30 Temmuz 2010 Cuma

Besieged

Bernardo Bertolucci’nin politik sinemasının iki dev yapıtı Novecento / 1900 ile Il Conformista / Konformist (Düzen Adamı) filmlerini “AY’dan İzlenimler”’e konuk etmiştim. Bertolucci'nin öyle ya da böyle salt aşkla ilintili filmlerinden ise nedense hiç bahsetmemişim. Sanırım bunun sebebi Bertolucci’nin politik sinemasını daha çok seviyor olmam. Ama bu kez DVD’si çıkar çıkmaz aldığım, Betolucci’nin deyimiyle “aşk ama daha çok aşkın kanıtları üzerine bir film” olarak nitelendirdiği 1998 yapımı Besieged / Teslimiyet (Teslimiyet diye çevrilmiş Türkçeye ama bence “Kuşatma” adı daha çok yakışıyor filme) filmini günceme konuk etmek istiyorum.Kinsky ve Shandurai1998 yapımı Besieged / Kuşatma filminde James Lasdun’un kısa öyküsünden Bernardo Bertolucci ve karısı Clare Peploe beraber gayet şiirsel bir senaryo oluşturmuşlar, Bernardo Bertolucci bu ortak senaryoyu Fabio Cianchetti’nin görüntü yönetmenliği ve Alessio Vlad’ın kotardığı müziklerle hoş bir görselliğe dökmüş.Müzisyen Kinsky Roma’nın göbeğinde halasından miras kalan dört katlı eski evde piyanosunun ardına sığınmış İngiliz müzisyen Jason Kinsky (David Thewlis canlandırıyor) ile kocası Afrika’nın adı geçmeyen bir ülkesinde başa gelen diktatör tarafından hapse atıldıktan sonra siyasi mülteci olarak Roma’ya gelerek bir yandan müzisyenin evinin giriş katındaki bir odasında kalıp evin temizliğini yapan bir yandan da doktor olmak üzere okula devam eden genç Afrikalı kadın Shandurai (Thandie Newton canlandırıyor)’nin öyküsüdür izlediğimiz Besieged filminde.Shanduraiİngiliz müzisyen ile Afrikalı kadın arasında önce sözsüz iletişimi görürüz. İkisi de birbiri hakkında fazla bilgiye sahip değildir. Kadın okula gider, okuldan gelir, evi temizler. Odasında modern Afrika müzikleri dinler, rüyalarında Afrika'daki ülkesini görür. Adam sadece piyanosuna ve çaldığı klasik piyano parçalarına dolayısıyla da klasik piyanistlere odaklanmıştır. Servis asansörü vasıtasıyla İngiliz müzisyen önce üzerinde sadece soru işareti bulunan boş nota kağıdı, sonra pembe bir orkide ve en sonda da antika bir yüzük gönderir aşık olduğu Afrikalı kadına. Yüzükten sonra koşarak öfke dolu bir biçimde müzisyenin katına çıkar kadın. Çekingen, piyanosunun tınılarına sığınmış müzisyen Afrikalı kadına O'nu çok sevdiğini söyler. Aşkı için ne isterse yapacaktır. Eğer Shandurai isterse Afrika’ya bile gidecektir. Kadının yanıtı nettir: “Sen Afrika hakkında ne bilirsin ki ?” Tek isteği vardır Shandurai’nin; hapisteki kocasının kurtulması !Spiral merdivenlerFilmin sonrasında ilgilendikleri müzik dahil hiçbir ortak noktaları olmayan (Shandurai'nin müzisyenin çaldığı güzelim piayano klasikleri için anlamıyorum senin müziğini diye haykırması ayrıca hoştu ! Olabilir, evrensel de olsa müzik de anlaşılmayabilir !) iki yabancıdan aşık olan erkeğin aşık olduğu kadını tanımak ve O’nun kocasını hapisten kurtarmak için neler yaptığını izliyoruz. Film pek çok iz bırakıyor: Erkeğin aşkını kanıtlamak için verdiği uğraş, birbirine karışan müzisyenin tutkuyla bağlandığı klasik piyano parçalarıyla Shandurai’nin dinlediği modern Afrika ritimleri, Bertolucci’nin Shandurai’nin rüyalarında gösterdiği ve sözleri özellikle çevrilmeyen (ki böyle olmasını Bertolucci tercih etmiş) şarkıları söyleyen daha doğrusu bize müzikal öyküler anlatan Afrikalı müzik adamı, müzisyenin Shandurai’nin çalıştırdığı elektrik süpürgesinin tınılarından beste yapması, Roma’nın kalabalık sokakları, dört katlı köhne evin spiral merdivenleri, çiçekli teras, müzisyenin çok şey anlatan piyanosu, herbiri antika değerinde hoş objeler, sözlerin azlığı, müziğin karakterlerden biri gibi filmde yer alması, müzisyenin ders verdiği öğrencilere verdiği küçük konser, piyanosu dahil pek çok antika eşyayı satarak para denkleştirip Shandurai’nin kocasının özgür kalmasını sağlaması, Shandurai’nin kocasının Roma’ya gelmesinden önceki evde geçirilen son gece… Hepsi inanılmaz görsel güzellikteydi.Kinsky ve ShanduraiFilmin sonunun tamamen izleyiciye bırakıldığını söylemiş Bertolucci’nin karısı Clare Peploe… Kısaca, kuşatılan Shandurai müzisyenin obsesif aşkla dolu kuşatmasından kurtulabiliyor mu kurtulamıyor mu size kalıyor. İzleyin ve filminin sonunu kendi hayal gücünüze bırakın !
Bu arada yazmadan edemeyeceğim. Filmde Shandurai’nin gördüğü rüyalarda adı geçmeyen Afrika ülkesinin diktatörünün suratının Afrika haritası üzerine resmedilmiş ve oraya buraya yapıştırılmış afişlerini Bertolucci gözümüze sokarcasına gösteriyordu. Bu rüyalardan birinde Shandurai duvarlara yapıştırılmış bu afişleri sökerken birdenbire bir afişin üzerinde diktatörün suratı yerine Afrika haritası üzerine yerleştirilmiş müzisyen Kinsky'nin suratını görüyordu. Adı geçmeyen Afrika ülkesini kuşatan, hükmeden ve Shandurai'nin kocasını hapse attıran, Shandurai'nin siyasi mülteci olarak Roma'ya gitmesine neden olan diktatör ile Shandurai’yi aşkla kuşatan ve yavaş yavaş O'na hükmetmeye başlayan müzisyenin suratının özdeşlemesi vurucu olmuş. Aşkla bile olsa Batı’nın sömürgeci yüzünün de sergilenmesi açısından oldukça anlamlı bir sahneydi bu sahne kanımca.

29 Temmuz 2010 Perşembe

Blue in the Face

Paul Auster üniversite yıllarımda neredeyse takıntılı biçimde kitaplarını okuduğum bir yazar. Duman (Smoke) ve Surat Mosmor (Blue in the Face) isimli senaryoları ünlü yönetmen Wayne Wang tarafından filme çekilmiş, hatta 1995 yapımı Blue in the Face filminin yönetmenliğini Wang ile Auster birlikte kotarmışlar.Blue in the FaceWayne Wang’ın yönettiği 1995 yapımı Smoke / Duman filminde tanıştığımız Augustus "Auggie" Wren’nin Brooklyn Cigar Store / Brooklyn Puro Dükkanı’nda mahalle sakinleriyle yaşadıklarını, devam filmi olan Blue in the Face filminde “sigara içmenin de bir felsefesi vardır” mottosu eşliğinde izliyoruz. Oyuncular bakımından tam bir ünlüler geçidi film. Harvey Keitel, Lou Reed, Jim Jarmusch, Madonna, John Lurie ve orkestrası, Michael J. Fox, Roseanne ve daha aklıma gelmeyen diğerleri… Film boyunca bizzat Brooklyn sakinleri tarafından da istatiksel bir takım bilgiler veriliyor.

