31 Ocak 2014 Cuma

Darezhan Omirbayev’in İlk Filmleri

Fransız sinema eleştirmeni Jean-Michel Frodon, 1992’de Le Monde gazetesindeki yazısında, Kazak yönetmen Darezhan Omirbayev (Дарежан Омiрбаев) için “34 yaşındaki bu yönetmen yeni bir evren icat etmiştir.” cümlesini yazmış. 1992 yılı, Darezhan Omirbayev'in yazıp yönettiği ilk uzun metrajlı filmi olan Kaïrat / Kayrat ile uluslararası olarak tanındığı yıl olmuş. Yönetmenin Dostoyevski’nin ``Suç ve Ceza´´ romanından uyarladığı Student / Öğrenci filmi, geçen yıl 32. İstanbul Film Festivali’nde yarışan filmlerden biriydi. Geçtiğimiz yıl kendisiyle yapılmış şu söyleşisinde okuduğuma göre, yönetmen, ilk filmi Kaïrat / Kayrat ile 1992 yılındaki Film Festivali kapsamında da İstanbul’da bulunmuş.
Darezhan Omirbayev’in siyah – beyaz Kaïrat / Kayrat filmi ve bu filminin ardından 1995’de çektiği Kardiogramma / Kardiyogram filmlerini birbiri ardına izleyerek yeni bir evren icat eden, kendine has sinema dilini daha ilk filmlerinden itibaren oluşturmuş olan Darezhan Omirbayev’in sineması ile geç de olsa tanışmış olduğum için çok memnunum. Hoş bir biçimde Kardiogramma / Kardiyogram filminin içinden ilk filmi Kaïrat / Kayrat’ı bir sözcükle de olsa geçirmiş yönetmen. Ayrıca, Kardiogramma / Kardiyogram filminin içinden her zaman rahatlıkla ayırt edebileceğiniz Godfather / Baba filminin Nina Rota'ya ait olan muhteşem ana tema müziği de geçiyor.

Darezhan Omirbayev’in filmlerini izleyince, kültür emperyalizminin ne kadar ürkütücü olduğunu görebiliyorsunuz. Kültür sömürgeciliği oldukça sinsi, sessiz ama gayet sistematik bir biçimde hedeflerine ulaştırıyor güçlü olanı. Uyanık olmak gerek, her daim!

30 Ocak 2014 Perşembe

Les Choses de la Vie

Fransız yönetmen Claude Sautet, daha sonra bir nevi fetiş haline getirip yine bir arada üç, ayrı ayrı da birer film daha çekeceği ünlü oyuncular Michel Piccoli ve Romy Schneider’la ilk kez bir araya 1970 yapımı Les choses de la Vie / The Things of Life / Hayatın Şeyleri (Hayat Bağları) filminde gelmiştir. Paul Guimard’ın aynı adlı romanından uyarlanan Les choses de la Vie / The Things of Life / Hayatın Şeyleri filmi Claude Sautet'e uluslararası tanınmışlık sağlayan ilk filmi de olmuştur. Güzel, nitelikli filmleri yeniden çevirmekte ve çoğu zamanda da bozmakta hiç bir sakınca bulmayan Hollywood sineması, 1994'te de bu filmi tekrar yorumlamıştır. Marc Rydell tarafından Intersection / Kesişme adıyla yeniden çekilen ve kişisel görüşüme göre hiç bir şekilde aslının tadında olmayan bu filmin başrollerinde Richard Gere, Sharon Stone ve Lolita Davidovich yer almıştır.
Les choses de la Vie / The Things of Life / Hayatın Şeyleri filmi, ana karakter Pierre’in araba kazası sahnesiyle başlar. Karısı Catherine’i (Léa Massari) terk ederek sevgilisi Hélène (Romy Schneider) ile yaşayan Pierre (Michel Piccoli) kaza sonucu arabadan fırlamış halde yerde yatarken tüm hayatı geriye dönüşlerle gözlerinin önünden geçer… Geriye dönüşlerde Pierre’in karısı ve oğluyla olan yaşantısını, bir müzayedede tanıştığı genç kadınla sevgili oluşunu, karısını terk edip sevgilisiyle beraber yaşamasını, 2 haftalık tatil için karısı ve oğlunun yanına gitmek isteyince sevgilisiyla arasının bozuluşunu, kendisine aşkla bağlı genç kadına bir mektup yazarak karısına dönmeye karar verdiğini ama sonra bu mektuptan vazgeçip sevgilisini telefonla arayıp buluşmaya çağırmasını ve beklenmedik kazayı izleriz. Hastahane sahnelerinde kalbi kırık karısına teslim edilen özel eşyalarının arasında Pierre’in sevgilisi Hélène’e yazdığı ayrılık mektubu da vardır. Pierre’in yazdığı mektupla bir bakıma hüzünle karışık bir sevinç yaşayan Catherine, pencereden gözyaşları içinde hastahaneye koşarak gelen genç sevgiliyi görür. Bu noktadan sonrası genç bir kadın yüzünden terk edilmiş kalbi kırık eş için hayli soylu bir seçim olacaktır. Meraklısı için kendimi zorlayarak daha fazla bahsetmeyeceğim. Romy Schneider güzellemesi olarak da nitelendirebileceğim Les choses de la Vie / The Things of Life / Hayatın Şeyleri filmi sinefillerin arşivlerinde olması gereken bir film, mutlaka edinin ve izleyin !

