30 Haziran 2010 Çarşamba

Sade Omlet ve Yanında Kızarmış Ekmek

Robert Eroica Dupea ve Garson KadınBob Rafelson’un, 1970 yapımı Five Easy Pieces / Beş Kolay Parça filmi başlıbaşına bir Jack Nicholson gösterisidir. Zengin, eğitimli, müzisyen bir aileden gelen Robert Eroica Dupea (Jack Nicholson), yaşantısından sıkılarak ailesini ve gelecek vaat eden piyano kariyerini terk etmiş, burjuvalıktan proleteryaya geçiş yaparak Güney Kaliforniya’da petrol kuyularında işçi olarak çalışmaya başlamıştır.

Babasının rahatsızlığı sebebiyle aile evine dönüş yolunda Robert Eroica Dupea (Jack Nicholson) ve restorandaki garson kadın (Lorna Thayer), sinema tarihinin en unutulmaz, artık klasikleşmiş yemek siparişi (ya da bir yemek nasıl sipariş edilemez) sahnelerinden birini gerçekleştirirler.

Dupea: I'd like a plain omelette, no potatoes, tomatoes instead, a cup of coffee, and wheat toast.
Waitress: (She points to the menu) No substitutions.
Dupea: What do you mean? You don't have any tomatoes?
Waitress: Only what's on the menu. You can have a number two - a plain omelette. It comes with cottage fries and rolls.
Dupea: Yeah, I know what it comes with. But it's not what I want.
Waitress: Well, I'll come back when you make up your mind.
Dupea: Wait a minute. I have made up my mind. I'd like a plain omelette, no potatoes on the plate, a cup of coffee, and a side order of wheat toast.
Waitress: I'm sorry, we don't have any side orders of toast...an English muffin or a coffee roll.
Dupea: What do you mean you don't make side orders of toast? You make sandwiches, don't you?
Waitress: Would you like to talk to the manager?
Dupea: ...You've got bread and a toaster of some kind?
Waitress: I don't make the rules.
Dupea: OK, I'll make it as easy for you as I can. I'd like an omelette, plain, and a chicken salad sandwich on wheat toast, no mayonnaise, no butter, no lettuce. And a cup of coffee.
Waitress: A number two, chicken sal san, hold the butter, the lettuce and the mayonnaise. And a cup of coffee. Anything else?
Dupea: Yeah. Now all you have to do is hold the chicken, bring me the toast, give me a check for the chicken salad sandwich, and you haven't broken any rules.
Waitress (spitefully): You want me to hold the chicken, huh?
Dupea: I want you to hold it between your knees.
Waitress (turning and telling him to look at the sign that says, "No Substitutions") Do you see that sign, sir? Yes, you'll all have to leave. I'm not taking any more of your smartness and sarcasm.
Dupea: You see this sign? (He sweeps all the water glasses and menus off the table.)

****************************************
Dupea: Sade omlet istiyorum, patates yerine domates...kızarmış ekmek ve bir fincan kahve.
Garson kadın: (menüyü işaret ederek) Değişiklik yapmıyoruz.
Dupea: Domatesiniz yok mu?
Garson kadın: Menüde yazanlar var. İki numara. Sade omletin yanında kızartma ve halka veriyoruz.
Dupea: Ne verdiğinizi biliyorum ama ben onlardan istemiyorum.
Garson kadın: Karar verdiğinizde yine gelirim.
Dupea: Bir dakika. Kararımı verdim. Sade omlet istiyorum, patates koymayın. Kahve ve yanında da kızarmış ekmek.
Garson kadın: Hiçbir şeyin yanında ekmek vermiyoruz. Size kek ya da kahveli halka vereyim.
Dupea: Ekmek vermiyor musunuz? Sandviç yapıyorsunuz, değil mi?
Garson kadın: Müdürle görüşmek ister misiniz?
Dupea: Ekmeğiniz ve bir tost makineniz vardır, değil mi?
Garson kadın: Kuralları ben koymuyorum.
Dupea: Pekala, elimden geldiğince işinizi kolaylaştıracağım. Sade omlet ve tost ekmeğine tavuklu sandviç istiyorum. Mayonez, tereyağ ya da marul istemiyorum, sadece bir fincan kahve.
Garson kadın: İki numara, tavuklu sandviç. Tereyağ, marul ve mayonez yok. Bir fincan kahve. Başka birşey ister misiniz?
Dupea: Evet, tavuk kalsın, ekmeğini getir...Hesaba sandviçi yaz ve öyle getir, böylece kuralları da çiğnemiş olmazsın.
Garson kadın: (Oldukça kinayeli bir şekilde)Tavuk kalsın, öyle mi?
Dupea: Bacaklarının arasında kalsın.
Garson kadın: (“Değişiklik yapılmaz” tabelasına dönerek ve göstererek) Şu levhayı görüyor musunuz, bayım? Hepiniz gidin. Size ve alaylarınıza daha fazla katlanmayacağım!
Dupea: (Masanın üzerindeki her şeyi eliyle süpürüp yere saçarak) Sen bu tabelayı görüyor musun?



Beyaz yakalılıktan mavi yakalılığa geçen eski burjuva yeni proleter Robert Eroica Dupea başka bir mavi yakalıyı ezmiş olur ama sonuçta restoranı terk edip arabaya döndüğünde dediği gibi istediği ekmeği de alamamış olur !

25 Haziran 2010 Cuma

“Duvara Karşı” bu kez opera uyarlamasıyla İstanbul’da

Ludger VollmerI. Uluslarası İstanbul Opera Festivali 2 – 23 Temmuz tarihleri arasında İstanbul’un birbirinden hoş mekanlarında gerçekleştirilecek. Fatih Akın’ın 2004 yılında Berlin Film Festivali`nde ``Altın Ayı`` ödülünü kazanan Gegen die Wand / Head-On / Duvara Karşı filminin Alman müzisyen Ludger Vollmer tarafından bestelenen operası da festivalin programında. Prömiyeri 28 Kasım 2008’de Bremen’de sahnelenen “Duvara Karşı” operasında diyalog ve aryalar hem Türkçe hem Almanca sahneleniyormuş. Bir röportajında, “Duvara Karşı” filminden çok etkilendiğini ve filmi izledikten sonra 2005 yılında İstanbul’a gittiğini belirten Vollmer, filmi görür görmez nasıl sahneleyeceğini düşündüğünü de eklemiş. Bestecinin insanın kendisini, kendi kimliğini arama macerası olarak nitelendirdiği “Duvara Karşı” operasının hem sinemaseverler hem de operaseverler için ilginç bir seçenek olacağını düşünüyorum.

24 Haziran 2010 Perşembe

Das Weisse Band - Eine Deutsche Kindergeschichte

Michael HanekeMichael Haneke, “Duygusal Buzlaşma” üçlemesiyle (bakınız ve başlıklara tıklayınız: Der Siebente Kontinent // Benny’nin Videosu // Tesadüfi bir Kronolojinin 71 Parçası ) ile kalbimi fetheden ve sevdiğim yönetmenler deyince hemen üst sıralarda aklıma gelendir.
Haneke’nin 2009 yapımı Palm d’Or / Altın Palmiye ödüllü Das Weisse Band - Eine Deutsche Kindergeschichte / The White Ribbon / Beyaz Bant filmi sizi gayet usul usul bir biçimde sarsıyor. Yönetmenin bir röportajında dediği gibi "Kötümser olanlar, eğlencelik filmleri yapanlar. İyimser kişi, insanları sarsıp kayıtsızlıktan kurtarmaya çalışır." Her Haneke filminde olduğu gibi Das Weisse Band filminde de oturduğunuz koltukta iyice rahatsız olup, bunalıp, daralıp, gerilip kayıtsız kalamıyorsunuz.Köy çocuklarıKöy çocuklarıSiyah-beyaz 144 dakika boyunca, I. Dünya Savaşı'nın hemen öncesinde Kuzey Almanya'da Protestan, sakin, kendi halinde bir köyde görevli bir öğretmenin ağzından “eine Deutsche kindergeschichte / bir Alman çocuk öyküsü” havasında geçmişe dönerek, o sessiz sakin köyde 1913 – 1914 yıllarında yaşanmış olan garip olayları izliyoruz.