Filmin açılışını tuhaf gözlükleriyle Lou Reed gerçekleştiriyor. “New York'ta yaşamamın nedeni, burada yolumu kolayca buluyor olmam. Paris'te yolumu bulamam. Denver'da yolumu bulamam. Maui'de yolumu bulamam. Toronto'da yolumu bulamam, vesaire... New York'da yaşayıp da şöyle demeyen çok az insan tanıyorum; ‘Ama buradan gideceğim.’ Ben de 35 yıldır... ...buradan gitmeyi düşünüyorum. “ (Ben de hep bir gün mutlaka İstanbul’dan gideceğim deyip dururum.)
Auggie ve BobFilmde Bob karakterinde dükkan müdavimlerinden biri olarak izlediğimiz Jim Jarmusch ile Auggie (Harvey Keitel)’nin sigara üzerine konuştukları sahneler geride pek çok vurucu söz bırakıyor. Karşılıklı konuşmalarından birinde Jim Jarmusch’un bu filmden 8 yıl sonra çekeceği çok sevdiğim Coffee and Cigarettes / Kahve ve Sigara filminin de adı geçiyor.

Bob (Jim Jarmusch): Bir tane sigaram kaldı ve onu burada seninle içmeye karar verdim. Sonra da bırakacağım. Kendi kendime "Son sigaranı Auggie ile iç." diye düşündüm...
Auggie (Harvey Keitel): Öyle mi? Çok duygulandım.

Bob: Auggie'yle son sigara.
Auggie: Son sigaranı benimle içmek istemen beni çok duygulandırdı.
Bob: 12 yıldır sigaramı buradan alıyorum. İtiraf etmeliyim ki dostum seks ve sigarayı özleyeceğim.
Auggie: Seks mi? Seksi de mi bırakacaksın?
Bob: Hayır. Ama seksten sonra içemeyeceksin.
Auggie : Olabilir.
Bob: Hiç sigara içmeyen kız arkadaşım olmadı. Belki de bu bir daha seks yapmayacağım anlamına geliyordur. Ama seksten sonra içilen sigaranın tadı bir başka oluyor. Sevgilinle bir sigarayı paylaşmak. Harika bir şey! Onu özleyeceğim. Bir de kahveyle sigarayı. Kahve ve sigara şampiyonların kahvaltısıdır ! [Coffee and cigarettes. That's like the breakfast of champions !]
Blue in the Face filmi ayrıca “içinden film geçen film” olarak da “AY’dan İzlenimler”in notlarında yerini alıyor. İçinden geçen film Auggie’nin sigara içmeye başlamasına neden olan Lewis Milestone’un 1945 yapımı A Walk in the Sun / Güneş Altında Yürüyüş filmi. Yine Bob ve Auggie’nin konuşmalarına dönerek A Walk in the Sun / Güneş Altında Yürüyüş filmi nasıl geçiyor Blue in the Face filminin içinden aktarımını yapıyor ve noktalıyorum günce notlarımı.

Bob: Bence bir çok insanın sigara içmesinin sebebi Hollywood filmlerinde çok cazip bir şey olarak gösterilmesi. Marlon Brando'yu, James Dean'i, Marlene Dietrich'i sigara içerken görüyorsunuz.
Auggie: Ben de böyle başladım. Küçük bir çocukken "A walk in the sun" isimli filmi izlemiştim. O filmi izledin mi?
Bob: Hayır.
Auggie: Richard Conte ve… Diğer adamın adı neydi? 2. Dünya Savaşı'nda Avrupa'dalar. Richard Conte makineli tüfek kullanıyor. Kurşunları ve diğer şeyleri taşıyan bir asistanı var. Bir sonraki çarpışmanın yapılacağı yere doğru yürüyorlar. Richard hayat hakkında felsefe yapıyor ve sonra "Lanet olsun." diyor. Hayatında hiç sigara içmemiş ve asistanı ona bir tane veriyor. Richard Conte'nin güneşin altında yürüyüşü ve "Sigara!" deyişi bende sigara içme isteği uyandırdı !

27 Temmuz 2010 Salı

Ali’nin Sekiz Günü

Cemal Şan’ın kalp, ruh ve akıl üçlemesinin son filmi olan 2009 yapımı Ali’nin Sekiz Günü / Ali’s Eight Days üçlemenin akıl halkasını temsil ediyor.Ali'nin Sekiz GünüÜçlemedeki adlar iyice birbirine karışıyor. İlk filmdeki ana kahramanlar Zeynep ve Ali’nin adları bu filmin ana karakterlerinin de adı. Ama ilk filmde Zeynep Ali’ye aşıktı, bu filmde Ali Zeynep’e aşık. Zeynep’in filminde hayatı monoton olan Zeynep’ti, Ali’nin filminde de Ali. Dilber’in filminde Mehmet adı müşfik bir karaktere verilmişken, Ali’nin filminde Mehmet kadın döven bir tip olarak karşımızda. Tek fark Dilber’de. Dilber adı oldukça nev-i şahsına münhasır olarak salt ikinci filmde karşımıza çıkıyor.

Üçlemede bir diğer fark kahvaltılarda. Zeynep her sabah iki yumurta kırıyor, bir bardak su, ekmek ve tavada iki yumurtadan oluşan kahvaltısını yapıyordu. Dilber’de Mehmet çok hoş bir kahvaltı sofrası bırakıyordu, pide, peynir, domates ve yeni demlenmiş çaydan oluşan. Hayatı Balat’taki evi ve bakkal dükkanı arasında monoton bir şekilde geçen Ali ise dükkana gelir gelmez yarım ekmek arasına kestiği taze kaşar ve 1 şişe koladan oluşan kahvaltısını yapıyordu yeknesak bir şekilde.

Hayatı monoton, kendi monoton Ali çevresindekilere karşı da oldukça ilgisiz. Belalı kiracısı Kemal (Ufuk Bayraktar harikalar yaratmış belalı, küfürbaz, küçük adam Kemal rolünde) kiraları ödemediği gibi borç aldığı paraları da iade etmemekte, bu durum karşısında hiçbir şey yapmamaktadır Ali. Dükkanına gelerek kendisine özür dileyerek dert yanan bir adamın sözlerine tepkisiz kalmaktadır. Sokakta üç serserinin tecavüzüne uğrayan kadına yardım etmeyi bırakın polisi arayıp hiç ses çıkarmadan telefonu da kapatabilmektedir. Bu kadar ilgisiz, duyarsız, ruhsuz bir adam Ali. Ama birden nasıl Zeynep’in filminde Zeynep’in hayatını renklendiren Ali giriyordu filme, Ali’nin filminde de Zeynep Balat’taki mahalleye taşınarak Ali’nin hayatını renklendiriyor. Zeynep’in dükkanından aldığı sigaralarla başlayan küçük muhabbetler, Ali’nin Zeynep’i sürekli takip etmesine neden oluyor ve bir gece Zeynep’in evinde bir erkeğin (Mehmet’tir bu erkek) Zeynep’i dövdüğünü görüyor Ali. Müdahale etmiyor Zeynep’in kapısının dışına taşan bu nahoş olaya Ali, sadece bakakalıyor boş gözlerle ve Zeynep’in kendisini fark edip “ne bakıyorsun lan !” bağırtısıyla kendine geliyor. Ertesi gece kaba davrandığının ayırdında olan Zeynep Ali’nin evine ziyarete geliyor ve oldukça uzun bir sahnede dakikalarca Ali’ye kendisine kötü davranıyor olsa bile sevmekten vazgeçemedği Mehmet’i anlatıyor ve Mehmet’ten kurtulabilmek için bu semte taşındığını. Bir tuhaf aşk öyküsü bu. Sana iyi gelmeyeceğini bilirsin ama yine de seversin. Mantığın bittiği yerde boşuna aşk başlamıyor. :-) Bu kadar “spoiler” yeter diyeceğim ama diğer filmlerden farklı olarak bizi çok süren sürecek sekizinci geceye götürüyor Ali’nin Sekiz Günü / Ali’s Eight Days. Zeynep’e iyiden iyiye tutulan Ali biraz umutlanarak Zeynep’in Mehmet’i hayatından çıkaracağını beklerken o da ne sekizinci gecede Zeynep’in evinden çıkarken görüyor ikisini ! Eski solcu yeni Türkü Bar sahibi Mehmet (!) ve de Mehmet’e delidivane aşık Zeynep’i izliyor Ali.. Onların ardından Türkü Bar’a giriyor. Bar çıkışı Mehmet ve Zeynep’i kavga ederken görünce hayatında belki ilk defa tepki gösteriyor Ali. Zeynep’i, tutulduğu Zeynep’i Mehmet’in dayağından koruyabilmek için ilk kez başkaldırıyor. Kıyasıya mücadeleye girişiyor. Karşı geliyor. Sevdiğini koruyabilmek için herşeyi göze alıyor... ! AliZeynepSonuç: Sözleri Mehmet Teoman, müziği Vedat Sakman’a ait olan Zuhal Olcay’ın yorumladığı “Yalnızlığım” şarkısı !