Claude Sautet’in Romy Schneider ve Michel Piccoli ile beraber çektiği diğer filmler şunlardır: 1971 yapımı Max et les ferrailleurs / Max and the Junkmen / Şeref Yolu , 1972 yapımı César et Rosalie / César and Rosalie / Sen ve Ben ve 1976 yapımı Mado. Ayrıca, Claude Sautet, 1974 ylında Michel Piccoli ile Vincent, François, Paul... et les autres / Vincent, François, Paul and the Others / Sen, Ben ve Diğerleri filmini, Romy Schneider ile de 1978’de Une histoire simple / A Simple Story / Basit Bir Hikaye filmini çekmiştir.
Claude Sautet demişken, yönetmenin sinema kariyerinde sondan bir önceki filmi olan, 1992 yapımı Un coeur en hiver / A Heart in Winter / Ayazda Bir Yürek filminin başucu filmlerimden biri olduğunu da yazmadan geçemeyeceğim.
Son olarak, ``Hayatın Şeyleri´´, ne kadar anlam yüklü değil mi?

21 Ocak 2014 Salı

Blue Jasmine

Oscar ödüllerini takip etmem, çok umursamam ama elbette şöyle bir bakarım sonuçlara… Woody Allen’in yazıp yönettiği, 2013 yapımı Blue Jasmine / Mavi Yasemin filminin ana karakteri Cate Blanchett’ın bu yılki Oscar Ödülleri’nde “En İyi Kadın Oyuncu” adaylardan biri olduğunu öğrendim filmi izledikten sonra. Karar veren elbette ben değilim ama Blanchett fazlasıyla hak ediyor bence bu ödülü almayı. Nevrotikliğinin doruklarında muhteşem bir “Jasmine French” karakteri yorumlamış Cate Blanchett… Hiç durmaksızın konuşulan, hayli yorucu ve zaman zaman asap bozucu Blue Jasmine / Mavi Yasemin filmi, Woody Allen’in 2009’da New York’ta çektiği Whatever Works / Kim Kiminle Nerede ? filminden sonra yeniden Amerika’ya dönüp çektiği film olmuş. Woody Allen, ana karakteri sosyetik New York kadınını, zenginlik dolu hayatı tepetaklak olunca San Francisco’ya taşındırtıp, uzun zamandır izlediğim en keyifli “Woody Allen” filmini kotarmış.

Hakikaten "Mavi Yasemin" diye bir yasemin türü var ve de çok güzel bir çiçek ama Jasmine'in başına gelenlerden olsa gerek filmin adındaki “blue” daha çok “hüzünlü” anlamına geliyor bence.