“Sizlere anlatmak istediğim hikayenin tamamen doğru olup olmadığını bilmiyorum. Zaten bir kısmı da kulaktan dolma bilgiler. Üzerinden bunca yıl geçmesine karşın büyük bir kısmı belirsizliğini koruyor ve birçok soru da cevapsız kalmış durumda. Ama sanırım köyümüzde meydana gelen bu garip olayları anlatmak zorundayım. Anlatacaklarım belki de bu ülkede olmuş bazı şeyleri açıklığa kavuşturabilir.” diye başlayınca öğretmen, -hani filmin anlatmış olduğu yıllar tutsa- Adolf Hitler’in çocukluğunun geçtiği köyü mü izleyeceğiz acaba diye düşünmedim değil ! (Hemen bu noktada ilgilenebilecekler için Aytunç Altındal’ın “Bilinmeyen Hitler” kitabını salık vereceğim.) Elbette yıllar tutmuyor dolayısıyla Hitler’in çocukluğu değil izlediğimiz ama iktidara geldiğinden itibaren şekillenmeye başlayan, Hitler’in sorgusuz sualsiz nasyonel sosyalizmi, faşizmi kabullenen ve uygulayan Nazi subaylarının, ruhsuz ve donuk Nazi kadınlarının çocukluğunu izliyoruz.Papaz ve ailseiMartinPapaz ve oğlu MartinMasumiyetlerini hatırlamaları ve ona göre davranmaları için kendilerini düzeltene kadar köyün Papaz’ının yaşça diğerlerinden büyük iki çocuğu Klara ve Martin’in koluna taktığı beyaz banttan alıyor film ismini. Köydeki gündelik hayatlarında ensestten her türlü sözsel ve fiziksel eziyete, cezaya maruz kalan, katı, ağır, sonsuz bir disiplinle psikolojik baskı altında yetiştirilen bu köyün çocukları önce tepkilerini en yakında ezebileceklerine, üzebileceklerine gösteriyorlar. Ancak çok değil 20 – 25 yıl sonra da başkalarına bant takmaya başlıyorlar. Ve işte bu çocuklar ki, mantığımın bugün bile algılayamadığı bir biçimde, topyekun bir itaatle Nazi Almanyası’nın temellerini oluşturuyorlar.

Her zamanki gibi sebep öne sürmüyor ve çözüm önermiyor Michael Haneke. Size olayları sunuyor ve işin içinden çıkıyor. Hazmedip hazmetmemek size kalıyor !

23 Haziran 2010 Çarşamba

Factotum

Norveçli yönetmen Bent Hamer'ın memleketinden uzakta, Amerika’da çektiği, 2005 yapımı Factotum ya da Amerika’da tanınan ismiyle Factotum: A Man Who Performs Many Jobs / Herşeyi Yapan Adam filmi, Charles Bukowski’nin aynı adlı romanından ve bazı yazıları üzerinden Bent Hamer ve Jim Stark tarafından senaryolaştırılmış ve Matt Dillon’un hoş yorumuyla kült yazar Bukowski kadar kült bir film olmuş. İyi ki Charles Bukowski’nin hayatından bir kesiti Norveçli bir yönetmen yorumlamış diye düşündüm.“Hank” ChinaskiFilmin DVD’sinin yaklaşık yarım saatlik kamera arkası bölümünde Bent Hamer, daha önce izlediğim üç filmi (bakınız ve başlıklara tıklayınız: Sepet sepet yumurta/lar // ”Spanish City” // Mutfak Hikayeleri ) ile ilgili küçük bir özet vererek “şimdi Amerika’ya gidiyorum” diyor ve Factotum’un öyküsüne geçiyor.

“Factotum” sözcüğünün çözümlemesi kitabın arkasında şöyle yazılmış:
“Fac-totum: herşeyi yapan.
fac, yapmak anlamindaki facere'den.
totum, her şey, bütün anlamındaki totus'tan.
bir işte yapılması gereken tüm niteliksiz işleri yapan kişi, kâhya, ayakçı.”

İşte bu herşeyi yapan adamımız Henry “Hank” Chinaski, yazı yazmak dışında sınırsız bir sorumsuzluğa sahip. Devamlı içki, sigara tüketiyor, hiçbir işte barınamıyor, hiçbir şeyi umursamıyor, kadından kadına koşuyor. Tam bir maceracı! Tüm dağınıklığın ve vurdumduymazlığın içinde değişmeyen yazma tutkusu O’nu bir anlamda hayata bağlıyor. Yazılarını bıkmadan Black Sparrow Yayıncılığa (Charles Bukowski'nin kitaplarını basan yayınevi) gönderiyor "Hank" Chinaski ama bir türlü sonuç alamıyor. Yine de yılmıyor, yazar olmanın peşinde kararından dönmüyor.

Kim ne derse desin, bence Bent Hamer Amerika'da çektiği filmine çok hoş bir İskandinav tarzı yansıtmış. Çoğu Hollywood işi filmde gördüğümüz hani şu birbirinin aynı, düzenli aile hayatı, düzenli bir iş ve düzenli geliri temsil eden “Amerikan Rüyası”nı yadsıyan bir karakterin öyküsünü çok güzel yorumlamış yönetmen ve bence Matt Dillon da oldukça başarılı oynamış Charles Bukowski’yi ya da filmdeki adıyla Henry “Hank” Chinaski’yi. Kısaca, hayatı şiirsel olan adamın şiirsel filmi olmuş Factotum.
Kristin Asbjørnsen, “Slow Day” şarkısı ile Bukowski'ye güzel bir saygıduruşunda bulunmuş. Charles Bukowski’nin “Wind the Clock” şiirinden alıntılarla oluşturulan bu güzel şarkının sözleriyle noktalıyorum bugünü.

Slow Day
it's just a slow day moving into a slow night
it doesn't matter what you do
everything just stays the same.
the cats sleep it off, the dogs don't bark,
its just a slow day moving into a slow night.
there's nothing even dying,
it's just more waiting through a slow day moving
into a slow night.
you don't even hear the water running,
the walls just stand there and the doors don't open...

it's just more waiting through a slow day moving
into a slow night
like tomorrow's never going to come
and when it does
it'll be the same damn thing.

We Ain't Got No Money, Honey,
But We Got Rain

Bu sabah kalkar kalkmaz yağmur iniverdi tüm ihtişamıyla... Yağmur yağınca aklıma hep yağmurla ilgili dizeler gelir... Dün akşam izlediğim Norveçli yönetmen Bent Hamer'ın Factotum filminden olsa gerek bu sabah aklıma Charles Bukowski'nin dizeleri düşüyor...



We Ain't Got No Money, Honey, But We Got Rain

call it the greenhouse effect or whatever
but it just doesn't rain like it used to.
I particularly remember the rains of the
depression era.
there wasn't any money but there was
plenty of rain.
it wouldn't rain for just a night or
a day,
it would RAIN for 7 days and 7
nights

...