26 Temmuz 2010 Pazartesi

Dilber’in Sekiz Günü

Cemal Şan’ın kalp, ruh ve akıl üçlemesinin ilk filmi olan 2007 yapımı Zeynep’in Sekiz Günü / Zeynep’s Eight Days filminden sonra ruhu temsil eden 2008 yapımı Dilber’in Sekiz Günü / Dilber’s Eight Days ve aklı temsil eden 2009 yapımı Ali’in Sekiz Günü / Ali’s Eight Days filmlerini geçtiğimiz haftasonu izleyerek üçlemeyi tamamladım.Dilber'in Sekiz Günüİlk film Zeynep’in Sekiz Günü / Zeynep’s Eight Days kentli bir kadın olan Zeynep’i anlatıyordu. Zeynep’in filmindeki diğer ana kahraman Ali’nin kalbinin prensesi olan Zeynep’in renksiz, tekdüze hayatına aşkın girmesiyle neler olduğunu izliyorduk. Dilber’de kalbin yerini ruh, Ali’de ise akıl alıyor. Dilber’e “ruhumun prensesi” ile hitap edilirken Ali’nin filminde Ali “aklımın prensesi” olarak hitap ediyor filmin ana kadın kahramanına. Zeynep’te kentli bir kadının öyküsünü izlerken, filmdeki kentli müzikleri dinlerken Dilber’in Sekiz Günü / Dilber’s Eight Days filminde bu kez köylü kızı Dilber ile tanışıyoruz, Nail Yurtsever’in ezgilerini dinliyoruz. Hayli gözüpek bir karakter Dilber, oldukça onurlu, töreye başkaldıracak kadar da asi. Film Mardin’in Nusaybin ilçesinin Eski Hisar köyü ile Akarsu kasabalarında tamamlanmış. Filmin bir karesinde filmin ana kahramanlarından Mehmet’in evinde Mardinli olan Murathan Mungan’ın “Yaz Geçer” kitabını görüyoruz. “AY’dan İzlenimler”’i izleyenler bilirler “içinden filmler geçen filmler” ile “içinden kitaplar geçen filmler”i ayrı severim ve Dilber’in Sekiz Günü / Dilber’s Eight Days filmi de benim açımdan üçlemenin en iyi filmi olarak değil aynı zamanda içinden geçen sevdiğim bu şiir kitabıyla da belleğime kazınıyor.

Üçlemenin Zeynep’le ilgili filminde günler “Pazartesi, Salı, Çarşamba, Perşembe, Cuma, Cumartesi, Pazar ve sekizinci gün yine Pazartesi” döngüsüyle yer alıyordu. Dilber’de günler “20 Nisan, 21 Nisan, 22 Nisan, 23 Nisan, 24 Nisan, 25 Nisan, 26 Nisan ve sekizinci gün 27 Nisan” olarak yer alıyor. Ali ile ilgili filmde ise günler “Birinci gün, ikinci gün, üçüncü gün, dördüncü gün, beşinci gün, altıncı gün, yedinci gün ve sonuncu sekizinci gün” olarak aktarılmış. Yönetmen Cemal Şan bir söyleşide "Sinemayı dert eden bir ekibiz. Zamanlamanın senaryodaki sekiz günle reel olması ve gerçek zamanı yakalamak için üçlemenin tüm filmlerini 8'er günde çektik. Oyuncuların ve teknik ekibin canını çıkardım. Ekibi, sabah dörtte uyandırarak bazı çekimleri yaptık." diye aktarmış üçlemenin film çekim sürelerini. DVD’de “özel seçenekler” bölümünde yer alan söyleşide ise filmde anlatılan Dilber’in gerçek bir karakter olduğunu belirtiyor.DilberÇocukluk aşkı Ali’yle evlenme hayalleri kuran Dilber’in hayalleri, Ali’nin babasının oğlunu arkadaşının kızıyla evlendirmek için verdiği söz yüzünden bir anda yıkılır. Ali’nin babasına karşı gelememesini hazmedemeyen ve bu durumu kabullenemeyen Dilber “bu köye gelip beni ilk isteyen talibimle evleneceğim, bu da benim sözüm” der ve kendisini ahıra kapatır. Babası, annesi, kardeşleri Dilber’i bu kararından vazgeçmesi için çok uğraşırlar ama Dilber kararlıdır… Çok zaman geçmez, köye ağır aksak yaklaşan topal bir bir adam görürüz kıraç yol üzerinde. Bu adam kasabanın ilkokulunda hademe olarak çalışan Topal Mehmet’tir ve Dilber’i istemeye gelmektedir. Dilber Mehmet’i kocalığa kabul eder, köyünden kalkıp kasabaya gider, Mehmet hiç zor kullanmaz, O'na ters davranmaz, çok güzel kahvaltılar hazırlar, not yazar "ruhumun prensesi" diye, yeni hayatına Mehmet’in müşfikliğiyle alışmaya ve kasabayı tanımaya başlar, hatta yavaş yavaş ısındığı ve “çok iyi bir adam” olarak nitelendirdiği Mehmet’i sevmeye de başlar. . . Ancak yedinci günün gecesinde küçük evlerinin kapısı çalınıverir. Kapıdaki Dilber’i geri almak için gelen, pişmanlık içerisindeki çocukluk aşkı Ali’dir. Filmin konusuna dair bu kadar “spoiler” yeterli sanırım. Dilber rolündeki Nesrin Cavadzade ile Mehmet rolündeki Fırat Tanış oyunculuklarıyla filmi sürükleyip götürüyorlar. Mehmet öylesine güzel, öylesine içten söylüyor ki "ay dilbere" türküsünü, inandırıyor sizi Dilber'in Mehmet'in hem derdi hem dermanı olacağına...

Cemal Şan’ın “kalp-ruh-akıl” üçlemesindeki filmlerin hepsi derin bir hüzün bırakıyor. Ama Dilber’in ve Mehmet'in gözleri ayrı bir dokunuyor yüreğinize…

