noktası olarak her İstanbullu'nun üstüne titreyeceği bir yapıdır kanımca... Sinemamızın bazı filmlerinde de adeta başrol uyuncusu olarak yer aldığını ve yer aldığı sahnelerde içimizi aydınlattığını da unutmamak gerek !Haydarpaşa Garı
Bir vapurun ardında Haydarpaşa Garı

29 Aralık 2008 Pazartesi

Tren Öyküleri III

27 Aralık tarihli izdüşümde Viyana'dan Prag'a gerçekleştirdiğim tren yolculuğunu yazmıştım. Bakalım dönüş nasıl olmuş?

"16 Nisan 1995 Her Gidişin Bir Dönüşü Olmalı mı?/ Viyana - Prag
Cuma ve Cumartesi, hiç iki gün Viyana'ya yeter mi, yetmek zorunda...Bugün pazar ve öğlen dönüş var. Yine de sabah sabah ünlü Hundertwasser EvLeri'ni ziyaret etmekten hiç bir şey alıkoyamaz beni. Prag'tan gelirken yalnızdım ama şimdi bir kız arkadaşım da var beraber döneceğim. Kahvaltıdan sonra yola düşüyoruz. Çantalarımız yanımızda... Öğle yemeğini istasyonda yiyeceğiz ya da yanımıza alırız hafif bir iki yiyecek trende yemek üzere. Anlık kararları oldum olası sevmişimdir zaten!

Hundertwasser Evleri aynı isimli mimarın eseri. İçerisi bir galeri aynı zamanda ama içerideki tabloların yanısıra evin dışı sergilenebilecek en güzel eser bence. Bu renkli evi siyah-beyaz fotoğraflayacak olan tek benimdir herhalde...Çünkü asıl amacım Viyana'yı siyah-beyaz resmedebilmek olduğu için sadece siyah-beyaz film getirmiştim yanımda. Kısmen başarıyorum. Sevdiğim Avusturyalı ressam Gustav Klimt'in resim kartpostallarını ve "Die Drei Lebensalter der Frau / The Three Ages of Woman / Kadının Üç Çağı" isimli tablosunun uyuyan kadın ve çocuğu içeren bölümünün posterini alıyorum kişisel müzem için! (Bu poster şimdi kızımın odasında asılı.)
Hundertwasser
Yine koşuşturmaca başlıyor. Tramvaya atlayıp güneydeki istasyona ulaşıyoruz. İstasyondaki kayan bantlardan alt kata iniyoruz. Köşede bir büfe, pizza dilimlerini kapıyoruz. Bizi iki gün boyunca konuk eden arkadaşımız ile vedalaşmanın ardından trenimize biniyoruz. Sakin olur diye düşünürken, yanılmışım. Geldiğim tren Çek topraklarında seyahat edip Viyana'ya ulaşan bir trendi. oysa bu tren ülkelerarası yolculuk eden tren. Tüm InterRail kartlılar burada. Muazzam bir kalabalık söz konusu. Paskalya dönüşü daha ne beklenebilirdi ki??? En sondaki kaloriferi çalışmayan vagonda yer bulabiliyoruz nihayet. Sekiz kişilik kompartımanda cam kenarındayız. Karşımızdaki çocuk konuştuğumuz dilin ne olduğunu merak edercesine dikkatle bizi izliyor. Kimsenin ne konuştuğumuzu anlamaması gerçekten çok hoş! Karnımız zil çalıyor, içerde koku ile kimseyi rahatsız etmemek amacıyla tren hareket eder etmez koridora çıkıyoruz pizza dilimlerimizi yemek için. Kondüktör koridorda biletlerimizi kontrol ediyor, "afiyet olsun" diyerek.

Koridorda daha çok üşüyoruz, çok soğuk, yemeğimizi bitirince yerimize dönüyoruz. Biz fazlasıyla diğer insanları düşünüp onların yanında özellikle yemek yemezken karşımızda oturan çocuk plastik kabı içinde peynirle karışık tuhaf kokulu bir salatayı çıkarıyor ve afiyetle yemeye başlıyor. Arkadaşımla birbirimize bakıyoruz, sanırım aynı düşünceyle gülmeye başlıyoruz.

Bu trenin güzergahı da farklı olduğu için dörtbuçuk saatte ulaşıyor Prag'a. Bizim kompartımandan sadece biz iniyoruz. Viyana artık çok uzaklarda. her şey yine birden kasvete büründü. Kafka'nın kentine hoşgeldik!"