***********

Tamam Yavrum, Meteliğimiz Yok; Ama Yağmurumuz Var

sera etkisi deyin ne derseniz deyin
eskisi gibi yağmıyor işte yağmur.
özellikle büyük kriz zamanındaki
yağmurlar geliyor aklıma.
kuruş para yoktu ama bolbol
yağmur vardı.
öyle bir gece veya bir gün
değil,
7 gün ve 7 gece
YAĞARDI

...


Charles Bukowski
Çeviri: Cem Duran

22 Haziran 2010 Salı

Viaggio in Italia

1948 yılında Roberto Rossellini, oyuncu Ingrid Bergman’dan bir mektup alır.
Sayın Rossellini,
Roma, Città Aperta / Rome, Open City / Roma, Açık Şehir ve Paisà / Paisan / Hemşeri filmlerinizi izledim ve çok keyif aldım. İngilizceyi çok iyi bilen, Almancasını unutmamış, Fransızcası pek iyi anlaşılmayan ve İtalyanca sadece “seni seviyorum” diyebilen İsveçli bir oyuncuya ihtiyacınız varsa hemen gelip sizinle film çekmeye hazırım.
Ingrid Bergman
Sinema dünyasının büyük aşklarından biri bu mektupla başlamış olur.

Pedro Almodóvar'ın Los Abrazos Rotos / Broken Embraces / Kırık Kucaklaşmalar filminin içinden geçen filmlerden biri olan Roberto Rossellini’nin 1954 yapımı Viaggio in Italia / Journey to Italy / İtalya’da Yolculuk filmi , Rossellini’nin karısı Ingrid Bergman’ı oynattığı altı filmden biridir. [Diğerleri: Henüz evli değilken çektikleri Stromboli (1950), evlendikten sonra peşi sıra çekilen Europa '51 (1952), Siamo donne (1953), Giovanna d'Arco al rogo (1954), La Paura (1954)]Katherine ve Alex Joyce Napoli'ye giderken...Viaggio in Italia, huzursuz, aklı karışık ve de ketum İngiliz çift Katherine ve Alexander 'Alex' Joyce’un kendilerine miras kalan, Napoli'deki bir villayı satmak için İtalya'da yaptıkları yolculuğu anlatmaktadır. Çiftin ciddi iletişim sorunları var ve evlilikleri de koşar ayak boşanmaya doğru yolalmaktadır. Napoli’ye vardıklarında otelde kaldıkları ilk gece Alex ve Katherine, Capri adasında kalan bir İngiliz arkadaşlarıyla karşılaşır. Kendilerine amcalarından miras kalan villaya geçtiklerinde Katherine kendi başına etraftaki doğal güzellikleri ve müzeleri gezerken, Alex ise Capri adasındaki arkadaşlarına gitmeyi tercih eder.Birlikte ama yalnız !Öykü pek klasik, diyaloglar zaman zaman yersiz ve boş, filmin çoğunluğuna egemen Napoliten şarkılar ise pek sıkıcı. Üstelik film çekildiği zamanda İtalyanlar dahil kıyasıya eleştirilmiş olmasına rağmen ilişkileri tükenmekte olan bu çift ile Rossellini , sinema tarihinin sonradan başyapıtlarından biri olarak nitelendirilecek siyah beyaz bir film yaratmış. İtalya’nın turistik yerlerini de bol bol gördüğümüz filmde, Alex ve Katherine’in bireysel ve filmin sonuna doğru birlikte yaptıkları Pompei ziyareti ile hem İtalya’nın Campania bölgesindeki yolculuklarını hem de ilişkileri üzerinde kendi içsel yolculuklarını kendi adıma merakla izlediğimi söyleyebilirim. Çiftin çıkmazlarını film boyunca çok yerinde aktaran yönetmen, birisiyle birlikteyken de yalnız olunabileceğini ve en çok dokunanın da bu tür bir yalnızlık olduğunu gayet güzel anlatmış. Bu filmin çekilmesinden 57 yıl sonrasına yani günümüze dönersek şimdinin her anlamda daha modern zamanlarında, onca teknolojiye, iletişim bombardımanına, birlikteliklerimize rağmen zaman zaman hangimiz yapayalnız hissetmiyoruz ki ?

21 Haziran 2010 Pazartesi

“İnsan ancak kaybedebileceklerini sever ! “

Pazar akşamı yazevinden döner dönmez, izlemeyi bir türlü tamamlayamadığım ve bu yüzden tam bir yılan hikayesine dönüşen Andrey Arsenyeviç Tarkovski (Андрей Арсеньевич Тарковский)’nin 1972 yapımı Solyaris (Солярис) / Solaris filmini bitirebildim. Üstümden koca gezegen Solyaris’in yükü kalktı ! Kısaca mutluyum ! Kris ve HariSolyaris adlı gezegeni araştırmaya gitmiş olan astronotlar tuhaf şekilde davranmaya başlayınca ne olup bittiğini incelemek üzere uzay gemisine gönderilen psikolog Kris Kelvin’le birlikte gizemli bir yolculuğa çıkıyoruz filmde. Sularla kaplı Solyaris gezegeni, Dünya'dan gelenlerin bilinç ve bilinçaltında bir takım oyunlar oynuyor. Olmaz olmaz derler ya, incelenen Solyaris gezegeni kendisini inceleyenleri inceleyen oluyor, üstelik de en ince ayrıntılara dek ve doğrudan Dünya’dan gelenlerin bellekleri üzerinde odaklanıyor. Dünyadan gelen ziyaretçilerin belleklerini çözümlüyor, didikliyor, kurcalıyor. Kris Kelvin seneler önce intihar etmiş karısı Hari’yle karşılaşıyor uzay gemisinde ve gezegenin gizemine bırakıp kendini hayat, evren, aşk kavramlarıyla içsel bir yolculuğa çıkıyor. Kris Kelvin’in Solyaris’teki görevi kendisinin var olma amacına dönüşüyor. Asla izah edemeyeceğimiz ama deneyimleyebileceğimiz bir his olarak betimlenen aşk, filmden usuma şu sözlerle kazınıyor: “İnsan kaybedebileceklerini sever: Kendini, bir kadını (kadınlar açısından; bir erkeği), bir vatanı.”
Romanın sahibi Stanislaw Lem ama bence düşünen, düşündürten, gizemli gezegen Solyaris’i bu filmle ölümsüzleştiren Andrey Arsenyeviç Tarkovski (Андрей Арсеньевич Тарковский) olmuş.

Düşünüyorum...

İlhan Selçuk'u yitirdiğimizin haberini geçiyor ajanslar. "Düşünüyorum öyleyse vurun" demişti. Düşünceleri kaldı yadigar...