22 Temmuz 2010 Perşembe

Hayat, Aşk ve Politika Üzerine
Bernardo Bertolucci’den Bir Başyapıt

NovecentoBenim için Bernardo Bertolucci, Novecento / 1900 filmidir. 1900’ü ilk hangi sinemada ve hangi tarihte izlediğimi anımsayamıyorum. Sinemada ikinci izleyişim 2001 yılının 28 Nisan Cumartesi gecesi 20. Uluslararası İstanbul Film Festivali kapsamında Sinepop Sineması’ndaydı. Sinemanın rahatsız koltuklarına ve filmin uzunluğuna rağmen (beş küsur saat !) yeniden büyülenmiş gibi izlediğimi anımsıyorum sevgili(m) kocamla birlikte. DVD’sini arşivimize katalı oldukça uzun bir süre oldu ancak bir türlü izleyememiştim. Nihayet geçtiğimiz haftasonu bu kez kesintisiz versiyonunu evde rahat koltuğumda soluksuz izledim.NovecentoFilm II. Dünya Savaşı’nın sona erdiği 25 Nisan 1945 görüntüleriyle açılıp Verdi’nin öldüğü 27 Ocak 1901 tarihine döner. ( Bernardo Bertolucci, BBC radyosunda yaptığı bir söyleşide “eğer Parmalıysanız -ki Bertolucci de Parmalıdır- Verdi’nin hayatınızdaki yeri çok büyüktür” demiş. Belki bu sebeple filminin başlangıç tarihi Verdi’nin ölüm tarihiyle başlıyor.) Bernardo Bertolucci’nin de doğum yeri olan Kuzey İtalya’nın Parma bölgesindeki Emilia-Romagna kasabasında iki bebek dünyaya gelmektedir. Berlinghieri’nin uçsuz bucaksız topraklarında farklı sınıflara ait filmin iki ana karakteri peşi sıra doğar: Olmo Dalcò (Gérard Depardieu ) ve Alfredo Berlinghieri (Robert De Niro). Çiftliğin kâhyası Leo’nun gayrimeşru torunu Olmo, efendisi Alfredo Berlinghieri’nin kendi adını taşıyacak torunu Alfredo’dan önce dünyaya gelir. (Olur mu böyle olur mu, hiç köylü köle efendisinden önce doğar mı ?) Köylü ya da köle sınıfından, sosyalist Olmo ile burjuva, doğrudan faşist olmasa da konumu gereği faşistleri destekleyen, işveren ve de efendi Alfredo birlikte büyürler ve her kadar farklı farklı dünyalara ait olsalar da bir şekilde arkadaş olabilmeyi becerirler.Alfredo ve Olmo çocukkenAlfredo ve Olmo gençkenOlmo ve Alfredo’nun büyümelerine paralel İtalya’daki politik gelişmeleri izleriz. Olmo I. Dünya Savaşı’na katılır, döner, Alfredo ile kente gider, çapkınlık yapar, Olmo sosyalist kasaba öğretmeni Anita (Stefania Sandrelli çok başarılı bilinçli öğretmen rolünde) ile yakınlaşır, Alfredo güzeller güzeli, çekici, burjuva Ada (Dominique Sanda tek sözcükle muhteşem) ile evlenir, çiftlikteki yeni kâhya Attila (Donald Sutherland mükemmel oynamış rolünü) karabasan gibi köylülerin üzerine çöker, kara gömlekliler hızla yükselmeye başlar, Attila katıksız bir kara gömlekli olur çıkar, köylüler (köleler !) ezildikçe ezilir, efendiler güçlendikçe güçlenir, faşizm son sürat yol alır İtalya’da, yükselir, köylüler (köleler) sindikçe siner, efendiler köylüleri (köleleri !) ezdikçe ezer, köylüler haklarını savunur, efendiler müdahale eder, Olmo’nun sevgilisi Anita bir kız çocuğu doğururken ölür, Olmo’nın karısının adını verdiği kızı Anita büyür, Alfredo kara gömleklilere göz yumduğu için karısı Ada tarafından terk edilir, II. Dünya Savaşı çıkar, kara gömlekliler güçlendikçe güçlenir, köylüler (köleler) sindikçe siner, efendiler köylüleri (kölelerini !) ezdikçe ezer…
Böyle gelmiş böyle gider ! Böyle gelmiş böyle gider !OlmoAlfredoAdaAnita
Bernardo Bertolucci ne söylemek istediğini filmin sonlarına doğru çiftlikte ele geçirdikleri efendi Alfredo’yu yargıladıkları halk mahkemesi sahnelerinde Olmo’nun ağzından söyletir. Bir nevi İtalya’da ne olup bittiğinin dışa vurumudur Olmo’nun sözleri: "Faşistler bir gecede mantar gibi bitmediler !” der Olmo. “Efendiler ektiler faşistleri. Onlara para verdiler, beslediler. Böylece faşistlerin yardımıyla daha da fazla kazanmış oldular; parayı nereye koyacaklarını bilemediler ! Sonra savaşı keşfettiler! Bizleri Afrika'ya, Yunanistan'a, Arnavutluk'a, İspanya'ya yolladılar. Bedel ödeyen hep biz emekçiler, proleterler, halk çocukları oldu ! Sevinin yoldaşlar, efendi öldü! Artık efendi yok !”
...
...
...
Yok mu gerçekten ?

Bernardo Bertolucci'nin 1976 yapımı Novecento / 1900 filmi salt kendisinin değil sinema tarihinin de en iyi yapıtlarından biri kanımca. İnanılmaz görsel sahneleriyle, Ennio Morricone imzalı büyüleyici müzikleriyle, çok hoş geçişleriyle ve gerçekten mükemmel işlenmiş karakterleriyle bitmesini istemediğiniz bir serüven 1900 ! Mutlaka izleyin ve arşivinize katın diyerek noktalıyorum günce notlarımı.1900

21 Temmuz 2010 Çarşamba

Einsamkeit

Another Woman/ Başka Kadın girdimde Marion'un annesine öykünerek bu kez benim en sevdiğim Rainer Maria Rilke şiiriyle günce notlarımı tamamlıyorum, halihazırda yalnızlığın şairi Rilke'nin bahsi geçmişken...
Rainer Maria RilkeEinsamkeit

Die Einsamkeit ist wie ein Regen.
Sie steigt vom Meer den Abenden entgegen;
von Ebenen, die fern sind und entlegen,
geht sie zum Himmel, der sie immer hat.
Und erst vom Himmel fällt sie auf die Stadt.

Regnet hernieder in den Zwitterstunden,
wenn sich nach Morgen wenden alle Gassen
und wenn die Leiber, welche nichts gefunden,
enttäuscht und traurig von einander lassen;
und wenn die Menschen, die einander hassen,
in einem Bett zusammen schlafen müssen:

dann geht die Einsamkeit mit den Flüssen...


Rainer Maria Rilke

*************

Yalnızlık

Yalnızlık bir yağmura benzer,
Yükselir akşamlara denizlerden
Uzak, ıssız ovalardan eser,
Ağar gider göklere, her zaman göklerdedir
Ve kentin üstüne göklerden düşer.

Erselik saatlerde yağar yere
Yüzlerini sabaha döndürünce sokaklar,
Umduğunu bulamamış, üzgün yaslı
Ayrılınca birbirinden gövdeler;
Ve insanlar karşılıklı nefretler içinde
Yatarken aynı yatakta yan yana:

Akar, akar yalnızlık ırmaklarca.


Rainer Maria Rilke
Çeviri: Behçet Necatigil

Another Woman

MarionWoody Allen’ın hem yazıp hem yönettiği 1988 yapımı Another Woman/ Başka Kadın filmi, yönetmenin "I-wish-I-were-Ingmar Bergman" tarzı filmlerinden en izlenilebiliri ve en kalbinize dokunanı bence. Bergman’ın 1957 yapımı Smultronstället / Wild Strawberries / Yaban Çilekleri filmine bir tür saygıduruşu Another Woman . Sanki, Yaban Çilekleri’ndeki Profesör Isak Borg Allen’in filminde bir kadın olarak (Felsefe Profesörü Marion) karşımızdadır ve geçmişe gidiş gelişlerle varoluşunu sorgulamaktadır.

Felsefe Profesörü Marion kitabını yazmayı tamamlamak üzere kiraladığı dairede yan komşusu terapist ile ona terapiye gelen hastasının konuşmalarını duymaya başlar. Bu kadının hüznünden, anlattıklarından, evliliğiyle, kocasıyla ilgili söylediklerinden çok etkilenir ve kendisi de yavaş yavaş geçmişiyle bir hesaplaşmaya girişir. Geri dönüşlerle Marion’un hayatını, çevresindeki insanları, büyüdüğü evi, annesini, babasını, erkek kardeşini, erkek kardeşinin karısını, ilk kocasını, kendi isteğiyle son verdiği hamileliğini, ikinci kocasını, ikinci kocasının ilk eşinden olan kızını, ikinci kocasının kendisini çok seven ve ikinci kocasıyla kendisini evlenmekten vazgeçirmeye çalışan yakın arkadaşını, yani tüm yaşadıklarını izlemeye başlarız. (Oldukça yorucu değil mi ? Ne kadar Bergmanvari de olsa izlediğimiz sonuçta tipik bir Woody Allen filmi.) Marion kendisini sorgularken izleyici olarak biz de onu, daha doğrusu yaptıklarını sorgularız. Bu arada belki kendi hayatımız da nasibini alır sorgulanmaktan.

