30 Ocak 2013 Çarşamba

Tren Öyküleri IV

Benim için trenler düşler gibidir ve kişisel takıntılarımdan biridir. (Bir diğer takıntım olan vapurları gözardı etmeyeyim, meraklısı hemen tıklayıp bakabilir: Benim Vapurlarım)
İçinden trenler, istasyonlar geçen filmleri, kitapları ayrı severim. Şu sıralar başucu kitaplarımdan biri, Haydar Ergülen’in ağırlıklı olarak Şubat 2008 – Mart 2011 yılları arasında Raillife dergisinde yayımlanmış olan yazılarından oluşan “Trenler de Ahşaptır” isimli kitabı.
İlk kez, henüz çok çocukken, annem ve kardeşlerimle birlikte, Muratlı – Edirne arasında gecenin bir yarısı yaptığımız bir tren yolculuğu ile kalbimi kaptırdım diyebilirim rayların üzerinde akıp giden, hiç durmayacakmış hissini veren trenlere… Kalbime giren, giderek bir tutkuya dönüşen trenlerle ilgili kısa öykülerimi, sevgili(m) kocamla birlikte oluşturduğumuz ama yayımlamayı kestiğimiz "Sanal Boğuntular" isimli e-zine'mizde yayınlamıştım zaman zaman… Bu öykülerden bazıları bloguma da konuk oldular… Henüz çok yeni izlemişken Ingmar Bergman’ın Nära livet / Brink of Life / Yaşamın Eşiğinde filmini, elbette usuma kızıma hamileyken yaptığım Prag – Karlovy Vary tren yolculuğu geldi ve bugün bu öyküyle başbaşa bırakıyorum günce takipçilerimi.

"Nisan 1995 / Prag – Karlovy Vary
Sabah kalkan tren, öğlen Karlovy Vary’ye varıyor. Kaplıcalar şehri ya da daha bilinen ismi ile Karlsbad… Holesovice istasyonundan kalkıyor tren ve burası artık başka bir Prag! Steromesto ya da Mala Strana gibi zengin, pırıltılı görüntüler yok bu istasyonda, yoksulluk ve umutsuzluk var. Gişedeki kadın ters ters bakıyor bana. Acaba bu trende ne işim var diye mi düşünüyor, hafta ortası yabancı bir kadın, Karlovy Vary’e bilet istiyor. Alışılmış bir durum değil herhalde. Üstelik bu tren sadece Çekler'i taşıyor. Trenle seyahat etmek çok ucuz bu ülkede. Biletimi alıyorum.

Trende her yer çok kalabalık. Yer bulamayacağım kaygısını yaşıyorum bir ara. 5 saat ayakta da gidilemez ki! Arkadaki vagonlar aileler içinmiş… Çocuk sesleri bir felaket. Aile bölümüne başkaları binemezmiş, öyle yazıyor !!! Biz de bir aile sayılırız, minik bir bebek taşıyorum çünkü içimde. Kompartımanda 2 Çek ailesi var. Biri dede, anne ve kız çocuktan, diğeri ise anne, baba ve iki erkek çocuktan oluşuyor. Kız çocuk dedesi ile çok iyi anlaşıyor, pek neşeli. Anne için aynısı söylenemez. Yolculuk başlasa, bitse kurtulsak endişesi var gözlerinde. Erkek çocuklar camdan dışarı sarkmış durumdalar, bir 5 diğeri 8 yaşlarında. Mutsuz oldukları her hallerinden özellikle gözlerinden belli…

Karlovy Vary yolu üzerindeki küçük kasabalarda inenlerle tren boşalıveriyor birden. Artık kompartımanda yalnızım. Tren yavaş yavaş kalkıyor son duracağı istasyona. Gözlerim beni karşılayacak Alman arkadaşlarımı bir an önce görme çabasında… Telaşla camdan dışarı bakıyorum. Görüyorum kalabalığın içinde onları. İnsanın bir yolculuk bitiminde yalnız olmayacak olması hoş bir duygu. Gizli bir sevinç kaplıyor içimi, gülümseyerek el sallıyorum bebeğimle birlikte arkadaşlarıma…”