“Hiç Konuşmadan Anlaşabilir miyiz? “

Annemin yazevine eğer otobüsle gidiyorsak, (artık ezberlemiş bile olsam) yol boyunca geçilen köyleri, kasabaları, siteleri, ayçiçeği tarlalarını, zeytin ağaçlarını, kısaca salt dışarısını izlerim. Ya da kızımla birlikte yaptığımız Cumartesi günkü yolculuğumuza dek izlerdim ! Artık otobüs firmaları oldukça gelişmişler. Otobüs koltuklarının arkalarındaki bireysel ekranlarda belgeselden televizyon kanallarına, yabancı filmlerden yerli filmlere, müzikten bilgisayar oyunlarına dek geniş bir yelpazede kendinize uygun bir seçenek bulabiliyorsunuz. Kimseyi rahatsız etmeden kulaklıkla izleyip dinleyebiliyorsunuz ne seçtiyseniz. ("Yerli Film Drama" başlangıç ekranını ve seçtiğim filmi fotoğrafladım ekrandan elbette.)Seç bakalım dilediğini !Ekrandaki drama bölümünde dört yerli film seçeneğinden henüz izlemediğim ama merak ettiğim İlksen Başarır’ın 2009 yapımı Başka Dilde Aşk / Love in Another Language filminin olduğunu görünce oldukça sevindim.Başka Dilde AşkBaşka Dilde Aşk , yönetmen İlksen Başarır’ın ilk filmi. Senaryo kendisine ve filmdeki ana karakterlerden işitme engelli Onur’u canlandıran Mert Fırat’a ait. Günlük hayatımızın içerisinde pek fark etmiyoruz işitme engellileri, oysa ülkemizde işitme engellilerin sayısı yaklaşık üçbuçuk milyon civarındaymış. İşitme engelli Onur’un bir çağrı merkezinde çalışan Zeynep’e (Saadet Işıl Aksoy canlandırıyor bu rolü) aşık olması ve çağrı merkezi çalışanlarının sorunlarına işitme engelli biri olarak destek olmaya çalışması hayli ironik olmuş.Onur ve Zeynep konuşmadan anlaşabilecekler mi ?Konuşarak iletişemeyen insanlar arasında hiç konuşmadan anlaşmaya, işaret diliyle birbirlerini çözmeye çalışıyor Onur ve Zeynep. Konuşmayan bir erkek, Zeynep'in hayatının aşkı olacak mı diye merakla, hiç sıkılmadan izliyorsunuz bu samimi filmi. Barındırdığı pek çok hoş ayrıntıyla farklı bir aşk filmi olmuş bence Başka Dilde Aşk . Ayrıca içinden çok güzel dizeler geçiyor ve Louis Aragon’un filmin içinden geçen o güzel dizeleriyle noktalıyorum günce notlarımı.

….
Sana büyük bir sır söyleyeceğim
Korkuyorum senden
Korkuyorum yanın sıra gidenden
Pencerelere doğru akşam üzeri
El kol oynatışından, söylenmeyen sözlerden
Korkuyorum hızlı ve yavaş zamandan korkuyorum senden
Sana büyük bir sır söyleyeceğim
Kapat kapıları
Ölmek daha kolaydır sevmekten
Bundandır işte benim yaşamaya katlanmam
Sevgilim.

Louis Aragon

18 Haziran 2010 Cuma

Ah! Günebakan

Güzelim ayçiçekleri...Yarın sabah ayçiçek tarlalarının içinden geçerek denize kavuşacağız.
Kızımın annemin yazevindeki keyifli tatili başlıyor...

Solyaris (Солярис)

SolyarisOlmayınca olmuyor ! Sevdiğim ya da taptığım da diyebilirim Rus yönetmen Andrey Arsenyeviç Tarkovski (Андрей Арсеньевич Тарковский)’nin 1972'de çektiği Solyaris (Солярис) / Solaris filmini izlemeyi bir türlü tamamlayamıyorum… Hiç fark etmiyor… Stanislaw Lem’in aynı adlı bilim-kurgu romanından uyarlanan ister Tarkovski’nin orijinal filmi ister Steven Soderbergh’in bir nevi Tarkovski’ye saygıduruşu niyetinde yeniden yorumladığı 2002 yapımı Solaris filmi olsun, izlemeye başlayınca, sanki filmdeki gizemli gezegen "Solyaris" beni hipnotize etmeye başlıyor… Ansızın, elimde olmadan, ne kadar direnmeye çalışsam da uyku dünyasına yer değiştiriyorum. Nitekim (!), dün gece de aynısı oldu.

Hipnozdan sıyrılabilince bilim-kurgunun sonsuzluğunda Solyaris’in sonunu da getirebileceğim !

17 Haziran 2010 Perşembe

Süt Dönüşünce Peynire

Van otlu peyniriAyrı Birey AY Hanım ve arkadaşları "Koyu Mavi", "Kaz Dağları Perisi" ve de "Yaratıcı Elişi Perisi" bu öğlen geleneksel "Cadılar" buluşmasındaydılar !!! Bu kez kahvaltı sofralarımızı
"Yaratıcı Elişi Perisi"
'nin taa Van'dan getirdiği lezzetli otlu peynir şenlendirecek bir süreliğine.

Elbette klasik Cemal Süreya dizelerini yazmamazlık olmaz.
Kahvaltı

Yemek yemek üstüne ne düşünürsünüz bilmem
Ama kahvaltının mutlulukla bir ilgisi olmalı

Cemal Süreya

Yok Aslında Zeynep’ten Bir Farkımız !

Zeynep's Eight DaysYönetmen Cemal Şan’ın sinemasıyla ilk tanışmam oldu senaristliği ve yönetmenliğini üstlendiği 2007 yapımı Zeynep’in Sekiz Günü / Zeynep’s Eight Days filmi. Cemal Şan’ın kalp, ruh ve aklı temsil eden üçlemesinin kalbi temsil eden ilk halkası olmuş Zeynep’in sekiz günlük öyküsü. Ruhu ikinci film olan 2008 yapımı Dilber’in Sekiz Günü / Dilber’s Eight Days, aklı ise 2009 yapımı Ali’in Sekiz Günü / Ali’s Eight Days filmi temsil ediyor. Henüz ruh ve akıl halkalarını izlemedim.

Bir Pazartesi sabahı, saat 06:30’da saatin çalan alarmıyla başlar film. Alarmla uyanan Zeynep’in “renksiz” hayatının röntgencisi oluruz. Tuvalete gider Zeynep, dişini fırçalar, mutfağa geçer, iki yumurta kırar tavaya, tepsiye bir bardak su, ekmek ve tavadaki yumurtayı koyar, salona geçer, kahvaltısını bitirir, koyu renk etek bluzunu giyinir, evden çıkar, kapısının alt ve üst kilitlerini kilitler, asansör bozuk olduğu için merdivene yönelir, bir dolu kutu kutu daireden oluşan oturduğu bloktan çıkar, otobüs durağına gider, durakta her zamanki yerinde bekler, otobüs gelir, otobüse biner,her zamanki yerinde oturur, işe gider, monoton işini yapar, öğle arasında yemeğini yer, kimseyle konuşmaz işyerinde, akşam olur, işten çıkar, otobüse biner, markete gider, makarna alır, öğlen de makarna yemiş olmasına rağmen eve gidince yine makarna pişirir, televizyon karşısında kabak çekirdeği yer, yatar. Pazartesi biter. Aslında birbirinin aynısı olan, aynı düzende geçen tüm günleridir biten.

Film başlangıçta siyah beyazdır. Zeynep’in renksiz, çevresinden soyutlanmış, izole, asosyal dünyası siyah beyaz görüntülerle tekrarlanır. Salı sabahı yine saatin alarmıyla kalkar Zeynep, işe gider ama o gün işyerindeki bir kız arkadaşı gece Beyoğlu’nda bir barda kutlayacakları doğumgününe davet eder Zeynep’i…. Gitmemek için dirense de birden kendini barda buluverir. Kendi başına masada sessizce otururken, etrafına bile bakmazken, bardakileri coşturmayı kendine iş edinmiş, fırlama Ali’nin ilgisini çeker. Zeynep ve AliBirden “içimden geldiği gibi yapıyorum” diyen Ali’yle kendini dans pistinde bulur, içer, dans eder, tüm kontrolünü yitirir. Soyutlanmış kontrollü dünyası darmağan olur ama renklenir… Zeynep Ali’ye tutulur… Geceyi birlikte geçirirler. Çarşamba günü yani üçüncü sabah yine saat çalar, Zeynep kalkar, Ali’nin notunu bulur. O gece tekrar gelecektir Ali… Zeynep yemek hazırlar Babazula’ın müziği eşliğinde. Faklı bir elbise giyer. Bekler, bekler, bekler… Ali yok ortada elbette. Ne yapar Zeynep ?