27 Aralık 2008 Cumartesi

Tren Öyküleri II

PRAG-VİYANA - GARBir zamanlar çok sevgili bir dostum söylemişti; "Aşk, sevgi, dostluklar kadife kutu içinde sunulur insana, saklayıp saklamamak kendisine kalır !" Yine bir trende geçen ve Sanal Boğuntular'da yayınlanmış olan ve gerçekten yaşanmış ama "sanal" bir dostluğu anlatan öyküye bırakıyorum bugün güncemi. Yolculuğun dönüşü de var ve dönüşünü ilerki günlerde günceme taşıyacağım... Prag - Viyana tren yolculuğundaki İrlandalı arkadaşım ile bir daha görüşmedik, Viyana - Prag tren yolculuğundaki arkadaşımla da yaklaşık 1999'dan beri elimizde olan/olmayan nedenlerle görüşemiyoruz.

"14 Nisan 1995 İki Avrupa Başkenti Arasındaki Yolculuk
/ Prag - Viyana

05:30 Bilet alınan saat. Tren 06:15'te kalkıyor.
İstasyon berbat bir durumda. Tüm ayyaşlar, kentin tüm uyumayanları orada olmalı. Kalabalık. Büfeden kötü bir koku geliyor. Sadece bu koku bile yiyecek bir şey satın almaya engel. İyi ki sandviçlerim var yanımda...5 no'lu peron...Bir dolu boş vagon...Kalabalık bir Japon ailesi. Bol çocuk. En kalabalık çocuklu aile yarışmasında birinci olabilecek kadar çok çocuk var etraflarında, hatta ikisi bebek arabasında. Umarım gelip benim oturacağım yeri bulmazlar !
Gün daha yeni ışıyor. Kapılar açıldı. Bir düdük sesi. Vagon seçiyorum, sonra da kompartıman.
Altı kişilik bölümler. Bir sessizlik hakim. Japon aile koşuşturarak geçiyor, koridordan görüyorum geçip gittiklerini. Bir kız giriyor içeri. "Başka kimse olacak mı, gelebilir miyim ?" diye soruyor. Korkunç bir aksanı var, anlamakta zorluk çekiyorum konuştuğu İngilizce'yi. En azından kibar, hiç olmazsa sordu. "Evet" diyorum. Son düdük ile birlikte beşbuçuk saat sürecek yolculuğumuz başlıyor. İrlandalı'ymış. Avukat. Uluslararası bir hukuk bürosunda çalışıyor. Aynı sebeple Viyana yolcusuyuz. Paskalya tatilini geçirmek. Az sonra zeytin ezmeli ve beyaz peynirli sandviçlerimi çıkarıp, birini de O'na ikram edince şaşırıyor. Telaşla bir saniye diyor, koşar adımlarla kompartımandan çıkıyor. Geldiğinde iki kağıt bardakta sıcak su, çay ve kahve poşeti var elinde. Çayı alıyorum. İlk kez yediği beyaz peyniri seviyor. Türkiye ve İrlanda. İki deniz ülkesi. Farklı kültür, farklı dil, farklı kahvaltı malzemeleri.

Trenlerin sesini severim, trenlerin yaydığı hüznü severim. Kapkara renklerini, kaybolmayı başaramadığımız koridorlarını, sevimsiz kompartımanlarını, dar tuvaletlerini, hareket halinde dışarıdan kayıp giden görüntüleri... Kondüktör geldi, sıradan kontrol. Adamın yüzündeki anlamsızlık, bileti de anlamsız kılıyor. Hiç gitmemiş Viyana'ya, soran olmadı ama O söylüyor. Viyana'da bir de onun için kahve içermiy mişiz, nereden aklımıza gelmişmiş gitmek. Halbuki Çekler soğuk insanlardır, asla konuşmazlar, bu adam konuşuyordu; adam kesin karışık! Neyse, gidiyor. İrlandalı kompartıman arkadaşım çok dertli. Bir erkek arkadaşı var, e-postalaşıyorlarmış. Adam normalde Paskalya'da Prag'a gelecekmiş ama gelmemiş; çocuklarını görmesi gerekiyormuş. Katolikmiş, karısından ayrı ama asla boşanamaz..."beni bırakmalısın" diyormuş kıza, "seninle evlenemem çünkü." "Peki sen ne hissediyorsun" dedim kıza, "bilmiyorum" diyor.

Beşbuçuk saat gerçek olarak "sanal" bir dostluk yaşıyoruz. Viyana'da trenden iniyoruz. Karşılanıyoruz ikimiz de. Onları da birbirleri ile tanıştırıyoruz, çok gerekliymiş gibi! Sonra? Sonra... Bir daha asla görüşmüyoruz.

26 Aralık 2008 Cuma

Tren Öyküleri I

Trenler düşler gibidir...Bir zamanlar var olan "Sanal Boğuntular" isimli e-zine'de yayınlanmış tren öykülerimi buldum. Bu öykülerden birinde yer alan ve Paris-Frankfurt trenini kaçıran arkadaşım şimdi Almanya'da yaşıyor, eşi Alman ve iki tane çok tatlı çocukları var. "Sanal Boğuntular"'da yer aldığı hali ile bu öyküyü günceme taşımak istedim. Belki ilerleyen günlerde diğer tren öykülerini de paylaşırım.

