29 Eylül 2009 Salı

Maxim Gorki'nin oyunundan Jean Renoir uyarlaması: На дне / Les Bas-Fonds / Ayaktakımı Arasında


Les Bas-FondsEn alt tabakada yaşayanlardan biri olan Pepel (Jean Gabin) soymak için girdiği evde herşeyini kumarda yitirmiş, hayatın anlamını sorgulayan Baron (Louis Jouvet ) ile tanışır ve dost olur. Baron Pepel'in yaşadığı pansiyona taşınınca en alttakilerin fakir ama dürüst, berbat ama buna rağmen çoğu zaman hayata iyimser bakışlarıyla tanışırız. Pepel'in Natacha'ya olan tutkulu aşkına, kaybedenlerin umutsuzluklarına tanıklık ederiz.
Maxim Gorki'nin На дне (Na Dnie) / Ayaktakımı Arasında isimli 1902'de yazdığı muhteşem oyununu Jean Renoir 1936'da Les Bas-Fonds / The Lower Depths / Ayaktakımı Arasında (Diptekiler) olarak filme çektiği dönemde çığır açan bir film olmuş.

Jean Renoir'ın ısrarlarıyla filmin çekimleri Fransa'da tamamlanmasına tamamlanmış ancak Komünist Parti'nin diretmesiyle isimler, para birimi Rusça kalmış. En büyük fark filmin sonunda gerçekleşmiş; Jean Renoir'in filmine oyundan farklı olarak daha mutlu bir son hakim olmuş. Elbette Renoir bu değişiklik için Maxim Gorki'ye yazarak gerekli izinleri almış ama maalesef Maxim Gorki filmin gösterime girmesinden kısa bir süre önce öldüğü için filmi görememiş. (Bakınız; Les Bas-Fonds / James Travers)

Les Bas-Fonds filmiyle ilgili önemli bir not senaristlerinden birinin o sıralarda Fransa'da yaşayan ünlü Rus yazar Yevgeniy İvanoviç Zamyatin (Евгений Иванович Замятин) olması.
Maxim Gorki'nin de ısrarlarına rağmen ülkesine dönmeyen
Zamyatin'in filmin senaryosuna katkıda bulunması bir bakıma Gorki'yi selamlaması gibi.

Bu arada Maxim Gorki'nin oyunu 1957'de Akira Kurosawa tarafından da Donzoko / The Lower Depths / Ayaktakımı Arasında (Diptekiler) ismiyle filme çekilmiş.

28 Eylül 2009 Pazartesi

Mecid Mecidi'nin hüzünlü öyküsü: Bacheha-Ye Aseman


İranlı yönetmen Mecid Mecidi (Majid Majidi)'nin 1997 yapımı Bacheha-Ye Aseman (بچه‌های آسمان) / Children of Heaven / Gökyüzünün Çocukları / Beççahay-ı Asuman = Cennet'in Çocukları = Uçmağ Çocukları filmi, güzel bir düş görünce uyanmak istemezsiniz ya işte tam öyle bir tat bırakıyor usunuzda.

Zehra ve AliAli ve Zehra isimli iki kardeşin ve bir çift ayakkabının öyküsünü anlatıyor bize Mecid Mecidi. Herşey Ali'nin kızkardeşi Zehra'nın ayakkabılarını tamirciden alıp eve dönerken kaybetmesiyle başlıyor. Ali'nin babasının çok kısıtlı kazancıyla yeni ayakkabı alacak durumu yok. Yoksulluklarının fazlasıyla farkında olan iki kardeş hem yeni bir masraf kapısı çıkarmamak hem de babalarından dayak yememek için bu durumu aralarında sır olarak saklamaya karar veriyorlar ve Ali'nin bez ayakkabılarını dönüşümlü olarak kullanmaya başlıyorlar. Ali'nin ayakkabılarını sabahları okula giderken Zehra giyiyor, okuldan eve koşarak dönüyor ve kendisini sokağın başında bekleyen ağabeyine ayakkabıları vererek kendisi terliklere eve dönüyor. Ali de ayakkabıları giyer giymez inanılmaz bir hızla koşarak okuluna yetişmeye çalışıyor. Koş Zehra koş!Koş Ali koş!Okul panosunda atletizm yarışması olduğunu okuyan Ali üçüncü olana verilecek ödüllerden birinin bir çift spor ayakkabı olduğunu öğrenince seçmeleri kaçırmış olmasına rağmen öğretmenine bu yarışmaya mutlaka katılması gerektiğini ağlayarak anlatıyor. Ali atletizm yarışmasında hedefini belirlemiştir; üçüncülüğe razıdır. Kazanacağı yeni spor ayakkabısını kızkardeşine armağan edecektir.
Oldukça anlamlı dersler var filmden çıkarılması gereken... Onca yoksulluklarına rağmen pişirdikleri bir tas çorbayı komşularıyla paylaşan bir aile Zehra ve Ali'nin ailesi. Babaları o kadar çocuklarına düşkün ki bir bardak çayı Zehra'nın elinden içmenin en büyük keyif olduğunu belirtiyor kızına. Ali o kadar gururlu ki öğretmenlerine okula zaman zaman ayakkabı değişimi yüzünden geç kalışını açıklamıyor hiç bir zaman. Zehra'yla inanılmaz bir dayanışma içinde ailelerine ve öğretmenlerine belli etmeden devam ediyorlar 1 çift ayakkabıyı paylaşarak kullanmaya. Zehra, ağabeyinin kaybettiği ayakkabısını okuldaki diğer bir kız öğrencinin ayağında görünce gizlice takip ediyor ama kız çocuğunun ailesinin de zor durumda olduğunu görünce hiçbir şey söylemiyor.

Çok yakınımızdaki farklı bir dünyadan iki onurlu çocuğun, Ali ve Zehra'nın öyküsü derinlerde bir kalp sızısıyla belleğime yerleşiyor.Bacheha-Ye Aseman
Mecid Mecidi = Majid Majidi

27 Eylül 2009 Pazar

Masal diyarlarından bir öykü anlatıcı: Satyajit Ray


Satyajit RayAkira Kurosawa, Satyajit Ray için "Sessiz ama derinden gözlemleri ile tüm filmlerindeki karakteristik bir özellik olan hümanizm beni çok etkiliyor" demiş ve eklemiş; "O'nu film endüstrisinin bir "dev"i olarak görüyorum. Ray'in bir filmini izlememiş olmak, dünyada yaşayıp hiç Güneş'i ya da Ay'ı görmemiş olmakla aynı şey."