Umutsuzca Ali’yi arar. Yok olan, giden, ellerinizden kayan, yitirilen en kıymetli olandır. Aranılandır, ulaşılmak istenendir. Zeynep’e “Bana aşka dair bir şey söyle” diye söylenildiğinde “Ali” der. Ali aşktır Zeynep için, ciddi bir tutkudur. Renksiz hayatına renk, çölüne yağan yağmurdur. Zeynep’in yolculuğudur Ali.

Hüsn ü aşktır, kavuşsa da kavuşmasa da…

Cemal Şan’ın anlatımı inanılmaz yalın, Zeynep’i canlandıran Fadik Sevin Atasoy’un oyunculuğu öylesine dokunaklı ki, üçlemenin kalp halkası doğrudan kalbimi vuruyor. Son karedeki Zeynep’in yüzü usumda uzun bir süre asılı kalıyor.
Baba Zula'nın Bir Sana Bir Bana şarkısı muhteşem bu arada!

15 Haziran 2010 Salı

Görmediğim Bir Kenti Sevemem !

New York, New York
“Cities of Love / Aşk Şehirleri” serisinin ilk filmi olan 2006 yapımı Paris, Je T'aime / Paris, Seni Seviyorum filminden sonra ikinci aşk şehri New York olmuş. 2009 yapımı New York, I Love You / New York, Seni Seviyorum filmi de tıpkı serinin ilk filmi gibi bir dolu aşk öyküsünden oluşan kısa filmler antolojisi. Paris, Je T'aime filminden farkı New York, I Love You filminde öykülerdeki karakterlerin diğer öykülere de karışması. Daha girift bir film olmuş bu anlamda bu film. “Cities of Love / Aşk Şehirleri” serisinin yeni filmi için seçilen yeni şehir New York, I Love You filminin sonunda yazıldığına göre Çin’in pırıltılı şehri Şangay olacakmış. Ama hemen belirteyim, “Cities of Love / Aşk Şehirleri” linkinde sıradaki şehir Rio olarak gözüküyor. (Rio, Eu Te Amo)

Uzun uzun filmdeki kısa filmlerden bahsetmeyeceğim. Paris, Je T'aime / Paris, Seni Seviyorum filminde “Faubourg Saint-Denis” bölümünde oynayan Natalie Portman New York, I Love You filminde hem hoş bir bölümde oynuyor hem de hoş bir öykünün yönetmeni olarak karşımızda. New York, I Love You filminde yer alan yönetmenlerden birisinin Fatih Akın olduğunu da hemen belirteyim. Uğur Yücel’in portresini çizmek istediği Çinli kızı önce soya sosuyla bir parça peçeteye resmetmesi oldukça hoştu. İlhan Erşahin’in saksofon tınılarını duymak da ayrı bir keyif veriyor bu bölümde.
“Ay’dan İzlenimler”’i hasbelkader izleyenler bilirler, içinden filmler geçen filmleri severim. Bu filmin içinden geçen film sadece sözlü olarak var. “Bertolucci filmlerindeymiş gibi hissettim” diyen karakter Bernardo Bertolucci’nin 1972 yapımı Ultimo tango a Parigi / Le dernier Tango à Paris / Paris’te Son Tango filmine gönderme yapıyordu. Hem ilgili kısa film Paris’te Son Tango ile çok benzer konuda hem de doğrudan serinin ilk filmi Paris’le bir bağlantı kuruluyor.Uğur Yücel New York'ta taksideyken...Kısa ve geçişli filmlerdeki karakterler bir yana bir diğer ana karakter de New York’un taksileri… New York deyince nedense benim de ilk aklıma taksiler geliyor. Filmin girişinden başlayarak pek çok öyküde ve geçişlerde taksileri görmeyi zaman zaman yersiz hatta komik bulmakla birlikte tüm filmi bunalmadan izledim diyebilirim. Fatih Akın’ın çektiği, Uğur Yücel’in yer aldığı filmde taksi şoförünün kendisine “Buraya geldiğinizde siz de New York'un mümkün olan her şeyin başkenti olduğunu düşünmediniz mi ?” diye yönelttiği soruya “Belki bir süreliğine” yanıtı da hem gülümsetiyor hem düşündürtüyor.

Sahi, sizin her şeyin mümkün olduğu başkentiniz neresi ?

14 Haziran 2010 Pazartesi

Paha Maa

Aku Louhimies'in 2005 yapımı Paha Maa / Frozen Land / Buz Diyarı filmi ” “Ak Zambaklar Ülkesi” Finlandiya’nın başkentinde “kelebek etkisi” sistematiğinde gelişen ilişkiler, olaylar sarmalını izleyiciye aktaran bir film. Filmin İngilizce adı “Frozen Land” olarak tanıtılmış ama Fince “paha”nın karşılığı kötü (ya da kötülük), sorun, maraz gibi bir şey demek. Filmin Türkçe ismini “Buz Diyarı” olarak yakıştırmışlar ama illaki İngilizce adından bir çeviri yapacaksak “Donuk Ülke” demeyi daha uygun buluyorum. Donuk ÜlkeFilmin senaristlerinden Paavo Westerberg filmde aslında kendisi için yazmadığı ikincil karakterlerden birini de canlandırmış. Paavo Westerberg filmin DVD’sinin özel seçeneklerinde, senaryoyu Leo Tolstoy’un Фальшивый купон (Fal'shivyi kupon) / The Forged Coupon (ya da The False Coupon) / Sahte Kupon isimli öyküsünden esinlenerek oluşturduklarını belirtiyor ve bir diğer etkilendikleri eserin Eppu Normaali’nin Murheellisten Laulujen Maa / The Land of Mournful Songs / Hüzünlü Şarkılar Diyarı isimli şarkısı olduğunu da ekliyor. “Bu soğuk kuzey ülkesinde salt masum olarak doğdu” sözleriyle başlıyor şarkı, şarkının ilk cümlesiyle açılıyor film… Oldukça yalın ama vurucu sistem eleştirisiyle sizi bir bakıma ekrana kilitliyor Paha Maa. Bütün tersliklerin, kötülüklerin birbirini tetiklemesinin sahte bir 500.- Euro üzerinden zincirleme aktarımı, bir karakterin yaptığı bir eylemin ilintili olmadığı bir başka bireyi nasıl etkileyebildiğini, sıkmadan, boğmadan iki saati biraz aşkın bir sürede akıp giderek anlatıyor.Paha Maa´dan bazı kareler... Tolstoy’un dediği gibi insanlar kendi cehennemleriyle yaşıyorlar; öyle ya da böyle… Ancak yine de filmde tüm zincirleme sorunların kaynağı olan ama olaylardan diğer karakterlerle kıyaslandığında neredeyse hiç bir kötü etki almadan sıyrılan (adalet yerini bulmadığı için senaryoyu eleştirdiğimi de ayrıca belirteyim bu noktada) Niko karakterinin bir nebze umut dolu sözleriyle sonlandırmak istiyorum notlarımı:
”Ben kimim ? Neden burada dünyaya geldim ? Bu hayat Cehennem'i aratmıyorsa, o zaman onu yaşamanın ne anlamı var? Ama sonunda her şeyin hepimiz için en iyi şekilde gelişeceğine inanmak zorundayız. Aksi halde, her şey anlamsız...”