Önceki öyküler için başlıklara tıklayabilirsiniz:
Tren Öyküleri I
Tren Öyküleri II
Tren Öyküleri III
Sanal Boğuntular

29 Ocak 2013 Salı

Nära livet

Kızım doğduğunda, sevgili arkadaşım "Koyu Mavi"’nin söyledikleri o gün bugündür hiç aklımdan çıkmadı; “Hastahanedeyken hiç bir şey anlamıyorsun ama eve döndüğünüzde bu bebeğin hayatından hiç bir zaman çıkmayacağının farkına varıyorsun!”
Bir anne olarak, tamamı bir hastahanenin bir kaç odasında geçen, biri düşük yapmış, biri doğurmak üzere ve biri de biyolojik babası tarafından istenmeyen çocuğunu doğurup doğurmama kararsızlığındaki üç kadının öyküsünü Nära livet / Brink of Life / Yaşamın Eşiğinde filmiyle ölümsüzleştirmiş olan Ingmar Bergman’a tarafsız yaklaşmam mümkün olamazdı elbette. 1958 yılında Cannes Film Festivali’nde Ingmar Bergman’a “En İyi Yönetmen” ödülünü kazandıran Nära livet / Brink of Life / Yaşamın Eşiğinde filminin başrollerindeki dört kadın oyuncu da (düşük yapmış olan Ingrid Thulin, doğurmak üzere olan Eva Dahlbeck, gayrimeşru çocuğunu doğurup tek başına büyütme kararsızlığındaki Bibi Andersson ile hemşire rolündeki Barbro Hiort af Ornäs) “En İyi Kadın Oyuncu” ödülünü paylaşmışlar.
Tek mekanda, tamamen diyaloglara dayalı ve filmden çok bir tiyatro oyunu havasında olması kesinlikle engellememiş bir başyapıt olmasını Nära livet / Brink of Life / Yaşamın Eşiğinde filminin. Ingmar Bergman, her biri inanılmaz performans sergileyen oyuncularla yine harikalar yaratmış bu filminde.

28 Ocak 2013 Pazartesi

Jalsaghar

Masal diyarlarının öykü anlatıcısı, Hint yönetmen Satyajit Ray’in, Shatranj Ke Khilari / The Chess Players / Satranç Oyuncuları filminden sonra ikinci izlediğim filmi, 1958 yapımı Jalsaghar / জলসাঘর / The Music Room / Müzik Odası oldu.
Filmin adını aldığı, sanata, müziğe tutkulu zengin aristokrat 'Huzur' Biswambhar Roy’un (Satyajit Ray’in gözde oyuncusu Chhabi Biswas canlandırıyor bu rolü) hayattaki tek sığınağı olan “müzik odası”, izleyiciyi başka dünyalara sürüklüyor film süresince tanık olduğumuz üç konserde.
En iyi müzisyenleri bir araya getirerek, saygıdeğer konuklarına unutulmaz konserler verdirten, en iyi şekilde konuklarını ağırlayan Roy, parası azaldıkça karısının mücevherlerine yöneliyor. Karısı ve oğlunu fırtınalı bir gecede kaybeden Biswambhar Roy, giderek harabeye dönüşen sarayına kendisini adeta hapsediyor. Döküntü sarayının dışında Roy’un elinde son kalanlar iki sadık hizmetkar, bir at (Tufan), bir fil (Mati) ve de artık sular altında kalmış topraklar… Kendisini soyup soğana çeviren tefecinin görgüsüz oğlu Mahim Gaguly'nin oğlunun “olgunlaşma günü” konseri için davet edilince son bir hamleyle sarayında son konserini düzenletmeye karar veriyor 'Huzur' Biswambar Roy. O son konser gününde, yüzyıllar boyunca ihtişam ve itibar içinde yaşamış olan soylu Roy ailesinin tüm çöküşünü Biswambhar’ın gözlerinde okuyoruz.