2 Mayıs 1921'de Kalküta'da doğan Hint yönetmen Satyajit Ray, ekonomi ve sanat tarihi eğitiminin ardından reklamcılık alanında çalışırken 1949 yılında Le Fleuve / The River / Nehir filmini çekmek üzere Hindistan'da bulunan Fransız yönetmen Jean Renoir ile tanışmış. Hem bu tanışma hem de 1950 senesinde görevli olarak gittiği Londra seyahatinde Vittorio De Sica'nın yeni gerçekçi filmi Ladri di biciclette / Bicycle Thieves / Bisiklet Hırsızları'nı izlemesi sinema dünyasına yönlenmesini sağlamış.

Haftasonu arşivimizde yer alan ama izlemek için bir türlü sırası gelemeyen Satyajit Ray'in 1977 yapımı Shatranj Ke Khilari / The Chess Players / Satranç Oyuncuları filmini izledim. Aslında arkasından da çok eskiden izlemiş olduğum Jean Renoir'ın Le Fleuve / The River / Nehir filmini yeniden mi izlesem diye düşünmedim değil. Sonra bu fikirden vazgeçtim.
Satranç OyuncularıDış politika, iç politika ve satranç belirli ortak nüanslara dayanır; strateji, taktik, gerektiğinde fedakarlık ve çok ciddi bir sabır. 1850'li yıllarda birbirine paralel iki öykü izleriz Satyajit Ray'in 1977 yapımı Shatranj Ke Khilari / The Chess Players / Satranç Oyuncuları filminde. Bir yanda Oudh Sultanlığının başkenti Lucknow'da iki Müslüman elit Meer ve Mirza'nın tutku halindeki bitmez tükenmez satranç oyunlarını izlerken, diğer yanda İngiliz Doğu Hindistan Şirketi'nin (daha kolay sömürebilmek, ele geçirebilmek için şirket kurunuz mottosundan yola çıkarak!) Oudh Sultanı Vacid Ali'yi sindirme ve Oudh Sultanlığını ilhak etme planlarına tanık oluruz adım adım.

24 Eylül 2009 Perşembe

"Dünyanın bütün sabahları dönüşsüzdür !"

Kızım artık küçük kızım değil ! Ben yaşlanıyorum, kızım büyüyor.

23 Eylül 2009 Çarşamba

"Mizah bir yumruktur, kime vuracağı belli olmaz!"

Karagöz ve HacivatHayvan derilerinden kesilerek hazırlanan insan, hayvan ve eşya figürlerinin bir ışık kaynağı önünde oynatılarak, gölgelerinin gerdirilmiş beyaz bir perdeye düşürüldüğü gösteri sanatı "gölge oyunu" olarak adlandırılmaktadır. Gölge oyununun en bilinen karakterleri Karagöz ve Hacivat'tır. Bu iki karakterin gerçekten yaşayıp yaşamadığı, yaşadılarsa nerede nasıl yaşadıkları kesin olarak bilinmiyor ama rivayete göre Hacivat ve Karagöz, Orhan Gazi devrinde Bursa'da yaşamış, cami yapımında çalışan iki işçi. Kendileri çalışmadıkları gibi diğer işçilerin de çalışmasını engelliyorlar. Orhan Gazi'nin, "cami vaktinde bitmezse kelleni alırım" dediği cami mimarı, caminin vaktinde bitmemesine sorumlu olarak Karagöz ve Hacivat'ı kurban seçer ve bu ikili başları kesilerek idam edilir. Karagöz ve Hacivat'ı çok seven ve ölümlerine çok üzülen Şeyh Küşteri, ölümlerinin ardından onların kuklalarını yaparak perde arkasından oynatmaya başlar. Bu sayede Hacivat ve Karagöz tanınır. (Bakınız; Karagöz ve Hacivat)

Haluk Bilginer ve Beyazıt ÖztürkŞeker Bayramı tatilini güzel kapatalım diyerek dün ailece Ezel Akay'ın 2006 yapımı Hacivat Karagöz Neden Öldürüldü? / Who Killed Shadows? filmini yeniden izledik. Filmin DVD'si oldukça kapsamlı hazırlanmış. Film ve tüm özel seçenekleri izlememiz yaklaşık 5 - 6 saat sürdü. Kim ne derse desin, filmin dilini dilediği kadar eleştirirse eleştirsin Ezel Akay'ın öyküsünden kurgusuna dek yaptığı bu filmle geleceğe bir film bırakmış olduğunu düşünüyorum. Perdede can bulan gölgeler bu filmle gelecek kuşaklara da aktarılabilecekler. Karagöz ve Hacivat'ın birlikte "pır, eki, uç, dürt, baş" diye parmaklarını sayarak ölüme gitmeleri ve konuşan kafalarıyla biten son sahne çok dokunaklı ama bir o kadar da gerçeküstü olmuş.Hacivat: Hay Hak! / Karagöz: Bıy bıy bıy bıyKaragöz'le Hacivat Ömer Hayyam'ın bir rubaisini anımsattı bana;
"Biz gerçekten bir kukla sahnesindeyiz
Kuklacı felek usta, kuklalar da biz
Oyuna çıkıyoruz birer, ikişer
Bitince oyun, sandıktayız hepimiz"


Oyun bitince gitmek istemiyorum !

22 Eylül 2009 Salı

Fikret Kızılok söylüyor: "Zaman... Zaman... Hımmmmm, o zaman..."

F.KIZILOK´UN ÖLÜM YILDÖNÜMÜ
Bu dünyadan Fikret Kızılok geçti...

18 Eylül 2009 Cuma

Iggy Pop söylüyor: `In the death car, we are alive.´

"Koyu Mavi" arkadaşımla Alkazar Sineması'nda, Emir Kusturica'nın 1993 yapımı Arizona Dream / Arizona Rüyası filmini seyrettiğimde küçük kızım henüz doğmamıştı. Film başlamadan hemen önce, uzun bir süre belleğime kazınacak olan filmin müziklerinin kasedini de almıştım İstiklal Caddesi'nden. Kaset duruyor halen, filmin DVD'sini de bir kaç yıl önce arşivimize katmıştık.
Güz geldi, yakında okullar açılıyor, küçük kızımın annemin yazevindeki güzel tatili bitti ve geçen haftadan beri kızım da Dersaadet'te. Önceki akşam yeniden Arizona Dream filmini izlediğimizde dedi ki küçük kızım, "Bu filmden de bahsetmelisin güncende..."
Arizona RüyasıEmir Kusturica [Saraybosna'da savaş bütün acımasızlığıyla sürerken gidip taa Amerikalarda neden bu kadar apolitik bir film çekti ve daha sonra 2005 yılında neden Karadağ'da vaftiz olup Sırp-Ortodoksluğa geçerek Nemanja Kusturica (Немања Кустурица) ismini aldı diye burada sorgulamadan, yorumlamadan ama bilincinde olarak] hem müzikleri hem de görselliğiyle sevdiğim, en hoş gerçeküstü filmlerden birini gerçekleştirmiş Arizona Rüyası ile.
"İçinden filmler geçen filmler"i sevdiğimi güncemi takip edenler bilir: Arizona Rüyası'nın içinden de Alfred Hitchcock'un North by Northwest / Gizli Teşkilat (bu isim uygun görülmüş ülkemizde) filmi geçiyor Vincent Gallo'nun muhteşem Cary Grant yorumuyla...
"Hayalleriniz kadar varsınız" sözünü doğruluyor filmdeki tüm karakterler; New York'ta balıkları sayan, rüyalarında eskimolar gören, "kadere boyun eğerek" Arizona'ya gelen Axel (Johnny Depp), Arizona'da araba satan ve Ay'da altın bir Cadillac kullanan Leo (Jerry Lewis), Papua Yeni Gine takıntılı Elain (Faye Dunaway) ile intihara eğilimli, akordeonuyla çıkarttığı ezgilerle büyüleyen üvey kızı Grace (Lili Taylor, North by Nortwest film canlandırmasıyla Paul Leger (Vincent Gallo) ve elbette tüm filme gerçek ve sanal boyutlarda egemen olan balık. Film kadar ünlü şu tümceyi de unutmamak gerek; "Fish doesn't think because fish knows everything."
This is a film about a man and a fish. / Bu film bir adam ve bir balık hakkında bir filmdir.
This is a film about dramatic relationship between a man and a fish. / Bir adamla bir balık arasındaki dramatik ilişkiyi anlatan bir film.
The man stands between life and death. / Adam yaşamla ölüm arasında durur.
The man thinks. / Adam düşünür.
The horse thinks. / At düşünür.
The sheep thinks. / Koyun düşünür.
The cow thinks. / İnek düşünür
The dog thinks. / Köpek düşünür.
The fish doesn't think. / Balık düşünmez.
The fish is mute. / Balık sessizdir (dilsizdir).
Expressionless. / İfadesiz.
The fish doesn't think / Balık düşünmez
Because the fish knows / Çünkü balık bilir
Everything. / Herşeyi.
The fish knows everything. / Balık herşeyi bilir.
Sözleri Iggy Pop'a, müziği Goran Bregoviç'e ait "In the death car" şarkısı da filmle özdeşleşiyor:
A howling wind is whistling in the night
My dog is growling in the dark
Something's pulling me outside
To ride around in circles
I know that you have got the time
Coz anything I want, you do
You'll take a ride through the strangers
Who don't understand how to feel
In the death car, we're alive!
In the death car, we're alive!
...

In the death car, we're alive!

17 Eylül 2009 Perşembe

Süt

Nar (Punica granatum)
Çarşıdan aldım 1 tane, eve geldim 1000 taneSemih Kaplanoğlu'nun Yumurta / Egg filminde izlediğimiz Yusuf'un gençliğine dönüyoruz Süt / Milk filmi ile. Oldukça dehşetli bir girişi var filmin yılan-süt ilişkisine bağlı olarak. Ama ben sütten, yılandan değil nardan bahsetmek istiyorum. Nar (Punica granatum); kendi güzel, rengi güzel, tadı güzel, pek yararlı bir meyvedir. Yemesi uğraş ister, özen ister. Üstelik bir inanca göre de cennetteki yasak meyve elma değil nardır! Filmde bir sahnede Yusuf belirgin bir hırsla, üstelik izleyenlerin ağzını sulandıracak bir iştahla nar yer. Semih Kaplanoğlu narla acaba Yusuf'un annesinin istasyon şefiyle olan yasak ilişkisine mi bir gönderme yapıyor? Bu ilişkiyi gözlemleyen ve ne yapacağını bilemez halde olan Yusuf'un hırsını yediği nardan mı çıkarttırıyor?

Süt

Bu arada, güncemdeki fotoğrafta yer alan narlar annemin yazevinin yan bahçesindeki güzelim nar ağacındaki narlardır. Annemin ayçiçekli salıncağında otururken karşımızdaki görüntü muhteşem nar ağacı olunca fotoğraflamak ayrı bir keyif veriyor.

15 Eylül 2009 Salı

"Mühürlenmiş Zaman"da Bir Yolcu: Andrey Tarkovski

Andrey Tarkovski
Bir süredir Andrey Tarkovski filmlerini yazmamdan, kitaplarından alıntılar yapmamdan da anlaşıldığı üzere son zamanlarda takıntılı olduğum yönetmendir kendisi. Andrey Tarkovski 3 kısa, 1 televizyon (TV) ve 7 uzun metrajlı toplam 11 filmi ile dünya sinemasının en önemli yönetmenlerinden birisi. Bazı filmlerini çok önceden televizyonda izlemiştim ama açıkçası o dönemler sinemaya bu kadar tutkulu değildim. Dolayısıyla salt izlediğim filmler ilgilendirirdi beni, yönetmenleri ve düşünceleri değil. Sonraları elbette sinema üzerine izleyici olarak bilinçlenmeye başlayınca sevdiğim, takıntılı olduğum yönetmenler birbiri ardına oluşmaya başladı. (Bakınız; sevdiğim diğer yönetmenler) Daha önce de pek çok kez belirttiğim üzere Onat Kutlar'ın dediği gibi "sinema bir şenlik". Sizi alıyor ve ummadığınız dünyalara götürüyor... Bu yüzden film izlemek bir tür yolculuk gibi. Hem içsel hem de düşsel!

* Ubiytsy(Убийцы) / The Killers / Katiller (1958)

* Segodnya uvolneniya ne budet (Сегодня увольнения не будет) / There Will Be No Leave Today / Bugün Kimse Ayrılmayacak (1959)

* Katok i skripka (Каток и скрипка) / The Steamroller and the Violin / Silindir ve Keman (1960)

* Ivanovo detstvo (Иваново детство) / Ivan's Childhood / Ivan'ın Çocukluğu (1962)

* Andrey Rublyov (Андрей Рублёв) / Andrei Rublev / Andrey Rublev (1966)

* Solyaris (Солярис ) / Solaris (1972)

* Zerkalo (Зеркало) / The Mirror / Ayna (1975)

* Stalker (Сталкер) / İz Sürücü (1979)

* Tempo di viaggio / Voyage in Time (1983)

* Nostalghia (Ностальгия) / Nostalghia (1983)

* Offret / Zhertvoprinoshenie / The Sacrifice / Kurban (1986)

Arşivimizde olmayan, kırmızıyla yıllarını belirttiğim üç filminin peşindeyim!

14 Eylül 2009 Pazartesi

Ivanovo detstvo (Иваново детство)

IvanAnnesi ve kızkardeşi Naziler tarafından öldürülen Ivan'ın hüzünlü, acımasız, yaşanamamış çocukluğunun öyküsüdür Andrey Tarkovski'nin 1962 yapımı ilk uzun metrajlı filmi Ivanovo detstvo (Иваново детство) / Ivan's Childhood / Ivan'ın Çocukluğu. Filmin öyküsü Vladimir Bogomolov'un kısa öyküsü Ivan'a dayanır. Andrey Tarkovski Ivan'ın Çocukluğu ile çocukluğunu yaşayamamış savaş dönemi çocuklarını dokunaklı bir biçimde resmetmiştir. Filmde Ivan'ın düş gördüğü sahnelerin hepsi birbirinden güzel ve kısa anlar da olsa savaştan soyutlamayı hoş bir biçimde başarıyor bence.

12 Eylül 2009 Cumartesi

Stalker (Сталкер)

Stalker
"Bir daha kimse benimle gelmeyecek
çünkü artık kimse bir şey umut etmiyor!"



Andrey Tarkovski'nin Boris ve Arkady Strugatsky kardeşlerin Yol Kenarında Piknik (Пикник на обочине / Roadside Picnic) adlı kısa romanlarından senaryolaştırdığı (birebir uyarlama değil) 1979 yapımı Stalker (Сталкер) / İz Sürücü isimli film, bir yazar ve bir bilimadamının (fizikçi) herkesin isteklerinin/hayallerinin kabul edildiği bir "Oda"sı bulunan yasak "Bölge"ye (Zone) hayli imgesel, simgesel yolculuklarının hikayesidir. Onları "Bölge"ye götürecek olan kişi Stalker (iz sürücü)'dır. Yazar ilhamını kaybetmiştir. Herşeye karşı oldukça alaycı bir tavrı vardır ve sürekli yeteneğini sorgulamaktadır. Bilimadamı ise yolculuktan çok sırt çantası ile ilgili görünmektedir.

Hiç kimsenin yaşamadığı "Bölge"de, "Oda"ya giden yol oldukça karmaşıktır. "Oda"ya yaklaştıkça yazar, bilimadamı ve iz sürücü'nün ruhsal durumları da karmaşıklaşır... Acaba en çok istedikleri şeyin gerçekleşebileceği olasılığıyla karşı karşıya olmaları neleri beraberinde getirecektir?

"Bölge" nedir ? sorusunu Tarkovski şöyle yorumluyor Mühürlenmiş Zaman kitabında; "Hep Bölge’nin neyin simgesi olduğu sorulur, olağanüstü saçma tahminler yapılır. Bu tür sorular karşısında korkunç bir çaresizliğe kapılıyor, adeta deli oluyorum. Hiçbir filmimde simge kullanmadım. Bölge, bir Bölge işte. İnsanın katetmek zorunda olduğu hayat, hepsi bu kadar. İnsanın yok olduğu ya da dayandığı bu yerde ayakta kalmayı başarıp başaramayacağı kendine olan saygısıyla, önemliyi önemsizden ayırma yeteneğiyle belirlenir.

11 Eylül 2009 Cuma

Katok i skripka (Каток и скрипка)

Sasha ve SergeiAndrey Tarkovski'nin VGIK (Всероссийский государственный университет кинематографии имени С.А.Герасимова) Sovyet Film Okulu mezuniyet filmi olan 1960 yılında çektiği 46 dakikalık Katok i skripka (Каток и скрипка) / The Steamroller and the Violin / Silindir ve Keman isimli kısa filmini dün gece yeniden izledik.

Yedi yaşındaki küçük kemancı Sasha ile işçi Sergei'in dostluğunun öyküsüdür film. Daha iyi koşullardaki ailelerin yaşadığı bir Moskova mahallesindeyiz filmde. Yaşadığı mahalledeki diğer çocuklar keman çalan Sasha'ya sürekli eziyet etmektedirler. Yine bir gün keman dersinden döndüğünde çocukların tacizine uğrayan küçük Sasha'yı evlerinin önündeki yol inşaatında çalışan ve silindir makinesini kullanan işçi Sergei kurtarır. İşçi Sergei, küçük Sasha'yı silindire bindirir, hatta kullanmasına izin verir diğer çocukların hayranlık dolu bakışları altında. Paydos saatinde birlikte yemeğe giderler, Sergei ekonomik olarak daha alttaki kesimlerin yaşadığı sokaklardan geçirir Sasha'yı. Bu sokaklardan birinde yaşça daha büyük olan bir çocuk küçük bir çocuğa eziyet ederken, bu duruma el koyarak kendisini ve yardıma ihtiyacı olan birisini korumayı öğrenir Sasha... Sonra eski, köhne bir binanın yıkılmasını birlikte izlerler yağmur altında. Bina yıkılır, güneş açar ve eski binanın arkasındaki yeni bina pırıl pırıl ortaya çıkar. (Sevgili(m) kocam bu görüntüyü eski rejim yerine Rusya'da yükselen yeni rejimin simgelenmesi diye yorumluyor.) SashaEllerindeki 1 şişe süt ve ekmekle tekrar Sasha'nın evinin önüne dönerler. Annesi hastalanmasın diye hep sütünü kaynatarak içirdiği Sasha, ilk kez sütü olduğu gibi şişeden içer. Ekmeği kesmeyi beceremeyince Sergei yardım eder ona. Sergei'ye kemanını uzatır Sasha, "bu küçük boy" der, "ellerim senin kadar olunca daha büyüyüğünü alacağım." "Pahalı olmalı bu" der Sergei, "hayır" der Sasha "sadece 60 ruble bu boyu." (Ayırdında mıdır acaba Sergei'in alım gücünün kısıtlı olmasının, 60 rublenin Sergei için büyük para demek olduğunun?) Burjuva diyebileceğimiz yeni nesil küçük Sasha işçi Sergei'e kemanının özelliklerini anlatır ve arkadaşı Sergei için bir parça çalar. Akşam saat yedide Chapaev (Чапаев) filmini izlemek üzere sözleşirler.Sergei Eve gelen Sasha üç saatlik keman çalışmasını tamamlar. Annesi gelir, keman çalışmasını sorgular ve Sasha'nın kim olduğunu bilmediği yeni arkadaşıyla sinemaya gitmesine izin vermez... Sergei Sasha'yı bekler, gelmeyince (kendisine ilgi duyduğunu gözlemlediğimiz ama Sergei'in yüz vermediği) işçi kız arkadaşlarından biriyle filme girer. Küçük kemancı buruk bir şekilde camdan bakarken evden çıkıp arkadaşının silindirine doğru koştuğunu izleriz birdenbire... Yazılar çıkar... Bu sahne olsa olsa Sasha'nın düşü olmalı diye düşünüyorum. Sasha'nın annesinin zorlamasıyla keman derslerine devam ettiği izlenimine kapılıyorum. Oysa küçük kemancı Sasha yeni dünyalar görmek istiyor, yeni arkadaşlar edinmek istiyor. (Ah bu anneler yok mu?! Zorlarlar hep çocuklarını... Piyano eğitimine devam eden küçük kızımı düşünüyorum!!!)

Filmin kahramanları Sasha ve Sergei doğal oyunculuklarıyla filmi inanılmaz samimi kılmışlar. Tarkovski'nin tüm filmlerinde gördüğümüz su birikintileri, bu birinkintiler üzerindeki hareketler, büyük, çiçekli vazolar mezuniyet filmiyle birlikte başlamış görünüyor. İlk filmlerinden biri olan Katok i skripka hoş bir insanlık dersi Tarkovski'nin. Elbette sonraki filmlerinde daha da hayran olacağım inanılmaz güzel kamera çekimleriyle oldukça büyüleyici bir film, güzel bir tat bırakıyor usumda.

Filmden sonra konuşuyoruz; şimdiki ortamda o yaşta bir çocuğu tek başına sokakta bırakabilir misin, o yaştaki çocuğun yetişkin biriyle arkadaş olursa ürkmez misin? Giderek nasıl da kirletiyoruz dünyayı... Herşey acımasız ve insanlıktan çıkıyoruz usul usul.



Bu arada karar verdim, Kiril Alfabesi'ni öğreneceğim! Andrey Tarkovski haklı gerçekten, "şiir tercüme edilemez" ve sevdiğiniz şiirleri, romanları öz dilinde okumak en güzeli...

10 Eylül 2009 Perşembe

Nostalghia (Ностальгия)

1 + 1 = 1
"Deli bir adam size...
Kendinizden utanmanızı söylüyorsa...
Ne biçim bir dünyadır burası!"



Rahat koltuklarımızda oturup, televizyondan izliyoruz neler olduğunu 2010'un Kültür Başkenti İstanbul'da! Utanmamız gerek, en azından!

9 Eylül 2009 Çarşamba

"I begynnelsen var ordet ."

I begynnelsen var ordet.In the beginning was the word.Başlangıçta söz vardı.
Andrey Tarkovski’nin İsveç'te çektiği son filmi 1986 yapımı Offret / Zhertvoprinoshenie / The Sacrifice / Kurban yönetmenin oğlu Andriyoşa’ya “umut ve güven dilekleriyle” ithaf ettiği bir tür vasiyeti gibi.
Deniz kıyısında bomboş bir araziye kurumuş bir ağacı diken Alexander ve oğlunu görürüz filmin başlangıcında. Oğluna "küçük adam" diye hitap etmektedir Alexander. Filmin son anına dek boğazından ameliyat olduğu için hiç konuşmaz küçük adam. Alexander ağacı dikerken oğluna bir şeyler söylemektedir: “Eğer biz her gün, tam aynı saatte, bir ayin yapar gibi belirli bir eylemi yinelersek, hiç değiştirmeden sistemli olarak hep aynı saatte yinelersek, dünya farklı olur. Bir şeyler değişirdi. Değişmesi gerekirdi.”

Tiyatro ve edebiyat eleştirmeni, ünlü bir gazeteci, aynı zamanda üniversitede estetik üzerine dersler veren Alexander, insanlardan kaçarak dingin bir hayatı tercih etmiştir. Ünlü bir oyuncuyken tiyatroyu bırakmış, eşi ve çocukları ile deniz kıyısında çok güzel bir evde herkesten uzakta yaşamaya başlamışlardır. Oğluyla kurumuş ağacı diktikleri o gün Alexander'ın doğum günüdür. Postacı Otto ona bir zamanlar Shakespeare ve Dostoyevski'den oyunlar oynadıkları dostlarından telgraf getirir. Postacı gittikten sonra Alexander oğluyla bir yetişkinmiş gibi konuşmaya devam eder. Aslında içinde yaşadıkları modern (!) dünyayla bir bakıma kıyasıya hesaplaşmaktadır. Bu arada bir ara yere düşer ve düş görür. Bilinçaltı korkularının, tedirginliklerinin yansıdığı felaket görüntüleridir bunlar, Alexander'ın nükleer savaş korkusunun görüntüleridir...

Alexander uyanmıştır. Dışarıdan içeriye, eve geçer kamera... Sanki Rus filmlerinden fırlamış bir aile görürüz. Ünlü bir aktörün karısı iken Alexander'ın tiyatroyu bırakmasıyla mutsuzlaşan karısı Adelaide, durgun kızları Marta, aileden biri olmuş aile doktoru Victor, evin hizmetçisi Julia, arada bir temizlik için evlerine geldiği anlaşılan gizemli hizmetçi Maria ve filozofvari postacı Otto. Alexander doğum gününü kutlamak üzere tam sofraya oturmak üzerelerken, televizyonda bir nükleer savaşın başladığı duyurulur. Yayın aniden kesilir ve gerçekte mi yoksa Alexander'ın bilinçaltında mı geliştiği anlaşılamayan bu anonsla birlikte uçakların gürültüsü gelir. Hep birlikte ciddi bir endişe başlar... Alexander, postacı Otto'nun kendisini hizmetçi Maria'yı görmesi ve Maria'yla birlikte olmaya yönlendirmesi üzerine, tüm dünyanın ve sevdiklerinin kurtulması için kendisini 'kurban' edecek midir ?
Film, öncelikle çok fazla Ingmar Bergman izleri var diye düşündürttü beni. (Fazlasıyla Ingmar Bergman'ın Skammen filmini anımsadım.) İzledikten sonra Andrey Tarkovski ile çeşitli röportajların yer aldığı kitaptan (Şiirsel Sinema / Andrey Tarkovski, Derleyen: John Gianvito, Agora Kitaplığı, Mayıs 2009) Offret ile ilgili bölümü de okudum. Filminin Bergman'dan izler taşıdığına dair benzer bir soru yöneltilmiş burada da yönetmene; "bunlar yüzeysel eleştiriler" demiş Tarkovski... (Yüzeysel eleştiri yapmış oluyorum bu durumda ben de...) Ama gerçekten de Offret yer yer görüntülerle, diyaloglarla fazlasıyla Bergman'dan izler taşıyan bir filmi usta Tarkovski'nin... Kimbilir belki de bu durum Tarkovski'nin de Bergman'ın usta görüntü yönetmeni Sven Nykvist ile çalışmasından kaynaklanmıştır. Üstelik Ingmar Bergman'ın oğullarından biri olan Daniel Bergman da kamera asistanıdır Offret filminde.
Çernobil faciası ile aşağı yukarı eş zamanlamaya sahip Offret, teknolojiyle iyiden iyiye kapana sıkıştırıldığımızın, insanlığın giderek makineleştiğinin, sürekli bir nükleer savaş tehdidinin gölgesinde yaşamanın insanı ne denli umutsuz bir çıkmaza sürükleyebileceğinin hayli hüzünlü bir biçimde görüntülenmesidir Andrey Tarkovski tarafından. Pek çok sahnede düş ile gerçek, bilinçaltı ile gerçeklik birbirine karışmıştır. Hiçbir şey net değildir, savaşın çıkıp çıkmadığı ya da Alexander'ın delirip delirmediği yorumları tamamen izleyiye bırakılmıştır. "Başlangıçta söz vardı." diye başlayan Offret, küçük adamın “Peki ama neden baba?” diye ilk kez konuşmasıyla son bulur... Ama bizim açımızdan daha üzerinde çok konuşulacak bir film olacağı kesin. Henüz küçük kızımla birlikte izlemedik filmi, tekrar izlediğimizde üzerinde ayrıca konuşacağız ve tartışacağız!
Filminin çekimlerinin sonlarına doğru akciğer kanserine yakalandığını öğrenir Tarkovski. Offret, 1986 Mayıs ayında İsveç'te gösterime girer. Andrey Tarkovski, henüz 54 yaşındayken, 1986 yılının 29 Aralığında akciğer kanserinden ölür.

8 Eylül 2009 Salı

Bob Le Flambeur

"Garip öykümüz işte burada, Montmartre'da başlar."
Sacré-Coeur
"Montmartre, bir yanıyla cenneti, bir yanıyla cehennemi andırırken, gecenin izleri gitgide silinip, insanlar caddeleri doldurmaya başlarken..."

Pigalle
"Gelin, şimdi de Bob'la tanışalım.
Kumarbaz Bob'la.
İhtiyar bir delikanlı, efsanevi bir suçluyla."


Jean-Pierre Melville'in 1956 yapımı Bob Le Flambeur / Bob the Gambler / Kumarbaz Bob filmi Sacré-Coeur Kilisesinin görüntüsü ile Montmartre'da başlar, sonra dik yamaçtan tramvayla aşağı Pigalle'e ineriz... Bir anlamda cennetten cehenneme iniştir bu... Savaş sonrası Paris'ini, gece kulüplerini, barları, Pigalle'in her türden insanla dolu sokaklarını Jean-Pierre Melville'in kamerasından izleriz...
Sacré-Coeur'e karşıGünün ilk ışıkları gelir ve tanıştığımız Bob, Sacré-Coeur manzaralı evine girer. Gençliğinde usta bir hırsız olan Robert 'Bob' Montagné nam-ı diğer Bob Le Flambeur / Kumarbaz Bob yıllar önce bir banka soygunununda işler yolunda gitmeyince hapse düşmüş, hapisten çıkınca da kirli işleri bırakmıştır. Bırakmıştır bırakmasına ama kasasında 800 Milyon Frank bulunan bir kumarhane cazip gelecek, hayatının sonuna dek yetecek olan paraya son bir soygun vurgunuyla (elbette oluşturacağı çoğu eski dostlardan oluşan ekibiyle birlikte) kavuşmak isteyecektir. Karizmatik kumarbazımız Bob'un hep ters giden talihi (hem kumarda hem aşkta) acaba soygun gecesi değişecek midir? Bob Le FlambeurJean-Pierre Melville'in 'film noir' klasiği, kült filmi Bob Le Flambeur 1950'li yılların sonlarından itibaren sinemada devrim yaratacak olan Fransız Yeni Dalga akımının da öncü filmlerinden sayılıyor. Yapımcı ve sinema yazarı Brian Frye'in dediği gibi: "Jean-Luc Godard'ın da belirttiği üzere 'Bob Le Flambeur' olmadan A Bout de Souffle / Breathless / Serseri Aşıklar da yapılmış olmazdı. Ama yine de Yeni Dalga akımını başlatan film 'Bob Le Flambeur' değil, o yalnızca izlenilmesi gereken yolu gösterdi."

7 Eylül 2009 Pazartesi

John Cassavetes'in Yüzler'i

Faces / John Cassavetes1968 yapımı Faces / Yüzler filmi Amerikan Bağımsız Sinemasının öncülerinden (hatta babası kabul edilen) John Cassavetes'in hem yazıp hem yönettiği ancak çekimleriyle, uzayıp giden gereksiz yersiz diyaloglarıyla dayanma sınırlarınızı zorlayan bir film. Aslında oyunculuktan kazandığı paralarla filmlerini kotaran ve kendisini yapımcı/stüdyo/gişe baskısından ayrıştırmış olan John Cassavetes'i takdir etmesine ediyorum ancak belki de benim ruh halimden olsa gerek Yüzler filmini oldukça zorlanarak izlemeyi tamamlayabildim. Daha filmin başlarında filmdeki ana karakterlerden Maria'nın kocası Richard'a "Beni bu gece sinemaya götürür müsün? Bergman filmi varmış..."demesi bizim de neredeyse fikrimizi değiştirip artık hepsini izlemiş olsak da yine de arşivimizden bir Bergman filmi mi izlesek sorunsalına yol açtı... Ama kararlıydık; parça parça da olsa 'Yüzler' filmini izlemeye devam ettik.

FacesMutlulukları sadece görünüşten ibaret olan Maria ve Richard Forst çifti var filmde. Oldukça varlıklı yaşamlarında birbirlerinden ve de yaşadıkları hayattan zevk alamayan bu çift henüz dile getirmemiş olsalar da aslında evliliklerinin bittiğinin farkındalar. Ingmar Bergman'ın filmini izlemeye sinemaya gitmedikleri gece Richard boşanmak istediğini söyleyerek evden ayrılır ve genç bir 'eşlikçi' kızın evine gider. Maria ise kadın arkadaşlarıyla bir kulübe giderek eve kulüpte tanıştıkları genç bir adamla döner. Film işte o gecenin öyküsüdür. Tamamen tiyatro havasındadır. Kamera sürekli yüzlere odaklanarak çekim yapar. Sizi rahatsız eder. Boş hayatların öyküsü içinizi burkar. Maria belki de ilk kez hem kendisine hem de kocasına dürüst davranarak haykırır merdivende yığılı haldeyken; "Hayatımdan nefret ediyorum. Seni sevmiyorum." Merdivende donuklaşır kamera... Çiftin huzursuzluğu, çatışmaları merdivene yansır...

Karı-koca kamera ekranından kaybolur, geriye boş merdiven kalır !


Şimdi günce notlarımı yazarken farkına varıyorum Yüzler filminin bana Teoman'ın Paramparça şarkısını çağrıştırdığını...

4 Eylül 2009 Cuma

Yeniden Ingmar Bergman; Det sjunde inseglet

Ölümle Satranç
Antonius Block (Max von Sydow): Siyah sana.
Ölüm (Bengt Ekerot): Bana yakışır değil mi?



Bazı filmler izlenme sıralarının gelmesini bekler! Ingmar Bergman'ın arşivimizde yer alan 1957 yapımı Det Sjunde Inseglet / The Seventh Seal / Yedinci Mühür filmi benim için izlenilecek zamanı daha önce gelmeyen filmlerden biriydi.

Şövalye Antonius Block (Max von Sydow) silahtarı Jöns (Gunnar Björnstrand) ile on yıl süren (üstelik başlıbaşına dini bir savaş olan) bir Haçlı seferinden sonra vebanın kol gezdiği ülkesine dönmektedir. Ancak yolu Ölüm (Bengt Ekerot) tarafından kesilir. Antonious, Ölüm’ü satranç oynamaya davet eder. Amaç “mutlak gerçek”e yani Tanrı’nın varlığıyla ilgili “bilgi”ye ulaşmaktır aslında ve satranç oyunu bu çabada bir oyalama taktiğidir. Eğer Ölüm'ü yenebilirse yaşamına kaldığı yerden devam edecektir. Yolda kendilerine katılan köylülerle (hiç kimsesi kalmamış genç kız, gezici kumpanyada hayatını sürdüren oyuncu karı-koca, saf demirci ve çapkın karısı) birlikte yola devam ederlerken Ölüm devamlı olarak Şövalye'nin peşindedir. Şövalye Ölüm'e sorular sorar sürekli ama doyurucu yanıtlar alamaz. Tanrı, din, ölüm, yaşamdır sorguladıkları...
Filmde Antonious'un gezici kumpanyadaki oyuncu karı-koca ile birlikte süt içip çilek yedikleri sahne sanki tek mutlu olduğu sahne... Şövalye yaşamın güzelliklerinin ayırdına varıyor izlenimini yaratıyor bu sahnede. Filmde beni etkileyen bir diğer sahne vücuduna şeytan girdiği için yakılmak üzere olan kızla ilgili olarak silahtar (bu arada filmdeki en sevdiğim karakter bu silahtar oldu) "Onunla kim ilgilenecek? Melek mi Şeytan mı Tanrı mı yoksa hiçlik mi?" diye Şövalyeye sorar...Şövalye bir şeylerin varlığına inanılması gerektiği ihtiyacını vurgulamak ister ama "Kızın gözlerindeki tek şey korku" der silahtar ve herhangi bir değere inanmadığını ortaya koyar.

Ingmar Bergman Antonius Block karakteri üzerinden Tanrı, din, ölüm, yaşam üzerine fikirlerini dile getirir film boyunca. Geriye kalan salt gerçek ise insanın yaşamı ve ölümü sorguladığında çıkışsız olduğu.

Ingmar Bergman varoluşçu eserlerinden ilki olan Yedinci Mühür için şöyle demiş; 'Yedinci Mühür, serbestçe kullanılmış Ortaçağ malzemeleriyle sunulan modern bir şiirdir. Filmimde Şövalye, bugünün askerinin savaştan dönmesi gibi, Haçlı Seferi'nden dönüyor. Orta Çağda insanlar vebadan ölesiye korkarlardı. Bugün de atom bombası korkusuyla yaşıyorlar. Film, teması hayli basit bir allegoridir: İnsan, onun ebedi Tanrı arayışı ve tek mutlaklık olarak ölüm.'

3 Eylül 2009 Perşembe

Kızılderililer der ki; Dünya'yı çocuklarımızdan ödünç aldık...

souvenir


"Koyu Mavi"
arkadaşım çok uzaklardan, Montreal'dan getirdiği andaçlarla pek sevindirdi bugün beni..Kişisel müzeme eklenecek bir kızılderili duvar süsü ve de üzerinde Kanadalı yazarlar ile müzisyenlerin yazılı olduğu siyah-beyaz bez çanta...

"Bir toplum hakkında şöhret kazandırdıklarıyla yeterince fikir sahibi olabilirsiniz!!!"

CelebrityWoody Allen'i değil ama filmlerindeki pırıltıları sevdiğimi hasbelkader günce notlarımı okuyanlar bilir. (Bakınız Radio Days ve Vicky Cristina Barcelona)
Woody Allen'in 1998 yapımı, siyah-beyaz çektiği filmlerden Celebrity / Şöhret'i izledik dün gece. Yer yer oldukça sıkıcı bir film Celebrity ama yine de Kenneth Branagh'ın rolünün üstesinden Woody Allen'ın "alter ego"su gibi gelmesi filmde rol almayan Woody Allen'a bir selamlama olmuş!
Filmden belleğime eski öğretmen yeni TV sunucusu karakterin sarfettiği şu sözler kalıyor; "Bir toplum hakkında şöhret kazandırdıklarıyla yeterince fikir sahibi olabilirsiniz!!!"

2 Eylül 2009 Çarşamba

Ascenseur pour l'échafaud

Milles Davis filmin müzklerini kaydederken Jeanne Moreau ile şakalaşıyor1958 yapımı Ascenseur pour l'échafaud / Elevator to the Gallows / İdam Sehpası ilklerin buluşması olan bir film olmuş: Louis Malle'ın yönettiği ilk konulu uzun metrajlı film, Jeanne Moreau'nun ilk başrolü ve Miles Davis'in müziklerini yaptığı ilk film. Louis Malle'ın deyimiyle yeni Paris'i görürüz filmde; bir ölçüde 'insanlıktan çıkmış' olan Paris'i...