Bu arada, Ural-Altay dil grubundan yakın olduğumuz Finlandiya'nın merak ettiğim ülkelerden biri olduğunu da belirterek Fin filmlerinde Türkiye’den izler bulmanın hoş bir süpriz olduğunu da yazmadan duramayacağım.Gayri nizami de olsa ağaçta bir Türk Bayrağı var! Bu filmde de süslenmiş yılbaşı ağacının görüntülendiği sahnede ağaç üzerindeki bayraklar arasında Fin Bayrağı’na en yakın bayrağın Türk Bayrağı olduğunu gözlemlemek ayrıca hoştu.
Filmin DVD'sinde yarım saate yakın "silinmiş sahneler" ve bir o kadar süre daha alan "kamera arkası" da rahatlıkla izlenebiliyor.
Sevdiğim Fin yönetmenler Aki Kaurismäki ve kardeşi Mika Kaurismäki’den sonra, ilgimi çeken Fin yönetmenler arasına Aku Louhimies’in de katıldığını ekleyerek noktalıyorum bu filme dair izlenimlerimi.

8 Haziran 2010 Salı

Stalingrad

Stephen Daldry'in 2008 yapımı The Reader / Der Vorleser / Okuyucu filmini izledikten sonra yazdığım girdide, “II. Dünya Savaşı üzerine, Alman bakış açısından, özellikle Das Boot / The Boat / Denizaltı ve Stalingrad'ın müthiş filmler olduğunu düşünüyorum.” demiştim. Haftasonundaki sinema şölenimizde, yeniden izlemeyi tercih ettiğimiz Stalingrad, Avrupa’dan Rusya’ya sevk edilen, bir grup Alman askerinin öyküsünde, savaşın acımasızlığını ve soğukluğunu ama aynı zamanda savaşanların (hem Alman, hem de Ruslar açısından) duygusallığını ve sıcaklığını anlatıyor. Stalingrad ki artık adı Volgograd olan kent, Volga Nehri’nin batı yakasında kurulu bir Rus kenti. II. Dünya Savaşı’nda Alman Ordusu tarafından kuşatma altında tutulan Stalingrad, Sovyet Orduları'na kaynakların ulaştırıldığı geçiş noktasıydı. II. Dünya Savaşı'nın dönüm noktalarından biri olan Stalingrad’da Nazi Almanyası'nın 6. Ordusu kuşatılarak, büyük bir çoğunluğu yok edilmiş... Rusya’nın tümünü çok kısa sürede işgal edeceklerine inanan Alman askerleri, tam anlamıyla bozguna uğratılmışlardır. Adolf Hitler’in, Rusya’nın dondurucu soğuğuna Alman askerlerini neredeyse yazlık giysilerle ve botlarla göndermesi de ayrıca takdire şayandır !!!StalingradJoseph Vilsmaier’in 1992 / 1993 yapımı Stalingrad filmi şu açıklamayla başlar: “1942 yaz sonu. II. Dünya Savaşı, 4. yılına giriyor. Hitler'in orduları neredeyse Avrupa'nın tamamını ve Kuzey Afrika'nın bazı noktalarını işgal altında tutuyor. Rusya'da 2. Büyük Yaz Taarruzu devam ediyor. Hedefi: Hazar Denizi ve Kafkasya'daki petrol sahaları. Orgeneral Paulus (Friedrich Paulus) emrindeki 6. Ordu, Volga Nehri kıyısında kurulmuş olan ve yüzyılın en vahşi savaşının yapılacağı şehre doğru hızla ilerliyor: Stalingrad...” Filmde iki saati aşkın sürede, Kuzey Afrika’daki muharebelerden sonra, dinlenmek üzere İtalya’da konuçlandırılan bir Alman hücum istihkam taburunun Stalingrad’a gönderilmesi ve burada Teğmen Hans von Witzland ile bir avuç kalan adamının (Ön plandakiler: Fritz Reiser, ‘Rollo’ Rohleder, ‘GeGe’ Müller, daha sonra kendilerine katılan Otto...) yaşadıkları bize gösterilir... Bu bir avuç Alman askeri, savaşta ne kadar olunabiliniyorsa, o denli insancıl yaklaşımlarıyla (Fritz’in ateşkes esnasında bir Rus askeriyle yiyeceğini paylaşması gibi ya da kurşuna dizilecek Rus çocuk Kolya’yı kurtarabilmek için en azından gayret sarfetmeleri gibi), Alman askerlerinin üzerine yapışmış “Nazi” imajını da yıkıp yok etmek istercesine filmi bize izletir. "Ben Nazi değilim" diyen subaya "Siz daha kötüsünüz, sizi rezil subay takımı!" der Otto: "Yapılanlara dahil oldunuz, oysa başınızda kimin olduğunu çok iyi biliyordunuz." Başlarındaki Adolf Hitler bir adım bile geri çekilemeyeceklerini emretmiştir rütbeli subaylarına. Ne pahasına olursa olsun savaşılacaktır, savaşılır ! Kar soğuğunun ne olduğunu iliklerinize kadar hissettirir film. Elbette savaşın anlamsızlığını ve acımasızlığını da… Filmden ilginç bir sahne de şöyle: Açlıktan, hastalık ve soğuktan kırılan geri çekilen ordu artığı askerlere bir Alman uçağı paraşütle bir kutu bırakır. Kutunun içinden yüzlerce madalya ve azıcık çikolata çıkar. Bir de not vardır "Hitler'den sevgilerle!" diye...! Daha fazla "spoiler" yapmadan filmin şu sözlerle ekranı karartarak bittiğini yazayım: “Stalingrad Savaşı’nda 1 milyondan fazla insan düştü, dondu, açlıktan öldü: Rus, Romen, İtalyan, Macar, Alman, Avusturyalı... Kuşatılan 6. Ordu'ya mensup 260.000 kişiden 91.000'i esir alındı. Bunların sadece 6.000’i yıllar sonra vatanlarına geri dönebildi.” Mutlu bir son veya azıcık bir umut bile yok bu filmde.