Geleneklerle modernliğin (filmde daha çok yozlaşmanın demek daha yerinde olacak) bir nevi çarpışması gibi Jalsaghar / জলসাঘর / The Music Room / Müzik Odası. Evet, elbette er ya da geç elinizdeki değerler yenilebiliyor zamana, ayak uyduramayıp kaybedebiliyorsunuz elinizdekileri, giderek daha katı, daha acımasız, daha çirkin bir Dünya bekliyor hepimizi ama 'Huzur' Biswambhar Roy gibi onurlu olmak ve ölebilmek nasıl olabiliyor görmek için izleyin Satyajit Ray’in siyah – beyaz destansı filmi Jalsaghar / জলসাঘর / The Music Room / Müzik Odası ‘nı….
Jalsaghar / জলসাঘর / The Music Room / Müzik Odası filmini izleyene dek bir aynanın bir salonu böylesine anlamlandırabileceğini, derinlik katabileceğini hiç düşünmemiştim. Jalsaghar / জলসাঘর / The Music Room / Müzik Odası 'ndaki aynalı her bir çekim ayrı güzellikte...

25 Ocak 2013 Cuma

Le Bonheur

Agnés Varda ’nın 1965 yapımı Le Bonheur / Happiness / Mutluluk filminin açılış ve kapanış kareleri birbirinin aynısıymış hissini veriyor. Üstteki başlangıç karesinde, biri kız, biri erkek iki çocuklu, mutlu çekirdek aile bir Pazar günü pikniğinde, her şey bir tablonun güzelliğinde yansıyor ekrana, üstelik günebakanlar ayrı bir güzellik katıyor mutlu ailenin mutluluğuna ! Alttaki karede ise sanki başlangıçtaki çekirdek aile bu kez bir Pazar günü pikniğinin dönüşünde. Görünüşte her şey aynı gibi ama çok önemli bir fark var her iki karede: Farklılık kadınlarda.

François rolünü Jean-Claude Drouot canlandırıyor filmde ve gerçek hayatındaki karısı ile 2 çocuğu filmdeki ailesini canlandırmış. Çekirdek ailenin hayatı çok mutlu görünüyor, adam karısına, karısı adama aşık, çok güzel iki çocuk, uzun kır gezileri, doğayla barışık bir yaşam. Marangoz olan François işinde çok usta görünüyor, karısı Thérèse ise hayli becerikli bir terzi. Mutlu mesut ailenin hayatı François’in bir şehir dışı işinde postahanede çalışan kızla göz göze gelmesiyle değişiveriyor !
Filmi izleyeli kaç gün oldu, halen aklımı kucalayıp duruyor bu kadar mutlu görünen bir erkek nasıl olur da bir başka kadından hoşlanır ve her iki kadını da aynı derecede sevdiğini iddia edip, karısına bu durumu anlatıp, karısı kendisinden ne şekilde davranmasını isterse o şekilde davranacağını söyler???!!! Filmin ekstralarında da izlediğimiz üzere, film vizyona girdiği zamanda da çok şaşkınlık yaratmış izleyenler üzerinde. Kendimi zorlayarak film ve filmin sonuyla ilgili daha fazla yazmamaya çalışacağım ama biliniz ki filmin sonu da çok şaşırtmış her izleyeni.
Hemen belirtmek istiyorum, filmin ekstraları film kadar güzel. Özellikle ana karakter Jean-Claude Drout’un filmin çekildiği sokaklarda, marangozhanede, kafelerde filmin çekildiği zamandaki tanıklarla yıllar sonra yapmış olduğu konuşmalar çok hoş. Elbette filmin iki kadınının yani Claire Drouot (ki esas oğlanın hem filmdeki hem de gerçek hayattaki karısı kendisi) ve Marie-France Boyer ile yapılan söyleşiler de çok hoş olmuş. Filmde François’in karısı Thérèse‘e evlilikleri ile ilgili yaptığı elma bahçesi benzetmesi Claire ile aralarında hep değinilen bir konu olmuş uzun soluklu, gerçek hayatlarındaki evliliklerinde. Der ki zavallı François (kimse kusura bakmasın, benim için bu tip bir karakter sadece zavallıdır !) “Sen, ben ve çocuklar, dört tarafı çevrili bir alanda, elma bahçesi gibiyiz. Sonra ben bahçenin dışında ama bizimle birlikte çiçek açan başka bir elma ağacını fark ediyorum.” Bir de utanmadan ekliyor François; “Daha çok çiçek, daha fazla elmanın oluşması anlamına geliyor, anlıyorsun ya!” Davranışlarını bir türlü anlamlandıramadığım François karakteri bu diyalog sonrasında giderek daha da itici oldu benim için. Hiç duraksamadan Le Bonheur / Happiness / Mutluluk filminin beni giderek mutsuzluk boyutlarına taşıyıp durduğunu söyleyebilirim bu noktada!
Son olarak, Agnés Varda ’nın gördüğüm en hoş renklere, tablo gibi sahnelere sahip Le Bonheur / Happiness / Mutluluk filmini, "Yeni Dalga" akımının kurucularından olan sinema kuramcısı André Bazin'e adamış olduğunu belirterek, filminin içinden Jean Renoir’in Le déjeuner sur l'herbe / Picnic on the Grass / Kırda Piknik filmini de geçirmiş olduğunu söyleyip noktalıyorum günce notlarımı.
Hoş bir sahne; piknikten dönmüş olan mutlu adam François kardeşinin evinde ve TV ekranında piknikli film Le déjeuner sur l'herbe oynamakta.
Bu kadar "mutluluk" üzerine, Louis Aragon'un dizeleri bir daha kolay kolay çıkmayacak aklımdan!
Hüzünlüdür gözleri hep, mutluluktan söz edenin.

23 Ocak 2013 Çarşamba

Le Bonheur

Son iki akşamımız, “Yeni Dalga”’nın büyükannesi Agnés Varda’nın 1965 yapımı Le Bonheur / Happiness / Mutluluk filmini, tüm dvd ekstralarıyla birlikte izlemekle dolu dolu geçti. Hasbelkader iyi bir sinema izleyicisi, iyi bir “Yeni Dalga” takipçisi olarak, ayıpladım doğrusu kendimi bu kadar geç tanışmış olmakla Agnés Varda ile…
Le Bonheur filmi üzerine izlenimlerimi biraz daha filmi özümseyip, keyfini çıkardıktan sonra yazmaya karar verdim. Dün geceden beri, en az film kadar, DVD ekstralarındaki “Mutluluk Üzerine Düşünceler” bölümünde ekranda son olarak yer alan Louis Aragon'un şu dizeleri zihnimi meşgul ediyor fazlasıyla !
Hüzünlüdür gözleri hep, mutluluktan söz edenin...

17 Ocak 2013 Perşembe

Shindô

Japon yönetmen Koji Hagiuda’nın 2007 yapımı Shindô / Prodigy / Dahi filmi, Akira Saso’nun Shindô çizgi romanına (manga) dayanıyor.
Ana karakter 13 yaşındaki Uta’nın adının anlamı “şarkı” demekmiş Japonca. Dahi olan Uta, henüz daha doğru dürüst konuşmayı öğrenmeden müzik notalarını okumaya, piyano çalmaya başlamış.
Uta’nın oldukça yetenekli piyano virtüözü olan babası bir gün ortadan kaybolunca, Uta ve annesi çok ciddi finansal sorunlarla karşılaşıyorlar ve güzel evlerini terkederek daha mütevazi bir semte, küçücük bir apartman dairesine taşınıyorlar. Uta’nın yolu oturdukları semtte bir manavın oğlu olan Oto ile, Oto’nun piyano çalışını duymasıyla kesişiyor. “Berbat çalıyorsun” diyor Uta Oto’ya ve ikili arasında müzikle birlikte gelişecek sıradışı bir dostluk bu cümleyle başlıyor.
Konservatuar sınavlarına hazırlanan Oto’ya en büyük destek Uta’dan geliyor. Geceleri ev sahibi yüzünden evinde piyano çalamayan Oto’yu eski güzel evlerine götürüyor Uta ve babasının piyanosunda çalışabileceğini söylüyor. Oto’nun berbat piyano çalışı azmiyle, Uta’nın yol göstermesiyle giderek gelişirken hemen aklıma kızımın piyano öğretmeninin, kızım piyano eğitimi almaya başladığı zamanlarda ben de heves edip piyanonun bir kaç tuşuna dokununca söylediği bir söz geliyor: “Yetenek başka bir şey ama düzenli çalışmayla her şeyin üstesinden gelebilirsiniz !” Elbette hevesimi o noktada bıraktım, şimdi kızımı piyano çalarken dinlemek en büyük keyiflerimden biri ve düzenli çalışmanın ne demek olduğunu her gün kızımla birlikte yaşıyoruz. Neyse, tekrar Uta’ya dönecek olursak; babasının ortadan kaybolmasıyla uzaklaştığı piyanoyla yavaş yavaş barışıyor ve bir türlü kabullenemediği babasının ölümüyle de yüzleşmeye başlıyor. “Müziğin ta kendisiyim” diyen Uta’nın öyküsü ve müziğiyle başka bir dünyaya yolculuk yapıyorsunuz. Shindô, piyano severlerin kaçırmaması gereken filmlerden.
Bu arada, gördüğüm en güzel mezarlıklardan biri Shindô filminde yer alıyor: Piyano mezarlığı !

14 Ocak 2013 Pazartesi

Gánh Xiếc Rong

Vietnamlı kadın yönetmen Việt Linh’in sinemasıyla, Güneydoğu Asya filmlerine merak sardığımızdan beri tesadüfen tanıştım ancak iyi ki tanışmışım diyerek diğer filmlerinin peşine düştüğümü hemen belirteyim. Moskova Film Okulu’ndan 1985 yılında mezun olan Việt Linh, o tarihten beri Vietnam'ın Ho Şi Min kentinde, devlete ait olan Giai Phong Film Stüdyoları’nda birbirinden ilginç filmlere imza atmış ve izlediğimiz 1988 yapımı, gerçekçi filmi Gánh Xiếc Rong / The Travelling Circus / Gezici Sirk Topluluğu, Vietnam Sineması’nın klasiklerinden biri sayılıyormuş.
Viet Linh, Gánh Xiếc Rong, filminde, Hanoi’den gelen gezici bir sirk topluluğunun, yiyecek bir lokma ekmeklerini ancak çok uzaklardaki tarlalara gidip çalışarak elde edebilen, hayli fakir bir köyde kamp kurup, köylüleri sonuna kadar sömürmelerini küçük bir köylü çocuğun gözünden anlatmış.
Aç gözlü sirk sahibi, köylülere dağlara gidip altın parçaları bulurlarsa gösteriyi izleyebileceklerini söyledikçe, sirk üyelerinin ilüzyon gösterilerine kanan köylüler tarlalarda çalışmayı bırakıyorlar ve sabahtan akşama dek altın bulmak için dağlara çıkıyorlar.Sirk sahibinin göz aldatmasıyla bir parça pirinçten bir kazan pirinç yaratılıyormuş gibi göstermesi ve aç köylülere pirinci dağıttırması, küçük köylü çocuğun bu aldatıcı ilüzyona kendisini inandırmasını ve mucize sanmasına yol açıyor. Filmi izlerken küçük çocuğun naifliği kalbinizi derinden yaralıyor. Kendi halkına gözünü altın bürümüş bir Vietnamlı’nın neler yapabileceğini izleyince, sömürgeci ülkeler ne yapmaz diye düşünmeden edemiyorsunuz. (Vietnam Savaşı'nın acımasız izleri halen belleklerde...)
Việt Linh, Vietnam’da sansürlenmiş olmasına şaşırmadığım Gánh Xiếc Rong filmiyle yurtdışında da çok fazla bir seyirciye ulaşamamış ama pek çok uluslararası festivalden ödüllerle dönmüş. Dünya'nın başka başka yerlerinde yaşayanların sorunlarına ne kadar duyarlıyızın yanıtlarını sorgulatan bir film Gánh Xiếc Rong ve merkezi otorite olan köy şefinin dediği gibi “Eğer yiyecek bir lokma yemek istiyorsanız elleriniz çalışmalı. Güneşi ve yağmuru teniniz hissetmeli. Mucize falan yok, boşa vakit harcamamalı.”
Son sözüm bu filmi çok beğenen, hakkını veren kızıma: Mucizeler yok gerçekten, bize sunulan hayatımız tek gerçek mucize!