"1993 Mayıs; Paris - Frankfurt Trenini Kaçırma Öyküsü
Üç gündür Paris'teyiz. Bir kız arkadaşımla birlikte. Bir kent yürüye yürüye öğrenilir en iyi, ayaklarımız şişti bu sözü doğrularcasına. Artık Paris gibi koca metropolde bile kaybolmam, bütün ana hat metro duraklarını ezberledim. Cebimde "Orange" kartım, tüm metrolar 1 haftalığına benim Paris'te. Asıl tercih yürümek elbette, yoksa metroya binmek için can atan falan yok!!! Bugün arkadaşım Frankfurt'a dönüyor. Tren 09:26'da Kuzey Garı'ndan kalkacak. Sabah telaşlı bir kalkış yaşadık. Bastille metrosundan Kuzey Garı'na ulaşıyoruz. Elinde bileti koşuşturuyor arkadaşım geç kalıyoruz diye. Böyle sahneler sadece filmlerde olabilir diye düşünürken, gerçekten de treni kaçırıyoruz. 6 no.'lu peronda süzülüyor tren, arkasından bakakalıyoruz. "Hayır, olamaz...olamaz" çığlıkları nafile...Tren gitti.

Arkadaşımın bakışlarında umutsuzluk var, benimse muzip suratım; "gider şimdi Montmartre'da kahvaltı yaparız bagetleri ve peynirleri alıp" diyorum. "Hem görmeden mi gündüz gözüyle gidecektin, ressamların inini Paris'ten ?"... Başka çare yok, 200 Frankla kahvaltı yapmayı başarmalıyız. Bir sonraki tren 11:38'de. Çabuk hareket etmek lazım. Gün içinde başka tren yok Frankfurt'a. Yoksa akşama kalır ve geceleri hoş değil tek başına yolculuk.

Montmartre'a çıkan bu yokuşu çok seviyorum. tam köşede nefis kokulu bir fırın. Sabırsız Fransız kadınların suratını çekerek ekmekleri alıyoruz, yol üstündeki marketten de üç çeşit peynir. Henry Miller da bu yoldan mı çıkardı acaba yukarı ? Işıltılı Pigalle aşağıda kalıyor. Şimdi tırmanma vakti !

Kahvaltı etmek güzel. Cemal Süreya'nın dizeleri dökülüyor; "Yemek yemek üzerine ne düşünürsünüz bilmem / Ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı" Öyle gerçekten...Yanımda sevdiğim insanlar, aşağıda aşıkların başka gözle gördüğü buğulu, Mayıs güneşi altında ışıklı Paris, arkada bembeyaz Sacré Coeur kilisesi...Yeşil otlarda uzanmak gerek kahvaltı üzerine, vakit yok...Frankfurt trenini bu defa kaçırmamalıyız.

Aynı kalabalığı sürüyor peronun. Tren orada, yerinden kıpırdadığı falan da yok. Küçük bir alışveriş bile yapabilirim diyor arkadaşım, Marburg'taki ev arkadaşlarına 2 küçük Paris anısı.

Biniyor trene..Ardından bu kez biz bakakalıyoruz. Biraz buruk halimiz, Paris'te geri kalan günlerimizde yanımızda olmayacak bu güzel insan...Tren süzülüp gidiyor...Kuzey Garı sessizleşti mi nedir birden ?"

28 Şubat 2008 Perşembe

Sanal Boğuntular

Dün akşam izlediğimiz ağırlıklı olarak Viyana'da geçen, 1980 yapımı bir Nicolas Roeg filmi olan Bad Timing / Kötü Zamanlama bana seneler önce yapmış olduğum Viyana yolculuğumu anımsattı. 1995 yılının Nisan ayıydı ve ben görünümde tek ama aslında hamile olduğum için 2 kişiydim. Doğumunu sabırsızlıkla beklediğim kızım da benim gözlerimden görmüş oldu Viyana'yı. Sabahın köründe Viyana'ya gitmek için Prag'tan trene binmiştim. 2 Türk arkadaşım beni istasyonda karşılayacaktı. Kompartımanda İrlandalı bir kız vardı benden başka. Yaklaşık 5 saatlik keyifli bir tren yolculuğu yaptığımı anımsıyorum, bir de koyu bir sohbete daldığımızı. Sonra bir daha görüşmedik İrlandalı yol arkadaşımla...Prag - Viyana tren yolcuğumu anlatan kısa öyküm de vardı sevgili(m) kocamla birlikte oluşturduğumuz ama yayımlamayı kestiğimiz "Sanal Boğuntular" isimli e-zine'mizde. Trenler, tren yolculukları güzeldir...Bir film alıp eski zamanlara götürmüş oldu beni. Bu da güzel bir an!