7 Haziran 2010 Pazartesi

Entre Les Murs

Tam anlamıyla sinema şöleni tadında bir haftasonu geçirdik diyebilirim.
Entre Les MursCumartesi gecesi izlediğimiz film kızımın seçtiği ve babasına erken bir "Babalar Günü" armağanı olarak verdiği Laurent Cantet'in 2008 yapımı Entre Les Murs / The Class / Sınıf filmiydi. Film edebiyat öğretmeni François Bégaudeau'nın kendi yaşam öyküsünü yazıya döktüğü kitabından uyarlanmış. Üstelik filmdeki ana karakter Fransızca öğretmeni François Marin'i de canlandıran kişi olmuş François Bégaudeau. Cannes 2008'de Nuri Bilge Ceylan Üç Maymun / Three Monkeys / Les Trois Singes filmi ile "En İyi Yönetmen" ödülünü alırken, Laurent Cantet'in Entre Les Murs / The Class / Sınıf filmi "Altın Palmiye"yi kazanmıştı. Cantet ödülü alırken çektiği filmle Fransız toplumundaki çeşitliliği, zenginliği ve karmaşayı göstermek isterdiğini ve bazı çelişkileri açığa vurmaktan kaçınmadığını belirtmişti.François Marin ve öğrencileriParis'in kenar mahallelerinden birinde yer alan bir okulda, yaşları 14 - 15 olan farklı farklı etnik kökenli öğrencilerin oluşturduğu bir sınıfın hem Fransızca hem de sınıf öğretmenliğini yapan François Marin'le bir öğretim yılı boyunca sınıf duvarlarının arasına giriyoruz filmde. Öğretmenleri François Marin'le kurdukları iletişim üzerinden, senaryodaki diyaloglara bağlı ama çoklukla doğaçlama yoluyla yeniyetme 25 öğrencinin (Burak isminde bir Türk öğrenci de var sınıfta) neler yaşadıklarını izliyoruz. Fransız eğitim sistemini klişelere sapmadan, yalın bir biçimde sessizce eleştiren bir film "Entre Les Murs". Sınıftaki dört duvarın arasında birbirinden farklı sınıf, kültür ve ırktan yirmibeş öğrencisiyle biraz daha nitelikli iletişim kurabilmek için otobiyografilerini yazmalarını istiyor François Marin. (Duvarlar sadece binalardaki duvarlar değil elbette. Öğrencilerle öğretmenler arasında, öğrencilerle öğrenciler arasında, öğrencilerle aileleri arasında.) Okula gidiş ve dönüşünü izlediğimiz, sınıf dışında zaman zaman da öğretmenler odasındaki konuşmalarına tanık olduğumuz ama okul dışındaki yaşamı ile ilgili hiçbir bilgi edinemediğimiz öğretmenin bu isteği ile hiç olmazsa bir nebze olsun çocukların okul dışında neler yaptıklarını, nelerden hoşlandıklarını, hayallerini, geleceğe dönük planlarını öğrenebiliyoruz. Uzun uzun filmde neler olup bitiyor bahsetmek istemiyorum ama kısaca filmi oldukça sevdiğimi, sürekli konuşulduğu halde (Çoğunluğu Fransızcayı iyi konuşamayan ve farklı etnik kökenlerden gelen yeniyetmelerin konuşmasını hayal edin bu noktada) bu durumun beni fazla rahatsız etmediğini ve hatta filmde müziğin olmamasının bile bir eksiklik olmadığını söyleyebilirim. Yaz tatilinden önce okulun son günü François öğrencilerine öğretim yılı boyunca ne öğrendiklerini sorduğunda farklı farklı yanıtlar alıyor. Öğrenciler kendi düşüncelerini, yorumlarını katarak neler öğrendiklerini anlatıyorlar. Örneğin Türk öğrenci Burak ilgisini en çok volkanlar, depremler, yerkabuğu katmanlarında meydana gelen uzaklaşma - yakınlaşma hareketlerinin çektiğini söylüyor. (Deprem kuşağında yaşayan bir ülkenin gurbetçi çocuğundan isabetli bir yaklaşım olmuş bu durum.) Filmin en vurucu noktası ise, François Marin'in bu yıl ne öğrendiniz sorusuna sınıfın en sessiz sedasız kız öğrencilerinden birinin, sınıftan herkes çıkıp gittikten sonra yavaşça öğretmenin yanına gelip "Ben hiçbir şey öğrenmedim." diyerek yanıtlaması. "Nasıl yani?" deyip François öğrencisinin söylediğini şaşkınlıkla karşılıyor. "Sen de onlar (diğer öğrencileri kastediyor) kadar öğrendin" diye ekliyor sonra. Ancak kız öğrenci üsteliyor; "Ne yapmamız gerektiğini anlayamıyorum !" Boğazınıza takılan bir yutkunma, midenize inen bir yumruk misali güzel bir vuruş, güzel bir son !!!Entre Les MursMütemadiyen değişen, dönüşen, bir türlü oturtulamayan eğitim sistemimize bakarsak; siz ne yapmak istediklerini, ne yaptırtmak istediklerini anlayabiliyor musunuz ?

Denendi...

Bir önceki girdide Pardus 2009.1 üzerine güncelleme yaparak 2009.2'ye geçilebileceğini düşündüğümü ama henüz denemediğimi belirtmiştim. Denedim ve sorunsuzca güncelleme yapıldı.
Paket Yöneticisi üzerinden kapsamlı güncellemeler yapılmaya çalışıldığında, bazen sorunlar çıkabileceğini önceki deneyimlerimden bildiğim için, bu kez, "konsole" üzerinden "su" komutu ile "root" oldum. Görünmez "root" şifresini girdikten sonra "pisi up" komutunu girdim ve biraz beklemeden sonra, bağımlı paketler olduğu bildirilince ve onay istenince kısaca "evet" deyip geçtim... Bunun üzerine güncelleme yapılacak paketler ve bağımlıları indirildi. İndirme bitince, kuruluma geçildi. Bazı özel ayarlarım bozulur gibi olduysa da, güncelleme sonrası yeniden bilgisayarı başlatınca bir bozulma olmadığı görüldü... Bir-iki masaüstü kısayolun adresi değiştiğinden, bunları yeniden oluşturmak dışında, "angarya" bir durum da hasıl olmadı!
Şu an "Geronticus eremita" üzerinden bu girdiyi yazarken, az önce çektiğim iki masaüstü ekran görüntüsünün resmini de yüklüyorum...
Kod adı : Kelaynak
Gene de meraklısına "temiz kurulum"´un daha iyi bir seçenek olduğunu belirtmeliyim.
`Geronticus eremita´ masaüstü ekran görüntüm...

4 Haziran 2010 Cuma

GERONTICUS EREMITA

Kelaynak
Dün GNU / LINUX dünyasının Türkiye'deki en iyi temsilcisi Pardus'un 2009.2 yani "Kelaynak" sürümü kullanıma açıldı.
"Kurulan CD" olarak bir normal ve bir de uluslararası sürüm var.
Ayrıca "Çalışan CD" de unutulmamış. Şu anda 2009.1 sürümü kullananların güncelleme yaparak yeni pisi paketleri kurup 2009.2'ye yükseltme yapabileceklerini sanıyorum (henüz denemedim).

Aşağıda http://www.ozgurlukicin.com´dan alınma, konuyla ilgili bir duyuru var... Tüm Pardus dostlarına duyurulur!

I Love Pardus!!!
Daha detaylı bilgiyi http://www.pardus.org.tr ve http://www.ozgurlukicin.com´dan edinebilirsiniz.
Aklıma gelmişken, Darphane tarafından üretilmiş "Kelaynak" konulu 1995 basımı ve "Korunan Doğa" serisinin ilk parası olan, gümüş bir hatıra paranın da olduğunu belirteyim!
1995 Korunan Doğa Serisi No.:1 Kelaynak Gümüş Hatıra Parası

"Pardus 2009.2 Duyuruldu!TÜBİTAK UEKAE bünyesinde geliştirilen ulusal işletim sistemi Pardus'un "Geronticus eremita" yani "Kelaynak" ismini verdiği yeni Pardus 2009.2 sürümü sunuculardaki yerini aldı.

Açık kaynak dünyasının ülkemizdeki en önemli temsilcisi Pardus'un yeni sürümü çok özel bir isimle kullanıma sunuldu. Pardus 2009.2, Latince ismi Geronticus eremita olan Kelaynak kod adıyla sunuculara ulaştı. Pardus böylelikle, türü kritik tehlike sınırında olan Kelaynaklara bir gönderme yapıyor.

Pardus 2009.2 Geronticus eremita, kullanıcılara çok daha kararlı ve yüksek performansa sahip bir sistem sunuyor. Yeni sürüm, diğer tüm sürümlerde olduğu gibi kullanıcılara kolay kullanılabilen, hızlı, güvenli bir masaüstü ortamı ve binlerce özgür yazılım sağlıyor. Pardus 2009.2 Geronticus eremita ile beraber en son KDE kararlı sürümü, gelişmiş sürücü desteği, çok daha büyük yazılım deposu ile geliyor.

Pardus 2009.2 Geronticus eremita birçok yeni özelliğe sahip. KDE 4.4.4, Linux kernel 2.6.31.13, OpenOffice.Org Ofis Araç Seti 3.2.1.3, Mozilla Firefox 3.6.3, Gimp 2.6.8, Python 2.6.5, Qt 4.6.2, Thunderbird 3.0.4 depodaki yazılımların sadece birkaçı. Ayrıca bu sürüm ile birlikte birden çok dil destekli uluslararası sürüm DVD olarak geliyor. Türkçe desteğinin yanı sıra daha fazla yazılım eklenen görüntü yaklaşık 1 GB boyutu ile ister DVD'ye, ister USB disk gibi araçlara yazılarak kullanılabiliyor.