8 Ocak 2014 Çarşamba

Sunday, Bloody Sunday

Bugün Pazar değil. Fazlasıyla farkındayım. (Peşinen belirteyim, Pazar günlerinin ayrı bir önemi var benim için. ) Başlığın 1972’de Kuzey İrlanda'nın Derry kentinde 26 silahsız göstericinin İngiliz askerleri tarafından vurulması ve 13'ünün ölmesi ile sonuçlanan korkunç olay üzerine yapılmış Bloody Sunday /Kanlı Pazar filmi veya 1972’de gerçekleşmiş bu olayın ardından rock grubu U2’nun bestelediği, 1983 tarihli “War” albümlerinde yer alan “Sunday Bloody Sunday” şarkısı ile de ilgisi yok. Açıkçası John Schlesinger’in 1971 yapımı Sunday, Bloody Sunday / Allah'ın Belası Pazar filmini izlemeye başlamadan bu olayla ilintisi olduğunu düşünmüştüm. Elbette hiç bir ilinti yok ve sanırım “Allah'ın Belası Pazar” denilmesinin sebebi filmin bir Cuma gününden başlayarak izleyiciye aktardığı 10 günlük süredeki Pazar günlerinin bıraktığı etkiler yüzünden. Karmaşık bir eşcinsel/biseksüel/heteroseksüel aşk üçgeni var filmde. Aynı cevap verme servisini kullanıp, aynı adama aşık olup, hiç karşılaşmadan birbirlerinin farkında olan ve aşık oldukları uçarı sanatçı, egoist, biseksüel Bob Elkin’in (şarkıcı/oyuncu Murray Head bu rolde) ülkeyi terk edip gitmesiyle yıkılıp, kendilerini yarım kalmış hisseden eşcinsel Yahudi doktor Daniel (Peter Finch var bu rolde) ile boşanmış heteroseksüel genç kadın Alex’in (Glenda Jackson canlandırıyor) yaşadıkları, hissetikleri, ruh halleri çok güzel yansıtılmış.
Alex, Bob Elkin’i, yalnızca kendisi için isterken, Daniel daha bir kabullenmiş gibi paylaşmayı fakat sonuçta, gülen, her ikisi de olamıyor; Bob Elkin’in gitmesiyle bir başlarına kalıveriyorlar.
Penelope Gilliatt’ın senaryosunda ve John Schlesinger’in muhteşem çekimlerinde, ön planda üst-orta sınıfa mensup İngilizler'in bireysel ve ailevi sorunlarını izlerken, arka planda da Londra sokaklarında neler olup bitiyor, İngiliz toplumu nasıl yozlaşıyor, hayli ilginç kesitler gözlemliyoruz.
Sunday, Bloody Sunday / Allah'ın Belası Pazar filminin, sinema perdesinde ilk tutku ve sevgi dolu eşcinsel öpücüğün, hem de neredeyse film başlar başlamaz, vurucu bir şekilde göründüğü film olarak adını sinema tarihine yazdıran bir film olduğunu belirterek noktalıyorum günce notlarımı.

7 Ocak 2014 Salı

Yukio Mishima'yı Okuyabilmek ya da Okuyabilmek !

Hayat; bu kez, sabahın erken saatlerinden başlayarak, en çok da sevgili(m) kocamın etkisiyle Japonların tartışmasız en ilginç yazarlarından Yukio Mishima okumak demek ! Öyle görünüyor ki, "yaşayacak gücüm yok ama bir satır, sadece tek bir satır daha fazla yazmak için yaşamımı sürdürmeliyim" diyen Mishima'nın kitaplarıyla bezeli olmaya uzun bir süre devam edecek hayat !

Yukio Mishima ile ilk tanışmam, Paul Schrader’in senaristlerinden biri de olduğu, 1985 yapımı Mishima: A Life in Four Chapters / Mishima: Dört Bölümde Bir Hayat filmiyle olmuştu aslında. Mishima’nın eserleri kullanılarak kurguyla gerçeklik arasında gidip gelen ilginç bir biyografik bir film Mishima: A Life in Four Chapters. İzleyeli oldukça uzun bir süre oldu bu filmi ama pek çok başka film gibi günceme konuk etmemişim nedense. Değinmek için gün bugünmüş. Mishima'nın kitaplarından ya da Schrader'in filminden başlayarak ayrıksı yazar Yukio Mishima ile tanışmasını öneriyorum ``Ay'dan İzlenimler´´'in takipçilerine...