Babasını ziyaret ettiği gün Marion’un artık yaşamayan annesinin kitaplarını karıştırırken kendisini Rainer Maria Rilke’nin şiirleriyle ilk tanıştıranın annesi olduğunu öğreniriz, bir de annesinin en sevdiği Rilke şiirinin “Apollon’un Arkaik Gövdesi” olduğunu. Woody Allen adı geçen şiirin son iki dizesini almış filme ve Marion’un Rilke’nin kitabından okuduğu dizeler (annesinin gözyaşlarının izleri de vardır bu iki dizede kitabın üzerinde) aslında Marion’un hayatıyla ilgili yapmak istediklerinin de bir özeti gibi. Filmden daha fazla bahsetmek yerine benim için yalnızlığın şairi olan Rainer Maria Rilke’nin Woody Allen’in Another Woman filminin içinden son iki dizesiyle geçen şiirin tamamını konuk etmek istiyorum “AY’dan İzlenimler’”e….

Archaischer Torso Apollos

Wir kannten nicht sein unerhörtes Haupt,
darin die Augenäpfel reiften. Aber
sein Torso glüht noch wie ein Kandelaber,
in dem sein Schauen, nur zurückgeschraubt,
sich hält und glänzt. Sonst könnte nicht der Bug
der Brust dich blenden, und im leisen Drehen
der Lenden könnte nicht ein Lächeln gehen
zu jener Mitte, die die Zeugung trug.
Sonst stünde dieser Stein enstellt und kurz
unter der Shultern durchsichtigem Sturz
und flimmerte nicht so wie Raubtierfelle;
und brächte nicht aus allen seinen Rändern
aus wie ein Stern: denn da ist keine Stelle,
die dich nicht sieht. Du mußt dein Leben ändern.

Rainer Maria Rilke

*************

Apollon'un Arkaik Gövdesi

Tanımak kısmet olmadı o muhteşem başını
Çakmak çakmak gözyuvarlarını.
Ama gövdesi ışıldıyor bir sokak lambası gibi hala
Sadece kısılmış, içeri kaçmış bakışı.
Gövdesi ışıl ışıl ayakta.
Oyle olmasa, göğsünün yuvarlaklığı,
kamaştırmazdı gözünü, hafifçe
Yana kıvrılışından belinin, bir gülümseme
Gitmezdi tam merkezine üreme bölgesinin.
Çirkin ve kısacık dururdu öyle olmasa,
Bu taş yığını, omuzların saydam kavisi altında
Parıldamazdı, vahşi bir hayvan postu gibi.
Böyle her köşesinden ışık saçıp, taşmazdı
Bir yıldız gibi: Yok çünkü hiçbir yeri
Seni görmeyen. Değiştirmelisin hayatını.

Rainer Maria Rilke

20 Temmuz 2010 Salı

Ayşe tatile çıktı...!

Kıbrıs Barış Harekatı, "AYŞE TATİLE ÇIKIYOR" parolasıyla, Türkiye Cumhuriyeti Devleti Türk Silahlı Kuvvetleri'nin Garantörlük Antlaşması'nın III. maddesine istinaden gerçekleştirdiği askeri harekatın adıdır... Garantör üç devletten biri olan Türkiye (diğerleri İngiltere ve Yunanistan), Kıbrıs Türkleri'ne Rumlar'ın mezalimini önleme adına bu harekatı yapmak zorunda kalmıştı... Harekat, Yunanistan'a da yaradı ve ilk cuntayı devirip 2.bir cunta kuran, Yunan Cunta rejimi, bir süre sonra devrildi. Yunanistan tekrar demokrasiye kavuştu.
Nümismat olmaya çalışan, şimdilik koleksiyonerlikle yetinen sevgili(m) kocamsa, İstanbul'da, Boğaz'ın en güzel yerlerinden olan Yeniköy'de, 6.yaşına basışını, Harekat'ın ilerleyen saatlerinde hava hücumlarına karşı bir önlem olarak şehirlerde uygulanan bir karar nedeniyle, 1974'te karartma altında kutlamış... (Bu arada ben karartma gecelerini "Serhat Şehri" Edirne'de Meriç Nehri'nin kıyısında geçirmekteydim !) Karartmada gece ışık sızmasın diye pencereler koyu renkli kağıtlarla kaplanır ve perdeler çekilirdi. Bu seneki kutlamasını da ben karartabilirim sevgili(m) kocamın :-)

Şimdi, kısaca bu günün anlam ve önemine binaen çıkartılmış bir madalyonu tanıtacağım: Madalyonumuz gümüş ve Barış Harekatı'nın 10.Yıldönümü için yapılmış. Bir yüzünde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'nin kısaltması olan K.K.T.C. ve bir barış güvercini soyutlaması mevcut. Barış ve Özgürlük Bayramı madalyonu olarak anılıyor. Dijital tartıda ağırlığı 23,09 gram çıkan bu madalyonun, dijital kumpas ile yapılan ölçümünde çapının 20,63 mm. ve ortalama kalınlığının da 2,38 mm. olduğunu sevgili(m) kocam ölçmüş! 20 Temmuz 10.Yıl Madalyonu - ön yüzUzman ve saygıdeğer nümismat Güvendik Fişekçioğlu'nun kataloğunda bu madalyonun üretim adedi belirtilmemiş. Ancak 2010 kataloğunda, çil olanının 175 TL ettiği belirtiliyor. Bizdeki madalyonsa maalesef çil değil. Çok temiz-çil altı aralığında bir kondisyonda muhtemelen ve tahmini olarak şu anki değerinin 50-60 TL olması gerekirmiş... Madalyonun diğer yüzünde Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti yazısı iç çepere doğru dairesel olarak yazılmış. Yukarı yönlü Ay-Yıldız altında 1983 tarihi var. Bu tarihin, K.K.T.C.'nin, Kıbrıs Türk Federe Devleti Meclisi tarafından 15 Kasım 1983'te ilan edilmiş olması nedeniyle konulduğu aşikar. Hemen altında bir kalkan üzerinde bu kez soyutlanmamış bir güvercin figürü mevcut. O da, diğer yüzdeki soyut güvercin gibi, gagasında zeytin dalı tutmakta, yani bir barış güvercini.20 Temmuz 10.Yıl Madalyonu - arka yüz1984 yapımı bu madalyonun, belki maddi değeri düşük ama bana göre manevi değeri büyük!
Harekat'ın ve sonraki gelişmelerin kronolojik özetini yazmazsam olmaz: 5 Temmuz 1974'te Türkiye, Yunanistan ve İngiltere Dışişleri bakanları I. Cenevre Konferansı çalışmalarına başladı. 30 Temmuz'da sona eren konferansta, Türk tarafının istekleri doğrultusunda: "Kıbrıs'ta bir güvenlik bölgesinin kurulması, Rum ve Yunan işgalindeki Türk bölgelerin derhal boşaltılması, esir durumda olan asker ve sivillerin mübâdele edilmeleri veya serbest bırakılmaları, barışın sağlanması ile birlikte anayasaya uygun bir hükümetin yeniden kurulmasının temini, Kıbrıs Cumhuriyeti'nde Kıbrıs Türk Toplumu ile Kıbrıs Rum Toplumu olmak üzere iki otonom idarenin mevcudiyeti" kabul ve ilan edildi. Hemen akabinde Türk Başbakanı rahmetli Bülent Ecevit, adada gelişmelerin kötüye gitmesi yüzünden, diplomatik görüşmeler yapmak üzere Londra'ya gitti. 20 Temmuz 1974'e gelindiğinde günün erken saatlerinde, Türk Ordusu'nun Kara, Deniz ve Hava Kuvvetleri Kıbrıs'a havadan indirdirme ve denizden çıkarma yapmaya başladı. Acil olarak toplanan Türkiye Büyük Millet Meclisi, Hükümete genel savaş açma yetkisi verdi. Türk kuvvetleri 22 Temmuz'da Girne'yi ele geçirdi. Türk paraşütçüleri Kıbrıs'ın başkenti Lefkoşa'nın Türk kesimine indi. Yunan birliklerinin Ada’da garantör olarak bulunan Türk birliğine saldırması ise, çarpışmaların Kıbrıs geneline yayılmasına neden oldu. 22 Temmuz akşamı Türkiye, BM Güvenlik Konseyi'nin ateşkes kararını kabul etti. Türk müdahalesi sonucu Yunanistan'daki cunta idaresi ve Kıbrıs Nikos Sampson Hükümeti de yıkılmıştır. Ancak 8 Ağustos'ta II. Cenevre Konferansı'nın yapılmakta olduğu zamanda Türk tarafınca "iyi niyet jesti" olarak Limasol ve Larnaka civarında bir miktar köyü boşaltmış olmalarına rağmen, Rum oluşumu Milli Muhafız Alayı ve çetesi EOKA-B işgal ettikleri yerleri tahliye etmedikleri gibi ellerindeki esirleri de serbest bırakmamışlardır. Türkiye, Rum-Yunan hükümetleriyle anlaşmanın mümkün olmadığı kararına vararak 14 Ağustos'ta başlayıp 16 Ağustos'ta sona eren üç günlük II. Barış Harekatı'nı gerçekleştirdi. Harekat neticesinde bir taraftan Magosa'ya diğer taraftan Lefke'ye varılarak Türk tarafının sınırları çizildi... Bugünkü Kıbrıs'ın temel yapısı oluştu ve 15 Kasım 1983'te de Kıbrıs Türk Federe Devleti, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti haline dönüştü.
.

16 Temmuz 2010 Cuma

Her Bağlamda Sadakatsizliktir İnsanı Yıldıran !

Eylül'de New York'a git...Acaba Woody Allen, kendisi sadık olmadığından mı sadakatsizlik üzerinde takıntılı olarak filmler çekip durmuş ve de devam ediyor çekmeye ? Üstelik yazıp yönettiği ama rol almadığı 1987 yapımı September / Eylül filminin ilk versiyonunu sevmeyip bazı oyuncuları değiştirerek ikinci kez yeniden çekmiş.
Altı oyuncuyu Vermont’daki bir yazevine toplayan (aslında New York'taki Kaufman Stüdyoları'nda oluşturulmuştur söz konusu yazevi) Woody Allen, aynı mekanda aynı insanlarla sekseniki dakika boyunca fazlasıyla Ingmar Bergman etkisinde bir film yönetmiş. (Woody Allen'ın "I-wish-I-were-Ingmar Bergman" tarzı filmlerinden biri kısaca.) Altı ana karakter dışında filmde üç kişi daha var, yani toplamda dokuz oyuncu görüyoruz. Filmden çok tiyatro izler gibiyiz aslında. Ancak, elbette eski filmlerinin gözde oyuncularından Mia Farrow sizi büyülüyor oyunculuğuyla. Filmden geriye “İnsanı meşgul eden milyonlarca şey olunca her şey yoluna girer mi ?” sorusu asılı kalıyor.

12 Temmuz 2010 Pazartesi

COULD YOU BE LOVED ?

I HATE VUVUZELA..!!!!!!Futbol düşkünü, meraklısı biri değilim ama öyle ya da böyle tuttuğum bir Türk takımı var ve ülkemizin de katıldığı tek (şimdilik) Dünya Kupası olan 17. Dünya Kupası'nı (2002) mümkün olduğunca izlemiştim. Az önce sonuçlanan ve Güney Afrika'da düzenlenen 19. Dünya Kupası'nda, İspanya tarihinde ilk kez final oynayıp 2010 Dünya Kupası'nı hakkıyla kazandı. Maç biter bitmez başlayan Bob Marley'in "Could You Be Loved ?" şarkısı da gönüllere ferahlık kattı; zira vuvuzela denen sözde müzik aleti kulaklarımızı perişan etmişti ! Vuvuzela, sevgili(m) kocama göre Türkçe olarak, Türk Dil Kurumu geleneğinden(!) esinlenerek türetilmiş "öttürgeç" olarak dillendirilebilir..
Tebrikler İspanya... VIVA ESPANA !
Güzide kurumumuz Darphane, Türkiye'nin katıldığı 2002 Dünya Kupası anısına 2001 yılında bir hatıra para çıkartmıştı. Akabinde Türkiye Dünya Üçüncüsü olunca bir de üzerinde takım oyuncularının ve teknik ekibin isimlerinin yer aldığı ayrı bir hatıra para çıkarttı. Bu hatıra paranın bir yüzünde mineli olarak Türk Bayrağı yer alıyor.2002 Dünya Futbol Şampiyonası´nda 3. olan Türkiye anısına Darphane´nin çıkardığı hatıra para...Anımsanacağı gibi 2002 Dünya Kupası maçlarının bir kısmı Kore'de (Güney), bir kısmıysa Japonya'da yapılmıştı.2002 Dünya Futbol Şampiyonası anısına çıkarılan hatıra para...Acaba 2002'de ülkemize Dünya Üçüncülüğü'nü kazandıran futbolcular ve teknik adamlar Darphane'nin çıkardığı bu paralardan aldılar mı, kendilerine hediye edildi mi, ellerinde varsa hala saklıyorlar mı ? Ben ve sevgili(m) kocam elbette saklıyoruz !
.Could you be loved and be loved?
Could you be loved, wo now! - and be loved?

11 Temmuz 2010 Pazar

15 Yıl Önce 11 Temmuz......

Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı Sn.R.T.Erdoğan, Srebrenitsa Katliamı'nın 15. yıldönümü dolayısıyla düzenlenen anma töreninde yaptığı konuşmada şöyle dedi:
"Srebrenitsa'da insanlık onuru ağır bir yara aldı. Avrupa tarihi kara bir leke aldı. Uluslararası Barış Gücü tanımı, ağır bir darbe aldı. Srebrenitsa'yı unutturmayacağız."...
.
Bu törende, toplu mezarlardan bulunan 800'e yakın kişi daha toprağa verildi... Halen 9-10 bin kişi kayıp. Ve... Srebrenitsa Bosna'nın, Kosova'nın, ...'ın tümü değil..!

HATIRA PARALARDA GÜNEŞ TUTULMASI

TAM GÜNEŞ TUTULMASIBugün Tam Güneş Tutulması gerçekleşiyor... Türkiye'den izlenemeyecek ancak. 21.Yy.'ın 7. Tam Güneş Tutulması, Güney Pasifik'i 11.000 Km. uzunluğunda dar bir hat üzerinden aşıp, Arjantin'in güney kesiminde sona erecek. Ay'ın gölgesinin, Tonga'dan 700 Km. Güneydoğu'da, Pasifik Okyanusu'nda Türkiye saati ile (TSİ) 21:15'de yerleşim yeri olmayan bir bölgeye düşerek başlayacak Tam Güneş Tutulması... Akabinde, Fransız Polinezyası ve ardından Paskalya Adası'nı da gölgede bırakıp, Arjantin'in güneyindeki Patagonya'da TSİ 23:52'de sona erecek. 11 Ağustos 1999'da olan tutulmadan kısa bir süre sonra oluşan 17 Ağustos '99 Gölcük-Kocaeli / Marmara depremi hepimizi üzmüş, ülkeyi yasa boğmuş, binlerce insanımızı kaybetmemize neden olmuştu. Çeşitli söylentiler, tutulma ile depremin ilintisini ortaya koymuştu. Gelecek Tam Güneş Tutulması 13 Kasım 2012 tarihinde gerçekleşecek...
Artık, 2012'ciler Mardukçular, Nibirucular, kıyamet telalları yaşadı!
11.8.1999 İKİLİ GÜNEŞ TUTULMASI SETİ - TURA YÜZÜBu, işin astronomik kısmı. Bizi ilgilendirense nümismatik kısmı! Darphane, geçen Yy.'ın son Tam Güneş Tutulması anısına 1999'da iki adet seri hatıra para çıkartmıştı. Hatıra paraların ilki koleksiyonerler arasında "insanlı" diye anılanı... Paranın tura yüzünde isli camlarla Tam Güneş Tutulmasını izleyen insanlar olduğu için paraya "insanlı" diyor koleksiyonerler. Serinin diğer parası ise ismi üstünde, "haritalı"... Her ikisinin yazı yüzünde de Tam Güneş Tutulması'nın oluşumu tasvir edilmiş. Darphane'nin değerli sanatçılarından Sn.Suat Özyönüm bu paraların tasarımını yapmış. Yazı yüzlerindeki nominal değerler 4.000.000 Lira. 31,47 gram ağırlığında her biri ve 925 ayar Gümüş. Darphane sitesinde görülmese de, ikili set olarak da sunulmuş koleksiyonerlere.11.8.1999 İKİLİ GÜNEŞ TUTULMASI SETİ - YAZI YÜZÜWikipedia'daki "Güneş Tutulması" maddesinden alıntı yapayım:
"Tam Güneş Tutulması, Ay'ın Güneş'in Dünya'dan disk halinde görünen ışıkyuvarını tümüyle örtmesi ile oluşur. Güneş'in çok parlak olan ışıkyuvarı Ay'ın karanlık gölgesi ile örtülür ve Güneş'in ışıkyuvarından çok daha soluk olan Güneş tacı çıplak gözle görülebilir hale gelir. Tutulmaya ancak tam tutulma zamanında güvenli olarak çıplak gözle bakılabilir. Bu sırada hava, parlak yıldızlar ve gezegenler gözle görülebilecek kadar kararır. Tam tutulma, Dünya yüzeyindeki dar bir koridorda gözlenebilir."1.8.1999 GÜNEŞ TUTULMASI - 1.HATIRA PARABelki siz bu yazıyı okurken, hatıra para koleksiyonuna başlamayı kararlaştırırsınız! Belki zaten koleksiyonersinizdir. Belki, "Bu da nesi, ben buraya sinema yazıları için geliyordum! Lanet olsun!" diyorsunuz..! Oysa, şimdiye dek Dünya'da Tam Güneş Tutulmaları anısına çıkarılmış hatıra paralara, bu üç Türk hatıra parasını da ekleyerek iyi bir tematik koleksiyon yapılabilir uluslararası hatıra para koleksiyonerlerince.
Yapanlar da olabilir aslında!11.8.1999 GÜNEŞ TUTULMASI - 2.HATIRA PARAGelelim üçüncü paramıza... 29 Mart 2006 tarihindeki Tam Güneş Tutulması anısına çıkartılmış hatıra paranın sanatçısı Sn.Nesrin Ekşi... Bu para, hakikaten ilginç bir para. Para, 925 ayar Gümüş üzerine Altın kaplama. Türkiye haritasında paralel çizgiler arasında Tam Güneş Tutulması'nın en iyi görüldüğü yerler yani o dar koridor belirtilmiş yazı yüzünde. Tura yüzüyse, kabartma bir siyah, karanlık maddeden mamul! 29.3.2006 TAM GÜNEŞ TUTULMASI HATIRA PARASIParanın çeperine doğru, o karanlığın ardındaki Güneş'ten yayılan haleler pek güzel betimlenmiş. Ağırlığı 23,33 gram sadece. Karanlık, kara kısmın hangi maddeden mamul olduğunu henüz bilmiyorum. Bu konudaki araştırmalarım sürüyor. Bu paramızın nominal değeri 30 Yeni Türk Lirası (YTL). YTL, sadece dört sene kullanıldığı için ve artık sıfırları atılmış Lira'ya döndüğümüzden, ileriki nesillerdeki nümismatlarca YTL ibareli hatıra paralar cazip bulunabilir. Belki sadece YTL yazan paralarla yapılacak bir hatıra para koleksiyonu da kendi içinde, küçük ama tematik olma özelliğiyle ve de günümüz şartlarında kolayca tamamlanabileceğinden, ilginç olabilir... Son bir not özel basım (Proof) hatıra paralara kesinlikle elle dokunmayınız; ya bu iş için özel yapılmış pamuk eldivenlerle ya da çok dikkatlice kenarlarından pamuk bir bezle tutulmalılar. En iyisi, orijinal kapsüllerinde tutmak; gerekmedikçe (kapsül kırılmaları-çatlamaları vb.) hiç dokunmamak. Ovalamamak, temizlememek..! Hele hele "proof" olan bu paraların sadece seyirlik olduğunu asla unutmamak! Satıştan kaldırılan bu paraları ancak nümismati dükkanlarında ve Internet üzerindeki bazı sanal satıcılarda bulmak mümkün artık. Görselliklerinin güzelliğine rağmen, maalesef basım adetlerinin çokluğu (her biri 2500 civarı) yüzünden fiyatları düşük kalıyor şimdilik. İleride koleksiyonerliğin gelişmesiyle ve Türkiye Cumhuriyeti hatıra paralarının Dünya'da hak ettiği yeri almasıyla muhakkak değerleneceklerdir.
Sol lucet omnibus. (Latince) /
Güneş herkes için parlıyor.

9 Temmuz 2010 Cuma

İşçi Sınıfının Yönetmeni: Ken Loach

Ken LoachFilm arşivimizde yanılmıyorsam beş adet Kenneth "Ken" Loach filmi var . (Derleme filmlerini katmıyorum ama katarsam sayı yedi filme ulaşıyor To Each His Own Cinema ve September 11 derleme fimleri ile.) Sadece Ken Loach’a ait film sayısı için yanılmıyorsam diyorum çünkü arşivimizi yazıya dökmeyi tamamladığımda tarih 1 Ağustos 2009’u gösteriyordu (bakınız: Arşivleyebildiklerimizden misiniz?) ve iki adet filmi vardı İngiliz yönetmenin; 1969 yapımı Kes / Kerkenez ve 2000 yapımı Bread and Roses / Ekmek ve Güller. Geçtiğimiz haftalarda arda arda üç filmi daha arşimize eklendi. İzlenme sırasıyla eklenen filmler şunlar: 2004 yapımı Ae Fond Kiss / Duygudan da Öte (nasıl bir çeviriyse ?!), 2007 yapımı It’s a Free World… / İşte Özgür Dünya ve 2002 yapımı Sweet Sixteen / Afili Delikanlı (bu filme de böyle bir çeviri uygun görülmüş ?!).

Onca filmini izlememe rağmen, Ken Loach filmlerini “AY’dan İzlenimler”’e konuk etmemişim bir türlü… Önemsemediğimden değil nedense değinmemişim. Oysa, işçi sınıfının yönetmeni olarak anılmaktan gurur duyduğunu söyleyen ve "Hollywood sinemasının empoze ettiği bir bakış açısı var. Bu taraf tutmaktır. Bu durumda bizler de diğer tarafı tutmalıyız" diyen Ken Loach’ı hiç atlamamam gerekirdi. Şimdi Pandora Kitabevi’nden kitaplar seçerken not ettiğim “Ken Loach ve Filmleri: Hangi Taraftasınız ?” isimli kitapla birlikte hemen yukarıdaki notları yazıverdim. En kısa sürede ilk izlediğim Ken Loach filminden başlayarak bu büyük ustaya daha detaylı değinmek üzere noktalıyorum bugünkü günce notlarımı.Ekmek ve Güller

8 Temmuz 2010 Perşembe

11’e 10 Kala

Toplanabilen ya da biriktirilebilen nesnelerin saklanması, düzenlenmesi ile ilgili uğraş olarak kısaca tanımlanabilen “koleksiyonculuk” aslında başlıbaşına bir disiplin işidir. Öncelikle bilgi, sabır, süreklilik ve sonsuz bir tutku ister koleksiyonculuk. İstediğiniz bir parçaya ulaşmak için sabretmeniz gerekir, yeterli paranızın olması gerekir, elinize geçen fırsatların iyi değerlendirilmesi gerekir. Zor ama bir o kadar da keyifli bir uğraş koleksiyonculuk. Bir bakarsınız biriktirdikleriniz, topladıklarınız tüm yaşamınız olmuş ve koleksiyon/larınız uğruna değer verdiğiniz başka şeylerden, birlikte olduklarınızdan, eşinizden, dostunuzdan vazgeçmişsiniz.Koleksiyoncu Mithat BeyPelin Esmer’in 2009 yapımı 11’e 10 Kala / 10 to 11 filminde anlattığı Mithat Bey görmüş geçirmiş, Amerika’da mühendislik eğitimi almış, eski yazıyı bilen, her şeyi kaydeden, hayata ve biriktirdiklerine sıkı sıkıya bağlı iflah olmaz bir koleksiyoncu. Senaryosunu da yazdığı 11’e 10 Kala yönetmenin ilk uzun metrajlı filmi ve öyküsünü aktardığı koleksiyoncu Mithat Bey’i canlandıran da kendi amcası Mithat Esmer. İlk olarak 2002 yılında tutkulu koleksiyoner amcasının yaşamını Koleksiyoncu / The Collector adlı belgeselle aktarmış izleyicilere yönetmen. 46 dakikalık belgeselde anlattığı eski gazetelerden el fenerine, ansiklopedilerden çakıya kadar her şeyi biriktiren, İstanbul'un çesitli mekanlarında gezip bir şeyler alan koleksiyoncu amcası 2009’da kurguladığı filminin temelini oluşturmuş.

Filmde öyküsüne odaklandığımız tutkulu koleksiyoner Mithat Bey dışında bir de Mithat Bey'in oturduğu apartmanın kapıcısı olan Ali var. Köyünden kalkıp ailesiyle birlikte İstanbul’a gelen ve Emniyet Apartmanı’na kapıcı olarak giren Ali’nin tüm hayatı çalıştığı, oturduğu apartman ve apartmanın çevresiyle sınırlıyken Mithat Bey’in artık yaşlılığı sebebiyle gidemediği mekanlara, semtlere Ali’yi göndermekle görevlendirmesi ona yeni ufuklar açıyor. Bu arada apartmanın diğer sakinlerinin bir yandan deprem korkusuyla bir yandan da daha değerli dairelere sahip olmak amacıyla apartmanı yıktırıp yenisini yaptırtmak arzuları Mithat Bey’in uğruna eşinden ayrıldığı koleksiyonları için ciddi bir tehdit oluyor. Binanın yıkılması durumunda Mithat Bey koleksiyonlarını dolayısıyla tüm emeklerini kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyayken kapıcı Ali de hem oturduğu evini hem de işini kaybedecektir. Adı Emniyet olan apartman artık hem Mithat Bey hem de Ali için emniyetsiz bir yer haline dönüşmektedir.
Haziran 2009’da Cinedergi’deki röportajında 2002’de çektiği “Koleksiyoncu” belgeselinin konusunu geliştirerek 11’e 10 Kala’yı çekmesinin nedeni sorulduğunda, “Koleksiyoncu üzerine sorularım henüz bitmemişti. “ demiş Pelin Esmer. “Merakım dinmedi, dinene kadar da peşinden gitmem gerekiyordu. Çünkü sonuçta o film bir anlamda benim girizgâhımdı, bende daha çok soru oluşturdu ve o soruların cevabını bulmaya çalışmanın yolu da film yapmak. “ İyi ki merakının peşinden giderek bize tutkulu koleksiyoner Mithat Bey’i daha derinlemesine tanıtmış yönetmen. Kurguladığı apartman görevlisi (Mithat bey kapıcı demiyor hiçbir zaman, apartman görevlisi olarak tanımlıyor oturduğu Emniyet Apartmanı’nın kapıcısını) Ali ile de fırsatçıların her dem etrafımızda olduklarını, saf gibi görünen insanların nasıl açıkgöze dönüşebileceklerini çok güzel göstermiş bize.

7 Temmuz 2010 Çarşamba

Mazhar-Fuat-Özkan'dan dinliyoruz; "Majörler tükendi, minörlere yolculuk..."

"Ayrı Birey AY Hanım" ve arkadaşları "Koyu Mavi" ile "Kaz Dağları Perisi"'nin geleneksel "Cadılar" buluşmasına minörler damgasını vurdu bu kez !

5 Temmuz 2010 Pazartesi

Salâh Birsel'in Kediler'i

Kediler



Hayat; bu kez, bir Pazar gününde, deniz kıyısında, güneş altında, şemsiyenin gölgesinde, sürekli esen tatlı bir rüzgarın eşliğinde Salâh Birsel'in Kediler kitabını bitirmek ve kitaba adını veren denemede bir kediyle dost olabilmenin inceliklerini keşfetmekti !

2 Temmuz 2010 Cuma

"2 Temmuz 1993"

2 Temmuz 1993...
17 yıl önce bugün Ortaçağ karanlığı yaşandı !
Unutmayın, unutturmayın !


Şifa İstemem

Şifa istemem balından
Bırak beni bu halımdan
Razıyım açan gülünden
Yeter dikenin batmasın

Gece gündüz o hizmetin
Şefaatin kerametin
Senin olsun hoş sohbetin
Yeter huzurum gitmesin

Taşa değmesin ayağın
Lale sümbül açsın bağın
İstemem metheylediğin
Yeter arkamdan atmasın

Kolay mı gerçeğe ermek
Dost bağında güller dermek
Orda kalsın değer vermek
Yeter ucuza satmasın

Sonu yoktur bu virdimin
Dermanı yoktur derdimin
Gerekmez ilaç yardımın
Yeter yakamdan tutmasın

Nesimi’yim vay başıma
Kanlar karıştı yaşıma
Yağın gerekmez aşıma
Yeter zehirin katmasın

Nesimi Çimen

1 Temmuz 2010 Perşembe

Five Easy Pieces

1970 yapımı Five Easy Pieces / Beş Kolay Parça filminin Carole Eastman tarafından yazılan senaryosunda, başlangıçta müzisyen Dupea ailesinin fotoğraflarıyla tanıştırır bizi kamera. Filmin ismi girdikten sonra, Dupea ailesinin fotoğraflarında yavaş yavaş dolaşan kamera 10 yaşındaki Robert Eroica Dupea (Jack Nicholson)’nın piyano resitali fotoğrafına odaklanır: Five Easy Pieces - Grebner - Played by Robert Dupea / Beş Kolay Parça – Grebner – İcra eden: Robert Dupea.

Yönetmen Bob Rafelson filmini bu sahnelerle başlatmayıp artık bir yetişkin olan Robert Dupea’nın petrol kuyularındaki kamyon üstünde direksiyon salladığı haliyle başlatmayı tercih etmiş. Geçmişini terk eden Robert Dupea’nın seçtiği yeni hayatı film için de başlangıç olmuş. Filmde Robert Dupea’nın farklı bir geçmişe sahip olduğunun ilk ayırdına vardığımız sahne filmin en hoş sahnelerinden biri. Trafiğin sıkıştığı yolda sıcaktan, nemden, sıkışıklıktan bunalan arabasının direksiyonundaki Robert Dupea birden yola atlar, diğer arabalardaki birkaç kişiye sataşır ve birden üstü açık bir kamyonetin arkasında piyanoyu görünce atlayıp Frédéric Chopin’in Fa Minör Op. 49 Fantezisini çalmaya ya da deyim yerindeyse tuşların üzerinde döktürmeye başlar.Robert Eroice DupeaRobert Eroice DupeaKendisini ne kültürlü, zengin, eğitimli geçmişine ne de içinde yer bulmaya çalıştığı işçi sınıfına ait hissedemeyen Robert Eroica Dupea’nın gel-gitlerini, içsel çatışmalarını, kimlik arayışı bunalımlarını çok iyi aktarmış Bob Rafelson ve Jack Nicholson da mükemmel bir oyunculuk çıkarmış. Özellikle filmin son sahnesinde benzin istasyonunda tuvalette bıraktığı statü sembolü ceketi ve sevgilisine verdiği cüzdanıyla var olan her şeyini, eski kimliğini, tüm bağlarını noktalar ana karakterimiz Robert Eroica Dupea ve yeni hayatına doğru yol almak için atladığı tırın şoförü üzerinde sadece bir kazak olduğunu görünce “gittiğimiz yer cehennemden daha soğuk” dediğinde net bir biçimde yanıtlar: “Sorun değil ! Ben iyiyim... İyiyim... İyiyim.”
İçinizi burkan, zaman zaman dokunan, neden-sonuç ilişkisini kuramadığınız (ya da benim kuramadığım) bir film Five Easy Pieces / Beş Kolay Parça. Hüzünlendirdiğinden olsa gerek iki gündür dönüp dolaşıp yine aynı filmden bahsediyorum !
Hemen not düşeyim; filmde çalınan "Five Easy Pieces / Beş Kolay Parça" sırasıyla şunlardır.
Fantasy in F Minor, Op. 49 (Chopin)
Chromatic Fantasy & Fugue (Bach)
E-Flat Maj. Concerto, K. 271 (Mozart)
Prelude in E Minor Op. 28 # 4 (Chopin)
Fantasy in D Minor K. 397 (Mozart)


Bakınız: Sade Omlet ve Yanında Kızarmış Ekmek