Kurulum Gereksinimleri

Pardus'u x86 uyumlu ortalama bir donanımda çalıştırabilirsiniz. Yüksek performans için en az 512 MB RAM (bellek) ve 1400 MHz işlemci öneriyoruz. Pardus 2009.2 için asgari ve tavsiye edilen donanım gereksinimleri aşağıdadır:

* 256 MB bellek (1GB ve üzeri tavsiye edilir)
* 450 MHz Intel ya da AMD işlemci (1000 MHz ve üstü tavsiye edilir)
* En az 4 GB boş disk alanı (10 GB tavsiye edilir)


KDE 4.4 Masaüstü Ortamı

Öntanımlı masaüstü ortamı KDE 4.4.4 sürümüne güncellendi. Pardus depolarındaki tüm KDE programları KDE 4 sürümlerine güncellendi. Yeni KDE ile birlikte kullanıcılar masaüstü kipleri olan Öntanımlı Kip, Eski KDE Kipi ve yeni Netbook Kipi, küçük ekranlar için optimize edilmiş görünüm, arasında seçim yapabilecekler.

Pardus ekibi, ekran parlaklığı ve ses seviyesi değişikliklerini masaüstü temasına uygun ve şık bir şekilde görüntüleyen KOsd yazılımını yeni KDE sürümüne dahil etti.

Yeni sürüm KDE ile Pardus kullanıcılarına yepyeni bir masaüstü tecrübesi sunuyor. Her bileşenin masaüstünde herhangi bir yere konumlanabildiği ve özelleştirilebildiği Plasmoid teknolojisi, masaüstü ile tam uyumlu Strigi masaüstü arama teknolojisi, masaüstü ortamı ile bütünleşik masaüstü efektleri, uzaktan erişim vb.pek çok özellik içeren yeni nesil dosya yöneticisi Dolphin, kullanıcılarımızı bekleyen yeniliklerden sadece birkaçı.

Bu sürüm, her zaman olduğu gibi Pardus web sitesinden indirilebiliyor.


Özgür yazılım gibi çoğalacak Kelaynaklar için

Yeni Pardus 2009.2 Geronticus eremita sürümünün üstünlüklerini, yok olmak üzere olan bir tür ismiyle sunmalarının özel bir anlamı olduğunu belirten Pardus Sürüm Yöneticisi Onur KÜÇÜK şunları söyledi:

"Geliştirdiğimiz sürümlerle ülkemizde açık kaynak ve özgür yazılımın temsilciliğini üstlenirken, bu alanın gelişmesine destek olmayı, daha fazla kullanıcının açık kaynak dünyasının sunduğu fırsat ve kolaylıklarla tanışmasını sağlamayı amaçlıyoruz. Yeni sürümümüz Pardus 2009.2 Geronticus eremita da sunduğu üstün özelliklerle bu amacımıza ulaşmamız açısından önem taşıyor. Yeni sürümümüze Geronticus eremita, bir başka deyişle Kelaynak ismini verdik. Sahip olduğu tüm güzelliklere, hatta bazı yörelerde kutsal olarak kabul edilmesine karşın, yok olma tehdidi ile karşı karşıya olan, çoğalmasının hayati önem taşıdığı bir tür ismi Pardus için çok anlamlı. Bu girişimimizin kelaynakların korunmasına ve çoğalmaları için yürütülen çalışmalara katkı sağlamasını umuyoruz."


Güzel ve zarif bir kuş: Kelaynak

Pardus 2009.2 Geronticus eremita Mısır hiyerogliflerinde de yer alan ve yüceltilen kelaynakların, tüysüz kırmızı bir yüz ve kafaları ile uzun kıvrık kırmızı bir gagaları bulunuyor. Başlarında tüy olmaması nedeniyle kelaynaklara bu ad veriliyor.

Eski el yazma belgelerden, kelaynakların Avrupa'da 1504 yılından itibaren yaşadıkları biliniyor. Dünyada sadece Türkiye'de Urfa'nın ilçesi Birecik'te ve Fas'ta koruma altında az sayıda yaşamını sürdürüyor. Bu tür resmi olarak kritik tehlike sınırında bulunuyor. Yaşayabilecekleri yerler Fas, Türkiye ve Suriye'den oluşuyor. Dünyada sadece yaklaşık 500 kelaynak bulunuyor.

Kelaynakların yok olmasının birçok nedeni var. Bunların başında avcılık geliyor. Beslenme alanlarının çeşitli nedenlerle kaybı da bu nedenler arasında yer alıyor. 1950 yılında çekirge salgınına karşı yapılan DDT ilaçlaması Birecik'teki kelaynakların hızla yok olmasına neden oldu. Kurtulanlar ise ilacın etkisi ile birkaç yıl yumurta vermedi.

Çevre ve Orman Bakanlığı ile Doğa Derneği tarafından Kelaynaklarla ilgili eğitim projesi uygulanıyor. Projeyle, kelaynakların tanıtımına katkı sağlamak ve bölgeye daha çok ziyaretçinin gelmesi hedefleniyor. Ülkemizde 1977 yılında göçe gidenlerin dönüşüyle birlikte, tekrar doğaya bırakılarak yarı vahşi olarak varlıklarını sürdürmeleri amacıyla Orman Genel Müdürlüğü tarafından kurulan "Kelaynak Üretme İstasyonu" da bulunuyor. Yöresel olarak "Kelaynaklar" olarak adlandırılan Kelaynak kuşları Bireciklilerce kutsal sayılıyor.
"

3 Haziran 2010 Perşembe

47 yıl önce bugündü Nazım Hikmet bu dünyadan göçüp gittiğinde

Nazım Hikmet Ran

Yaşamaya Dair

1

Yaşamak şakaya gelmez,
büyük bir ciddiyetle yaşayacaksın
bir sincap gibi meselâ,
yani, yaşamanın dışında ve ötesinde hiçbir şey beklemeden,
yani, bütün işin gücün yaşamak olacak.

Yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani, o derecede, öylesine ki,
meselâ, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda,
yahut, kocaman gözlüklerin,
beyaz gömleğinle bir laboratuvarda
insanlar için ölebileceksin,
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
hem de en güzel, en gerçek şeyin
yaşamak olduğunu bildiğin halde.

Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,
yetmişinde bile, meselâ, zeytin dikeceksin,
hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,
ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,
yaşamak, yani ağır bastığından.


*1947*

Nazım Hikmet Ran
(20 Kasım 1901 - 3 Haziran 1963)


************************************

On Living

1

Living is no laughing matter :
you must live with great seriousness
like a squirrel, for example -
I mean without looking for something beyond and above living,
I mean living must be your whole occupation.

Living is no laughing matter :
you must take it seriously,
so much so and to such a degree
that, for example, your hands tied behind your back,
your back to the wall,
or else in a laboratory,
in your white coat and safety glasses,
you can die for people -
even for people whose faces you have never seen,
even though you know living
is the most real, the most beautiful thing.

I mean, you must take living so seriously
that even at seventy, for example, you'll plant olive trees -
and not for your children, either
but because although you fear death you don't believe it,
because living, I mean, weighs heavier.


*1947*

Nazım Hikmet Ran
(November 20, 1901 - June 3, 1963)
Translation / Çeviri: Randy Blasing & Mutlu Konuk

1 Haziran 2010 Salı

...

"Dün, insanlık Akdeniz’in uluslararası sularında boğulmuştur."
(Yesterday, humanity drowned in the international waters of the Mediterranean.)

Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanı Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu.