29 Nisan 2009 Çarşamba

Erguvan Zamanı

Ah güzelim Boğaziçi...İstanbul Boğazı'nı kendine has rengine döndüren erguvan zamanı...Morumsu pembe renkte çiçekler sadece içimi ısıtmakla kalmıyor gözlerimi de ışıldatıyor....
erguvan
ve
Zaman

yolların yaprağa
yaprağın yollara
dönüştüğü zaman
dili kuşatan erguvan
olur, bekleyiş, bekleyiş...
acının hangi yanından
geldin, yollara belenmiş?
sendin
bir gülü söyleyiş, sen
şiirler şiirini buldum
desen de yine, o yaban
düşünce vasfında, yasak
ve zakkumlu
şiiri özleyiş...


işte Zaman : ağır meneviş
mevsimi giderek kaybolan Söz'ün
hüzün : saati henüz'ün
aşklarsa hep bir özdeyiş
gibi söylenir oldu artık...
birden farkettim, ne tuhaf
yüzündeki o göle benzeyiş...


kuşatıldım, her yanım
kar kar diye tepelenen
gecelerden onca geniş
bir keten
ötelerden, ötelerden
şiirdi
ölümü söyleyiş
ve tekrar söyleyiş...
*

* = Hilmi Yavuz / Zaman Şiirleri
Şiir Atı Yayıncılık / 1987

İstanbul'un rengi, Boğaz'ın rengi erguvan...

27 Nisan 2009 Pazartesi

Hayaller...Gerçekler...

Mark ve DariaSonunda Michelangelo Antonioni'nin Amerika'da çektiği tek film olan 1970 yapımı Zabriskie Point / Zabriskie Noktası filmini izleyebildim. Antonioni filmin senaristlerinden biridir de...
Zabriskie PointZabriskie Noktası’nda Antonioni Amerikan hayatının kendisinde bıraktığı izlenimleri izleyicisi ile paylaşmış. Film, Amerikan tüketim toplumuna ve onun sosyal öğretilerine, kapitalizme doğrudan bir uyarı niteliğinde. Yine diğer Antonioni filmlerinde olduğu gibi kahramanların odaklandığı sorunlar yalnızlık ve iletişimsizlik. Bütün kalıplaşmış değerlerden soyutlanılan yer çöl oluyor. Mark ve Daria'nın çölde boyadıkları uçağın üzerine yazdıkları "No Words / Sözcüksüz" yazısı oldukça anlamlı ve sanki Antonioni’nin sinema dilini de betimliyor.

Patlarsa...








Filmin sonunda ağır çekim patlama sahneleri Pink Floyd'un 'psychedelic' müziği eşliğinde çok etkileyici.

24 Nisan 2009 Cuma

Barcelona... Barcelona...

Woody AllenSanırım İspanyol blogların birinde okumuş olmalıyım. Woody Allen 2008 yapımı Vicky Cristina Barcelona filminin 'tuhaf' ismi için listeymiş gibi okunmalı demiş. Vicky Rebecca Hall ve Cristina Scarlett Johansson ise Barcelona kim? Maria Elena rolündeki Penélope Cruz mu? Woody Allen'ın sadece "İspanyol" ol dediği Penélope Cruz, filmde en az şehir kadar başdöndürüyor.Aşk tatminsizliği de getirir
Giulia & Los Tellarini Grubunun söylediği Barcelona şarkısı çok hoş. Şehir ve şarkı olmadan film film olmazmış hissini veriyor. (Woody Allen'i değil ama filmlerindeki pırıltıları sevdiğimi hasbelkader günce notlarımı okuyanlar bilir. (Bakınız Radio Days)
Filmde bütün bir yazı Barcelona'da geçiren Vicky ve Cristina isimli iki Amerikalı kız arkadaşın serüvenlerini izliyoruz.

Filmin son cümleleri seçimler üzerine güzel bir son nokta;

"Vicky, Doug’la yapacağı büyük düğünleri için Barselona’daki yazdan önce hep hayalini kurduğu, hayatını sürdüreceği evine geri döndü.
...
Cristina ise aramaya devam etti...sadece neyi istemediğinden emin bir şekilde."


Barcelona her iki Amerikalı kız için de geride kalıyor filmin sonunda, çözüm olmuyor ama çözüm nerededir gerçekte? Yine de sanırım Cristina'nın tarafında olmayı tercih ediyorum, yaşamlarımızı yönlendiren istemediğimiz bir dolu etkenin arasında ne istemediğinin farkında olmak da büyük bir erdem!

Muddy Waters insanı iki şey blues'a iter demiş; ya açsındır, ya da aşık...
Chess RecordsDarnell Martin'in 2008 yapımı Cadillac Records / Aşkın Müziği (ülkemizde bu isim verilmiş nedense!) filmini biraz itici bulsam da blues sever biri olarak yine de keyif verdiğini ve arşivlik bir film olduğunu söylemeliyim. İtici buldum çünkü sevdiğim Muddy Waters'ın filmde nasıl diyebilirim biraz aciz biri olarak betimlenmiş olduğunu düşünüyorum. Patronları Leonard Chess bu hep itilmiş, ikinci sınıf muamele görmüş, ayrıştırılmış siyahi şarkıcıları tamam ünlü yapıyor ama pekala da güzelce sömürüyor, üstlerinden oldukça iyi para kazanıyor ve onlara hep kadillak (!) alarak ödeme yapıyor (!) aslında.

Leonard Chess'in kurduğu blues dünyasının ünlü plak şirketi "Chess Records" şirketine bağlı efsanevi blues müzisyenlerinin çalkantılı hayatlarından kesitlerin anlatıldığı Cadillac Records Amerika'da tek merak ettiğim şehir olan Chicago / Şikago şehrinde geçiyor. Muddy Waters, Chuck Berry, Etta James, Little Walter, Howlin’ Wolf, Willie Dixon'un boy gösterdiği filmde isimlerini Muddy Waters'ın bir parçası olan "Rollin' Stone Blues"dan almış olan çok genç Rolling Stones grubu da var.

Jinekologtan Korkmak Ya da Korkmamak
Birlikte, her zamanDavid Cronenberg'in bir gazetede gördüğü "ikiz doktorlar ölü bulundu" haberiyle başlamış herşey. Haberin ayrıntılarında Stewart and Cyril Marcus isimli jinekolog ikizlerin yüksek dozda uyku ilacı ile intihar ettikleri yazılıymış. Cronenberg daha sonra ölü bulunan ikiz doktorlarla ilgili hikayenin konu olduğu Bari Wood ve Jack Geasland'ın yazdığı, 1977'de yayınlanan Twins isimli romanı okumuş. Senaryo ve yapım üzerine uzun çalışmalar paralelinde zaman zaman sonuçsuz kalıp çekilemeyecekmiş gibi durumlar ortaya çıksa da, Cronenberg "insan olmanın tarifsiz üzüntüsü" diye nitelendirdiği Dead Ringers / Ölü İkizler filmini 1988 yılında tamamlayabilmiş. Filmdeki Beverly ve Elliot Mantle ismindeki ikizleri sevdiğim bir aktör olan Jeremy Irons oynuyor ve fiziksel olarak aynı görünümlü ancak her biri ayrı ayrı sorunlu olan Beverly (Bev) ile Elliot (Elly)'u inanılmaz bir performansla canlandırıyor.

İkizlerden cesur olan Elliot, baştan çıkardığı kadınlardan sıkıldığında onları çekingen kardeşi Beverly'e bırakıyor, Beverly ise daha başarılı olduğu bilimsel çalışmaları kardeşine armağan ederek onun ününe ün katmasını sağlıyor. Kadınları kolayca kandırdıkları bu düzen, utangaç Beverly'nin üç rahim yolu bulunduğu için mutant hasta olarak adlandırdıkları güzel oyuncu Claire’e aşık olması ve onu sadece kendisine istemesiyle bozuluyor. İkizlerin dağılma süreci hızla ilerlerken psikolojik bir gerilime ve de sürpriz sona doğru hep bir birlikte sürükleniriz.

Cronenberg hayal gücünün sınırlarını zorlayan çok huzursuz bir yönetmen bence. Filmde ikizlerin geliştirdikleri tuhaf aletlerle jinekolojinin inceliklerini seyrettirdikleri her bir sahne yeterince rahatsız edici. Ama yine de film oldukça ilgi çekici!

23 Nisan 2009 Perşembe

Neşe Doluyor İnsan

23 Nisan
"Bugün 23 Nisan
Neşe doluyor insan!"
.

22 Nisan 2009 Çarşamba

"Med-cezir Manzaraları"

Filmleri sevdiğim ya da sevmediğim filmler diye ayırmam. Filmler benim için defalarca izleyebileceğim, bir defa bilemedim iki defa izleyebileceğim ve de bir defa seyredip unutacağım filmler olarak sıralanırlar. Bir de tamamen bu kategorilerin dışında kalan filmler vardır. O filmler ki olmadık bir imge onları çağrıştırır ve çoğu zaman arşivimizde bile yokturlar. Mahinur Ergun'un 1989 yapımı Med-cezir Manzaraları filmi gibi. Geçtiğimiz haftasonu Alman arkadaşımın Föhr adasında bu yıl geçirdiği son haftasonuydu. Penceresinden gel-gitleri fotoğraflamış. Sıkça yaşadığımdan ve Ay'ın etkisinden olsa gerek gel-gitleri severim. Fotoğraflar ilk bakışta Zuhal Olcay (Zeynep) ile Kadir İnanır'ın (Erol) oynadığı ...Med-cezir Manzaraları'nı anımsattı, tutkulu Zeynep ile manik depresif Erol'un hastalıklı aşklarını, çıkmazlarını...GelDöngü...Döngü...Döngü...Döngü...Döngü...Döngü...Döngü...Döngü...Döngü...Döngü...Döngü...Döngü...Döngü...Döngü...Döngü...Döngü...Döngü...Döngü...Döngü...Döngü...Döngü...
Git

15 Nisan 2009 Çarşamba

"Dalgaları Aşmak"

Gelecekten korkuyorum anneReha Erdem'in 1988 yapımı A Ay filminden sonra en sevdiğim filmidir 2004 yapımı Korkuyorum Anne (filmin diğer adı; İnsan nedir ki?) / Mommy, I'm Scared (Filmin diğer İngilizce adı; What's a Human Anyway?).

"İnsanlar ikiye ayrılır..." diye başlar film...
"İnsanlar ikiye ayrılır. Eğri basanlar ve doğru basanlar...
Kadınlar ikiye ayrılır: Beli ince olanlar ve kalın olanlar. Beli ince olanlar da kendi aralarında ikiye ayrılır: Belinin inceliğinden memnun olanlar ve bu durumdan şikayet edenler. Beli kalın olanlar da ikiye ayrılır: Bu durumdan şikayetçi olanlar ve memnun olanlar....
Erkekler ikiye ayrılır. Aldığı hediyeleri geri isteyenler ve istemeyenler.
Askere gidenler ve gitmeyenler.
Sünnet olanlar ve olmayanlar.
Annesi olmayanlar ve babasını hatırlamayanlar..."

13 Nisan 2009 Pazartesi

"Il Conformista"

BERNARDO BERTOLUCCIHaftasonumuz sevgili(m) kocamın en iyi filmi saydığı Bernardo Bertolucci'nin 1970 yapımı Il Conformista / The Conformist / Konformist (Düzen Adamı) başyapıtıyla dolu dolu geçti. Cumartesi akşamı filmi, Pazar günü ise DVD'deki tüm ek özellikleri izledik. 38 dakikalık ek özellikler eşimin sürekli durdurması ve kızımızın geçen kavramları, sembolleri öğrenebilsin/kavrayabilsin diye açıklamaları sebebiyle iki küsür saatte tamamlanabildi. Ek özelliklerde Bernardo Bertolucci'nin filmin çekim aşamalarında giydiği "t-shirt"ün üzerinde Muhammed Ali resmini ve Muhammed Ali'ye atfedilen "float like a butterfly, sting like a bee / kelebek gibi uçar , arı gibi sokar" özdeyişini görmek ayrıca hoştu!

Il Conformista Alberto Moravia'nın aynı isimli romanından Bertolucci tarafından senaryolaştırılmış. Bernardo Bertolucci röportajda Strategia del ragno / The Spider's Stratagem / Örümceğin Stratejisi isimli filminin çekimleriyle ilgilenirken birlikte olduğu kız arkadaşının o sıralar Alberto Moravia'nın romanını okumakta olduğunu söylüyor. Kız arkadaşının anlattığı kadarıyla, romanı hiç okumadan filme çekmeye karar vermiş ve film şirketi ile görüşmeye gitmiş. Bu filmi tamamladığında henüz 29 yaşında Bertolucci, çok genç. Bu filmle hem sinemasının hem de kendisinin artık büyüdüğünü, 'yetişkin' olduğunu söylüyor Bertolucci. Romanı okumamıştım, Bertolucci'nin romanın sonunu tamamen değiştirmiş olduğunu da röportajdan öğreniyorum. ALBERTO MORAVIA'NIN KİTABI `IL CONFORMISTA´ Il Conformista, ana karakter Marcello Clerici (Jean-Louis Trintignant rolünün hakkını fazlasıyla vermiş filmde.) üzerinden İtalya'da Mussolini döneminin panoramasını bize aktarıyor. Clerici özelinde o dönemdeki tüm İtalyan toplumunun eleştirisi hayli keskin ve acımasız bir biçimde yapılıyor. Filmdeki 'flashback'lerde Clerici'nin çocukluğunda eşcinsel bir şoförün tacizine uğradığı sahneye dönüyoruz. Clerici tacizden şoförü vurarak kurtuluyor ve kanlar içinde gördüğü adamı öldürdüğünü zannediyor hayatının kalanında. O noktadan sonra Clerici'nin hep baskı altında olduğunu, farklı olduğunu düzene uyum sağlama çabalarıyla gidermeye çalıştığını gözlemliyoruz. Eşcinselliğini bastırma çabalarında Faşist partiye kendini teslim ediyor Clerici ve katıksız bir şekilde mevcut düzene ayak uydurarak kendisine yön buluyor. O kadar sorgusuz sualsiz mevcut yönetime kendini teslim ediyor ki kendisine verilen anti-faşit birini yok etme görevini balayında yerine getirmeyi bile kabul ediyor. Üstelik yok edeceği kişi kendisinin de öğretmeni olmuş ve vakti zamanında İtalya'dan Fransa'ya kaçabilmeyi başarabilmiş Profesör Quadri. Faşist Marcello Clerici ile anti-faşist Profesör Quadri ile Quadri'nin çalışma odasında geçen sahne inanılmaz bir görsellikte. Fondaki ışık-gölge oyunları ile Eflatun (Platon)'un mağara alegorisi özünde İtalyan halkının Mussolini dönemine vurucu göndermeler yapılmış. Eflatun der ki, bir mağara düşünün. Tek bir kapısı var ve oradan ışık geliyor. Mağarada insanlar olsun ve sırtları o kapıya çevrilmiş durumda, birbirlerine zincirlerle bağlanmış bir şekilde mağaranın büyük duvarına bakıyor olsunlar. Kafalarını ışığın geldiği kapıya çeviremesinler. Bu koşullar altında bu insanların bütün görebildikleri, duvardaki gölgeler olur. Bu gölgeleri yorumlayarak, kendi durumlarını, zincirle bağlı diğer insanların hallerini, mağaranın dışını, dışarıdaki dünyayı anlamaya çalışırlar. Profesör Quadri Eflatun örneği ile Clerici'ye İtalyan toplumunun farklı olmadığını anlatmaya çalışıyor;
Profesör Quadri; "Eflatun'un zincirlenmiş esirleri. Nasıl da benziyorlar bize."
Clerici; "Mahkumlar ne görüyor peki?"
Profesör Quadri; "Ne görüyorlar? İtalya'dan gelen sensin, bunu deneyimlerinden biliyorsundur. Sadece ateşin yansıttığı gölgeleri görüyorlar. Karşılarındaki mağara duvarında. Gölgeler, şeylerin yansımaları...İtalya'dakilere şimdi olan da bu.
Diyelim ki o mahkumlar özgür ve fikirlerini dile getirebiliyorlar. Gördükleri bütün gölgeleri hayal değil, gerçek kılabilirler. Evet, doğru. Gerçekliğin gölgelerini gerçek sanabilirler. Ah, büyük mağara alegorisi."
IL CONFORMISTA (1970) AFİŞİBertolucci röportajında filmi tamamlar tamamlamaz New York Film Festivaline katıldıklarını ve Festivalde çok olumlu eleştiriler aldıklarını belirtiyor. Festival Direktörüne filmin hangi tarihte Amerika'da vizyona gireceğini sorduğunda Direktör "Vizyon mu? Şaka yapıyor olmalısın. Amerika'da vizyona giremez bu film" diyor. Gerekçe filmin Amerikan toplumuna uygun film olmaması!!! Amerika: Özgürlükler ülkesi! (Allen Ginsberg'in Amerika şiirini anımsıyorum bu noktada.)
YORUMSUZ..!Filmde Profesör Quadri'nin eşi Anna rolünü Dominique Sanda üstleniyor. Anna'nın temsil ettiği entellektüel, özgüveni yüksek, bağımsız kadın karakteri Clerici'nin ideallerindeki kadını da temsil ediyor aslında. Anna'nın Quadri'nin katledilmesinden sonra Clerici'nin bulunduğu arabaya doğru koşup da içeride onun olduğunu gördüğü sahnedeki yüz ifadesi kolay kolay belleklerden çıkacak gibi değil.
IŞIK - GÖLGE OYUNLARI... `KAFESLEME´ !Ek özelliklerde görüntü yönetmeni Vittorio Storaro'nın filmde ışık ve gölgelerin kullanımı ile ilgili anlattıkları, filmdeki bazı sahneleri daha iyi anlayabilmek hususunda çok yardımcı oluyor. Örneğin yukarıdaki fotoğrafta da örneğini görebileceğimiz sahnede ışık ve gölgelerin kullanımı Marcello Clerici ve müstakbel karısı Gulia'nın (Stefania Sandrelli mermer görünümlü küçük burjuva kızı rolünü için çok isabetli bir seçim olmuş) bir kafes içinde oldukları vurgulanmak istenmiş Vittorio Storaro tarafından. PUSLU PARİS...Sevgili(m) kocam, filmin geneline sinmiş olan puslu, karamsar havanın II. Dünya Savaşı arifesindeki Paris'te de kendini hissettirdiğini söylüyor. Kolay değil tabii, Fransa o dönemde her taraftan kuşatılmış faşizm ile. Işıklı, ışıl ışıl bir film değil kesinlikle Il Conformista. Paris sahnelerinde akılda kalan sokaktaki çocukların 'Enternasyonel'i söyledikleri sahne ile tango sahneleri. Bernardo Bertolucci'nin tango tutkusu bu filmde atılmış belli.THE CONFORMIST / IL CONFORMISTA / LE CONFORMISTEHer zaman insanları içlerindeki bulundukları koşullara göre değerlendirmek, yargılamak gerek diye öğütlediğim kızıma Marcello Clerici için aynısını öğütlemiyorum/öğütleyemiyorum. Totaliter yönetimlerin (ki burada katıksız bir faşizm söz konusu, üstelik de seçimle başa getirilmişti Mussolini) bahaneleri olamayacağı gibi, totaliter yönetimlere sorgusuz sualsiz hizmet edenlerin de bahaneleri, çıkış noktaları olamaz!
Ama hayatta hiçbir şey istediğiniz gibi olmuyor ve maalesef böyle gelip böyle gidiyor! Savaş bitmiş, Mussolini devrilmiştir. Sorar Gulia Clerici'ye "şimdi ne yapacaksın?" "Benim gibi düşünen herkesle aynı şeyi. Biz bu kadar çok oldukça, hiçbir tehlike yok." diye yanıtlar Marcello Clerici yani konformist yani düzen adamı.

10 Nisan 2009 Cuma

"Malkovich...Malkovich..."

John Malkovich benim için Spike Jonze'nin 1999 yapımı Being John Malkovich / John Malkovich Olmak filmidir herşeyden önce. Bir tünelden geçilir, John Malkovich'in içine girilir ve dünya O'nun gözlerinden görülür. Alice'in dünyasına hoşgelinir!

Sinemanın usta karakter oyuncusu John Malkovich 28. Uluslararası İstanbul Film Festivali kapsamında İstanbul'da. Kendisine "Sinema Onur Ödülü" bugün Emek Sineması'nda saat 13:30'da Baltasar Kormákur'ın 2008 yapımı Brúðguminn / White Night Wedding / Belalı Düğün isimli filminin gösteriminden önce törenle takdim edilmiştir.

John Malkovich'in başrolünü üstlendiği Steve Jacobs'ın 2008 yapımı Disgrace / Utanç filmi Uluslararası Yarışma bölümünde yer alıyor.

9 Nisan 2009 Perşembe

"Ne sonbahar, ne kış. İkisi arasında..."

Sydney Pollack'ın 1975 yapımı Three Days of The Condor/ Akbabanın Üç Günü filmi Amerikan gizli örgütleri ve bu örgütlerin dış politikaları üzerine çekilmiş belki de en cesur ve ilginç filmlerden biridir. Central Intelligence Agency / Merkezi Haberalma Ajansı (CIA)'nin kendi içindeki çekişmeleri ve bütün dünyayı kontrollerinde tutmak için başvurduğu akıl almaz yöntemleri konu alan filmi bugün izlediğinizde bile güncelliğini kaybetmemiş olduğunu görürsünüz. James Grady'nin kimi gerçek CIA bilgilerine de dayanan "Six Days of the Condor" (altı gün filmde üç gün olmuş) adlı çok satan romanından uyarlanan Akbaba'nın Üç Günü şu ya da bu şekilde pek çok kez bu tarz filmlere de esin kaynağı olmuş. Gerilim dozu yüksek olan filmin belirsiz bitmesi de ayrı bir tat vermekte. (Naif bir şekilde Turner'ın anlattığı hikayenin gazete tarafından basıldığını ummak istiyorum jenerik yazıları kayarken.)

'Akbaba', CIA'da çalışan Turner (Robert Redford) isimli bir memurun kod adıdır. Turner'ın görevli olduğu paravan American Literary Historical Society kurumunda çalışanlar tüm dünyada her dilden yayımlanan kitap, gazete ve dergileri okuyarak CIA için bilgi toplamaktadırlar. Bir öğle yemeği dönüşünde Turner tüm çalışma arkadaşlarını acımasızca öldürülmüş bulur. Hemen CIA merkez birimi ile temas kurarak durum raporu verip kendisini korumalarını ister. Ancak üst kademeyle ilk temasında, kendisini de öldürmeye kalkıştıklarını görür. Dehşete düşen Akbaba'nın artık yapabileceği tek şey vardır; kaçmak ve gerçeği ortaya çıkarmak. Bu kaçış esnasında yolu Katy (Faye Dunaway) ile kesişecektir.

2006 Los Angeles Film Festivali'ne Konuk Yönetmen olarak katılan Sydney Pollack, Festivalde gösterime sunulmak üzere, kendisini ve çalışmalarını etkilediğini ve her birinin güçlü politik söylemlere sahip olduğunu belirttiği 3 film seçmiş: Bernardo Bertolucci”den Il Conformista / The Conformist / Konformist (Düzen Adamı), Alfred Hitchcock'dan 1946 yapımı Notorious / Aştan da Üstün ve Elia Kazan'dan 1954 yapımı On the Waterfront / Rıhtımlar Üzerinde. Bu filmlerin hepsini izledim ama yeniden anımsamış oldum bu vesile ile. Hatta daha evvelsi gün konuşuyorduk Konformist'i bu haftasonu tekrardan izlemeli diye.

Akbaba'nın Üç Günü'nde Ingmar Bergman'ın kült oyuncularından Max von Sydow'u 'ahlaki değerleri yüksek" bir kiralık katil olarak izliyoruz. Max von Sydow, Skammen filmi ile belleğime kazınmış bir aktördür.

Çok sevdiğim repliklerle bitiriyorum Akbabanın Üç Günü'nü.
Turner ve Kathy'nin fotoğraflarıTurner: Lonely pictures. / Yalnız fotoğraflar.
Kathy: So? / Ee?
Turner: You're funny. You take pictures of empty streets and trees without leaves. / Tuhafsın. Boş sokakların üzerinde yapraksız ağaçların fotoğraflarını çekiyorsun.
Kathy: It's winter. / Kışın çekilmişlerdi.
Turner: Not quite winter... They look like November. Not autumn, not winter, in-between... / Tam sayılmaz... Kasım'daymış gibi görünüyorlar... Ne sonbahar, ne kış. İkisi arasında...

8 Nisan 2009 Çarşamba

"Nazım Hikmet der ki "en güzel günlerimiz henüz yaşamadıklarımız"

Nadia ve RoccoLuchino Visconti'nin 1960 yapımı Rocco e i suoi fratelli / Rocco and His Brothers / Rocco ve Kardeşleri filmi köyünü bırakıp daha iyi bir hayat için büyük kente göçen Parondi Ailesinin başına gelenleri anlatıyor. Luchino Visconti ailenin 5 erkek çocuğu (Vincenzo, Simone, Rocco, Ciro ve Luca) üzerinden bölümleyerek anlatmış öyküyü. Oldukça gerçekçi, bir o kadar da tarafsız siyah-beyaz bir köyden kente göç öyküsü izliyoruz yaklaşık üç saat boyunca.

Ailenin babasının ölümüyle birlikte büyük kent sevdasıyla yanıp tutuşan anne Rosario Parondi 4 oğluyla birlikte Milano’daki büyük oğlu Vincenzo’nun yanına gelir. Büyük oğul Vincenzo işçidir, henüz nişanlanmıştır ve ailesinin gelmesiyle birlikte kendi ailesi ile nişanlısının ailesi arasında kalır. 2. oğul Simone oldukça sorumsuzdur, biraz boks sayesinde para kazanmaya başlar. Bu arada fahişe sevgilisi Nadia ile gününü gün eder. 3. oğul Rocco şehre hemen ısınamaz. Çeşitli işlerde çalıştıktan sonra askere gider. Askerde ağabeyi Simone'nin sevgilisi Nadia ile karşılaşır. Askerden dönünce O da boks yapmaya başlar ve Nadia ile iyice yakınlaşır. Ailede köylerini özleyen tek kişi O'dur. Boksta ağabeyi Simone'dan iyi olsa da bunu çok kullanmak istemez çünkü şöhret, para değildir hedefi. Rocco sadece köyünün doğallığını özlemektedir. 4. oğul Ciro teknik akşam kurslarına giderek kısa zamanda Alfa Romeo’da (reklam alınmış gibi filme!) işçi olarak çalışmaya başlar. En küçük olan Luca ise okula devam etmektedir.

Büyük kent acımasızdır. Visconti, beklentiler ile gerçekler çarpıştığında Parondi ailesinin nasıl parçalandığını bize tüm yalınlığıyla aktarır. Ciro'nun ağabeyi Rocco gibi köye dönme özlemiyle dolu Luca'ya söyledikleri filmin de ana fikri gibidir. Aileyi parçalanma noktasına getiren Milano değil, değişmekte (modernleşmekte) olan dünyadır. Köyde kalmış olsalar dahi durumları köy de değişiyor (modernleşiyor) olduğundan farklı olmayacaktır.

İtalyan yeni gerçekçilik akımının öncü filmlerinden Rocco ve Kardeşleri'nin köyden indim şehre öyküsünü seyrederken bu tarzdaki Türk filmlerini düşündüm. Oradaki sosyal konutlar yerine buralardaki gecekondu mahallelerini koyun, uyum/adaptasyon süreçlerine bakın, ne kadar benzer olduklarını hemen göreceksiniz.

Rocco ve Kardeşleri'nde Rocco rolünde genç Alain Delon'u izlemek çok hoş. Ayrıca filmin müzikleri de çok etkileyici. Filmin müziklerini bu filmden 12 yıl sonra The Godfather / Baba filminin müzikleri ile kariyerinin doruğuna çıkacak olan Nino Rota bestelemiş.

7 Nisan 2009 Salı

Ahmet Hamdi Tanpınar'ın Hayalleri / Gerçekleri

Ahmet Hamdi TanpınarBugün güzel bir gün! Peşinde olduğum, "online" dahil her sahafta aradığım Ahmet Hamdi Tanpınar'ın baskısı tükenmiş olan tamamlanmamış romanı Aydaki Kadın yeni baskısıyla şu an ellerimde. Pandora Kitabevi'nden dün verdiğim siparişler az önce ulaştı. Selim'in rüyasıyla başlar kitap: [Uyandım. Uyanıyorum. Zihnin oyunu bitti. Şimdi kendi kapımdayım. Biraz sonra içeriye, oradan dünyaya gireceğim.]

Föhr Adası'ndan Gelen Kartpostalın Esintileri

Föhr Adası'ndaki Wrixum DeğirmeniAlman arkadaşlarım Föhr Adası'ndalar yine. Huzur işte budur!

Sinir Krizinin Eşiğindeki Kadın/lar

İzlemek üzere raftan seçtiğimiz Luchino Visconti'nin Rocco e i suoi fratelli / Rocco and His Brothers / Rocco ve Kardeşleri filminin DVD'sinin içinden çıkan diğer DVD'leri tanıtan kitapçığa bakınırken, küçük kızım sıra Pedro Almodóvar'ın 1988 yapımı Mujeres al borde de un ataque de nervios / Women on the Verge of a Nervous Breakdown / Sinir Krizinin Eşiğindeki Kadınlar filmine gelince ismine bakıp "tam bu ruh hali içindesin anne" dedi muzip muzip. Gülüştük.Kendi kendinin terapisti olabilmek!İzleyeli çok oldu Sinir Krizinin Eşindeki Kadınlar filmini. Hayal meyal anımsıyorum dersem yeridir. Bu film, çok ilgili değil belki ama bana nedense Tezer Özlü'nün "Çocukluğun Soğuk Geceleri" romanını çağrıştırmıştır hep: [Pazar günleri... Şimdilerde... Sokak aralarından geçerken... Gözüme pijamalı aile babaları ilişirse, kışın, yağmurlu gri günlerde tüten soba bacalarına ilişirse gözlerim... Evlerin pencere camları buharlaşmışsa... Odaların içinde asılmış çamaşırlar görürsem... Bulutlar ıslak kiremitlere yakınsa, yağmur çiseliyorsa, radyolardan naklen futbol maçları yayınlanıyorsa, tartışan insanların sesleri sokaklara dek yansıyorsa, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek, gitmek...isterim hep.]

3 Nisan 2009 Cuma

"Umut mu? Umut en son kötülüktür!"

Nietzsche ve BreuerIrvin D. Yalom'un 1992'den yayınlanan Nietzsche Ağladığında isimli kitabı üniversite yıllarımda dönüp dönüp okuduğum başucu kitaplarımdan biriydi. Filmini alırken biraz kuşkucuydum ama izledikten sonra çok da kötü olmayan bir kitap uyarlaması olduğunu düşünüyorum. Pinchas Perry'nin senaryosunu Irvin D. Yalom ile birlikte oluşturduğu 2007 yapımı When Nietzsche Wept / Nietzsche Ağladığında filmi 19. yüzyıl Viyana'sında filozof Friedrich Nietzsche ve Doktor Joseph Breuer arasındaki seanslara tanıklık etmemizi sağlıyor.

Nietzsche'nin haykırışlarını duymak gerek!

"...Pandora'nın kutusu açılıp, Zeus'un içinde sakladığı bütün kötülükler dünyaya saçıldığı zaman, orada son bir kötülük kaldığından kimsenin haberi olmamıştı: Umut.
O zamandan beri, insanlar yanlışlıkla kutuyu ve içindeki umudu iyi şans olarak yorumladı. Fakat Zeus'un arzusunun, insanların, kendilerini işkenceye teslim etmeleri olduğunu unuttuk. Umut kötülüklerin en kötüsüdür, çünkü işkenceyi uzatır..."

2 Nisan 2009 Perşembe

Vatman Geliyor Çekilin Yoldan

Beyoğlu'nda gezersin... "Koyu Mavi" arkadaşım Flat Stanley projesine katkıda bulunmuş ve Amerika'daki kuklanın sahibi küçük kıza gönderdiği fotoğraflardan birini benimle paylaşmış... Yukarıda Stanley'i tramvayın ön camında Beyoğlu'nda gezinirken görebiliyorsunuz... Flat Stanley projesinde amaç, size gelen kağıt kuklayı kentinizin/ülkenizin ilginç yerlerinde fotoğraflamak, bu fotoğraflara çekim yeri ile ilgili bilgileri ekleyip kukla sahibine iletmek ve böylelikle kukla sahibinin ülkenizin coğrafyası, kültürü hakkında bilgi edinmesini sağlamak. Elbette o da bu bilgileri kendi ülkesindeki arkadaşları ile paylaşıyordur...