11 Ocak 2013 Cuma

11 + 1 Ocak 2013 için Ada Karanfilleri

10 Ocak 2013 Perşembe

Rentaneko

Göze, kalbe ve ruha dokunan sinemasını sevdiğim Japon kadın yönetmen Naoko Ogigami, yazıp yönettiği, 2012 yapımı Rentaneko / Rent a Cat / Kiralık Kedi filminde, kalbindeki boşluğu doldurmak isteyenlere kedi kiralayan Sayoko ile tanıştırıyor izleyicileri…
Nehir kıyısı boyunca “rent-aaaaaaaaaa-neko, neko ..neko…/ kedi kiralıyorummmmm, kiralık kedi” diye dolaşan Sayoko, yalnız insanları kalplerini ısıtacak kedileriyle bir araya getiriyor…
Dünyanın bütün kediseverleri bu filmi mutlaka izlemeli !
Diğer Naoko Ogigami filmleri için lütfen tıklayın:
Kamome shokudô / Kamome Diner / Kamome Lokantası
Megane / Glasses / Gözlük
Toiretto / Toilet / Tuvalet

9 Ocak 2013 Çarşamba

Toiretto

Geç tanıştığım ama Kamome shokudô / Kamome Diner / Ruokala Lokki / Kamome Lokantası ve Megane / Glasses / Gözlük filmlerini peşpeşe izleyip, sevdiğim yönetmenler arasına usulca yerleştirdiğim Japon kadın yönetmen Naoko Ogigami, şuradan öğrendiğime göre, yazıp yönettiği, 2010 yapımı, Toiretto / Toilet / Tuvalet filmini iki sebep üzerinden gerçekleştirmeye karar vermiş. İlk sebep, Kamome shokudô filminin ekibinde yer alan Fin çalışma arkadaşının Japonya’ya kendisini ziyarete geldiğinde Japon usülü otomatik yıkayan ve kurutan tuvaletleri inanılmaz ilginç bularak etkilenmesi, ikinci sebep ise, California’da yaşayıp sinema eğitimi aldığı yıllarda, Japon-Amerikan melezi bir arkadaşının hakikaten hiç İngilizce bilmeyen büyükannesi ile konuşmadan çok yakın bir ilişkiye sahip olmasıymış.
Toiretto / Toilet / Tuvalet filminin her ne kadar adı itici geliyorsa da, filmi izlemeye başlayınca, anneleri öldükten sonra, Japon “baa-chan”’ları yani büyükanneleri ile yaşamak zorunda kalan, "baa-chan"'ları ile kültürel farklılıkları had safhadaki Torontolu her biri pek ayrı birey olan 3 kardeşin keyifli öykülerine dahil oluyorsunuz çabucak. Tek kelime İngilizce bilmeyen, dolayısıyla torunlarıyla hiç konuşmayan baa-chan ile ne birbirleriyle ne de başkalarıyla iletişim kurmayı başarabilen 3 kardeşin bir şekilde anlaşabiliyor olması, ilişkileri, tavırları sizi etkiliyor. Ortanca kardeşin, "Baa-chan"'nın tuvaletten her çıkışta derin iç çekmesinin nedenini sorgulaması filmi çok hoş noktalara taşıyor. Elbette şu ana dek izlediğim tüm Ogigami filmlerinde olduğu gibi yemek pişirmek ve yemek ayrı bir keyif. Bir de filmin içinden muhteşem kedi “Sensei” geçiyor.
Naoko Ogigami ‘nin göze, kalbe ve ruha dokunan, izleyeni rahatlatan sinemasını çok seviyorum.

Kişisel Müzem İçin Almanya’dan Düşülen Notlar

Kişisel müzem için tarihe İstanbul’dan gönderilen kartpostal, Hamburg ve Berlin’den ulaşan kartposttallarla zenginleşiyor. Saklanacak ve anımsanacak detaylarla güzelleşir hayat !

4 Ocak 2013 Cuma

Bazı yönetmenler izlenmek için
bekler bazı zamanları…

Tayfun Pirselimoğlu’nun ilk uzun metrajlı Hiçbiryerde filmini çok önceleri izlemiştim. Hüzünlü bir film Hiçbiryerde / In Nowhere Land. Ticari kaygıları olmayan bir yönetmen diye düşünmüştüm o zamanlar yönetmen Tayfun Pirselimoğlu için. Daha sonra başka hiç bir filmini izlemedim yönetmenin, ta ki “Ölüm ve Vicdan” üçlemesi filmlerini geçtiğimiz haftasonu peşisıra izleyene dek. 2007 yılında Rıza, 2009 yılında Pus / Haze ve 2010 yılında Saç / Hair filmleriyle tamamlanan üçlemesindeki her bir film, şu söyleşide , “Mutlu sonlara inanan biri değilim.” diyen Tayfun Pirselimoğlu’nun özetlediği gibi mutlu sonla bitmiyor ve bir şekilde hayatlarımızın çeşitli dönemlerinde sorgulanan, sorgulamak zorunda kalınan ölümü fazlasıyla düşündürtüyor izlerken ve izledikten sonra seyircisine. Rıza filmindeki kamyon şoförü Rıza, Pus filmindeki korsan DVD kopyalayıcısında çalışan Reşat ve Saç filmindeki peruk satıcısı Hamdi’nin tüm huzursuzluğu öyle ya da böyle izleyiciye de bulaşıyor. “Ölüm ve Vicdan” üçlemesini, yönetmenin filmlerini sonlandırmamasını ve tembel izleyiciyi tercih etmemesini çok sevdim. İster istemez filmleri izlerken her birinde bağlantılar, birbirinden izler arayıp durdum. Her üç filmdeki yanıp sönen küçük ampullere, Pus ve Saç filmlerindeki duvar halılarına, Rıza ve Saç filmlerindeki ölmüş kocaların halen ortalıktan kaldırılmayan ayakkabılarına, her bir filmde karakterlerin anlamsızca televizyon karşısında oturmasına (Rıza filminde, hiç adı geçmeyen ve sadece program olsun olmasın açık televizyonu izleyen yaşlı adam karakterini canlandıran kişi, yönetmenin bu filmini adamış olduğu babasıymış bu arada.), Pus ve Saç filmindeki evli çiftlerin hiç konuşmamasına, sıradan hayatların sıradışı hikayelerinin gözlerimden geçip gitmesine takıldım kaldım.
Rıza'daki Rıza
Pus'taki Reşat
Saç'taki Hamdi

Filmleri izledikten sonra ilginç sineması beraberinde çok yönlü bir sanatçı olan Tayfun Pirselimoğlu’nun kitaplarını da merak ettim doğrusu. Yönetmenin filmlerini kronolojik sırayla izledim ama kitaplarına son kitabından başlamak istedim ve Orson Welles’in kült karakteri Harry Lime üzerine yazmış olduğu öykülerin yer aldığı “Harry Lime’ın En Yeni Hayatları ya da Üçüncü Adam’a Övgü” kitabını sipariş verdim. Yönetmenin yeni filmi “Ben O Değilim” ile kitabını merakla bekliyorum.