Miles Davis filmin müziklerini yapmak üzere Paris'e davet edilmiş ve dört kişiden oluşan bir Fransız grupla (Tenor saksafonda Barney Wilen, piyanoda Rene Urtreger, kontrabasta Pierre Michelot ve davulda Kenny Clarke) birlikte gece saat 11'den sabahın 5'ine kadar birlikte doğaçlama (emprovizasyon) yaparak müzikleri tamamlamış. Bir yandan filmi izleyerek doğaçlama yaparken bir yandan da yönetmen Louis Malle ve aktris Jeanne Moreau ile birlikte şampanyalarını yudumlamışlar. Sonuçta sinema tarihinde bir film için yapılmış en iyi müziklerden biri kaydedilmiş.

Filmin konusu oldukça klişedir aslında; evli bir kadınla sevgilisi mükemmel bir cinayet tasarlayarak kadının kocasını öldürmeye karar vermişlerdir. Adam kimseye görünmeden kendi odasından kadının kocasının bürosuna iple tırmanır ve intihar süsü vererek kocayı öldürür. Bürodan ayrılıp arabasına bindiğinde tırmandığı ipi binanın dışında bıraktığını farkederek geri döner. Bu arada arabasını öylece anahtar üzerinde bırakmıştır. Cinayet kanıtı ipi ortadan kaldırır kaldırmasına ama binanın elektriğinin kesilmesi üzerine asansörde iki kat arasında sıkışıp kalır ve dışarı çıkamaz. Haftasonudur, bina kapatılmış ve kimse kalmamıştır. Bu arada binanın karşısındaki çiçekçide çalışan kız ve sevgilisi adamın arabasına atlayarak uzaklaşırlar. Filmin bundan sonrasında güzel caz tınıları eşliğinde gerilimli sahneler yaşanır. Bir yanda adam asansörden kurtulmaya çalışır, diğer yanda sevgilisi Jeanne Moreau büyük bir telaş ve merak içinde hatta yarı delirmiş olarak ünlü Champs-Élysées Caddesi'nde ortadan kaybolmuş sevgilisini arar durur Miles Davis'in 'Florence Sur Les Champs Élysées' notaları eşliğinde. Olmaz olmaz demeyin tüm bunların üstüne adamın arabasını çalan çift de bir başka cinayete karışır.
Ascenseur pour l'échafaud
Konu klişe olabilir, bugüne hiç hitap etmeyebilir ama filmin müzikleri o kadar güzel ki salt bu sebeple bile arşivinizde yer alan bir film olur Ascenseur pour l'échafaud.

1 Eylül 2009 Salı

Lafcadio Hearn'ün Hayalet Öykülerinden Masaki Kobayashi'nin Kaidan filmine

KaidanMasaki Kobayashi'nin 1964 yapımı Kaidan / Kwaidan / Ghost Stories filmi jeneriğinden itibaren (yukarıdaki resimde su içinde dağılan mürekkep damlaları gibi) başlıbaşına bir görsel şölen. Çekildiği yıla göre kamera çekimleri, ışık oyunları tam anlamıyla büyüleyici ve çarpıcı. Lafcadio Hearn’ın Kwaidan: Stories and Studies of Strange Things isimli hayalet/cin hikayeleri anlattığı kitabından uyarlanan film 4 farklı öyküyü içeriyor.Black Hair'Siyah Saçlar' isimli ilk öykü eski çağlardaki Kyoto’da geçiyor. Zengin olmak isteyen bir Samuray kendisini büyük bir aşkla seven karısını zengin bir kadınla evlenmek için terk ediyor. Yıllar sonra pişman olan Samuray eski karısına dönüyor. Uzun siyah saçlı eski karısı Samuray'ı büyük bir anlayışla karşılıyor. Bu noktada bu öykünün hizmetçi ruhlu kadınlara rahatlıkla ithaf edilebileceğini düşünüyorum!!! Kocan (ki artık eski koca) seni terk etse bile hizmette kusur etme, kocanın kulu, kölesi ol ve ona itaat et mantığıyla (ya da mantıksızlığıyla mı demeliyim?) karşılanan eski koca Samuray, uzun simsiyah saçlı eski karısıyla duygu yüklü bir gece geçiriyor. Geçiriyor geçirmesine ama sabah uyandığında yanında yatanın eski karısı değil de iskeleti olduğunun ayırdına varınca o da cinler dünyasına karışıyor.
Düz, uzun siyah saçlar Japon filmlerinde sıklıkla kullanılan bir imge. Elbette hemen Hideo Nakata'nın 1998 yapımı Ringu / Ring / Halka filmine çağrışım yapıyor simsiyah uzun saçlar.
The Woman in the Snow'Karlardaki Kadın' isimli ikinci öyküde özellikle karlar altındaki görüntüler muhteşem. Kar fırtınasına yakalanan genç oduncu, kendisine kadın olarak gözüken bir ruh/cin tarafından kurtarılıyor ve karlarla birlikte gelen kadın bu kurtarma karşılığında oduncunun tek yapması gerekenin gördüklerini kimseyle paylaşmaması oluyor. Yıllar geçiyor, oduncu sözünü unutuyor ve seneler önce yaşamış olduğu o gecenin sırrını mutlu bir evlilik yaşamakta olduğu karısına söylüyor. Ondan sonra da olanlar oluyor.
Hoichi, the Earless'Kulaksız Hoichi' isimli üçüncü öyküde bir manastırda yaşayan ve gözleri görmeyen Hoichi ile tanışıyoruz. Müzisyen olan Hoichi o kadar güzel biwa (dört telli gitara benzeyen bir enstrüman) çalmaktadır ki kendisini dinleyen herkes büyülenmiş gibi onu dinlemektedir. Günlerden bir gün bir Samuray, Hoichi’nin kaldığı manastıra gelir ve efendisi için biwa çalmak üzere davet edildiğini bildirir. Hoichi, Samurayın efendisinin evine biwa çalmak için gece geç saatlerde ziyaretlere başlar. Elbette garip olaylar silsilesi de bu ziyaretlerle açığa çıkacaktır.
In a Cup of Tea'Bir Fincan Çay' isimli son öyküde çay içerken fincanın içinde başka bir yüz gören bir Samurayın başka bir Samurayın hayaleti tarafından rahatsız edilmesi anlatılmaktadır.






Dünya Barış Günü.