28 Kasım 2014 Cuma

Yeniden L'eclisse


Filmle ilgili izlenimlerim için tıklayınız:
Shivaree söylüyor: "Goodnight Moon"

26 Kasım 2014 Çarşamba

...ve Alice... ve Beyaz Tavşan ...
ve Harikalar Dünyası...

Lewis Carroll mahlasını kullanan Charles Lutwidge Dodgson'ın Alice'le birlikte okuyucularını beyaz tavşanın peşinde tavşan deliğinden geçirerek ulaştırdığı fantastik harikalar dünyasını anlatmaya başlamasından beri tam 149 yıl geçmiş. Kitabın ilk baskı tarihi 26 Kasım 1865 olarak geçiyor.
The Lewis Carroll Society'nin sitesindeki açıklamalara göre, "Alice’s Adventures in Wonderland" kitabının ilk basımı Temmuz 1865'de yapılmış ancak Lewis Carroll, çizimleri yapan John Tenniel'in ortaya çıkan sonuçtan memnun kalmadığını öğrenince basılan kitapları dağıtımdan çektirmiş. 26 Kasım 1865'te, 4000 adet olarak yeniden baskısı yapılan "Alice’s Adventures in Wonderland", Lewis Carroll'ın deyimiyle mükemmel sanatsal baskısıyla okuyucularına ulaşmış, ulaşmaya devam ediyor. Filmleriyle de ayrı keyif veriyor.
Alice'le sarmaşıklığım tıpkı AY'la olan sarmaşıklığım gibi. Alice'in doğum günü için yine yeniden Grace Slick'ten dinliyoruz.

FOLLOW THE WHITE RABBIT !
FEED YOUR HEAD !


21 Kasım 2014 Cuma

Chop Shop

New York sinema dünyasının göz bebeği şehirlerinden biri belki de ilk başta geleni… Sinemaseverlerin de daha gitmeden bile filmlerden tanıyıp öğrendiği başlıbaşına büyülü bir yer. Büyülü olmasına büyülü ama İran kökenli Amerikalı yönetmen Ramin Bahrani, 2007 yapımı Chop Shop filminde bambaşka bir New York ile tanıştırmış izleyicisini. “Chop Shop” yani çalıntı arabaların tek parça girip, başka başka yerlere, kişilere satılmak üzere bir sürü parçaya ayrıldıkları dükkan.
“Buyrun, bir de Willets Point (Queens)’deki oto sanayi bölgesinden bakın New York’a…” diyor Bahrani ve anasız babasız 12 yaşındaki Alejandro ile 16 yaşındaki ablası Isamar’ın “Iron Triangle / Demir Üçgen” diye de adlandırılan Queens bölgesinin Willets noktasındaki hurda parçaları arasındaki hayatlarına, daha doğrusu hayat mücadelelerine dokunuyor. Hayli acıtan, sinir bozucu ama Nietzsche’nin deyimiyle en son kötülük de olsa “umut var” mottosuyla izleyicisini sakin sakin gerçeklerle yüzleştiriyor Ramin Bahrani.

Chop Shop vesilesiyle Ramin Bahrani’nin 2012’de, Sigur Rós grubunun Valtari albümündeki “Ég anda” şarkısı için çekmiş olduğu kısa filmi de günceme konuk ederek noktalıyorum notlarımı. “Ég anda” yani “Nefes alıyorum”… İlginç ve takip edilecek bir yönetmen Ramin Bahrani.

20 Kasım 2014 Perşembe

Mike Nichols geçti bu Dünya'dan.


1966'da Who's Afraid of Virginia Woolf? / Kim Korkar Hain Kurttan? filmiyle başlayan sinema kariyeri tüm sinemaseverlerin belleğine kazınan 1967 yapımı The Graduate / Mezun ile devam eden Amerikalı yönetmen Mike Nichols aramızdan ayrıldı. Merak etmeden duramıyorum acaba ölüme geçiş The Graduate filminin havuz sahnesindeki gibi midir? Birdenbire atlarsın ve ...
Graduate (1967) - Swimming Pool Scene - Video Dailymotion

Bobby Womack - California Dreamin'
( FISH TANK tribute )

Boby Womack'ın 1968'de yorumladığı ('cover'ladığı, The Mamas & The Papas müzik grubunun ‘California Dreamin’ şarkısı, İngiliz kadın yönetmen Andrea Arnold'un yazıp yönettiği 2009 yapımı Fish Tank filminin "leitmotif"i olur. Bir şarkı bir filmle her anlamıyla bu kadar örtüşebilir...

19 Kasım 2014 Çarşamba

Pink Floyd:
Come In Number 51, Your Time Is Up

Hemen hiç kimse, Rick Wright’ın 2008’de yaşamını yitirmesinin ardından yeni bir Pink Floyd albümü beklemezken, David Gilmour ve Nick Mason, 20 saati aşan eski kayıtlarını dinleyip, buradan yeni bir albüm çıkabileceğini düşünmüşler, yeni eklemeler yapılmış ve "Louder Than Words" şarkısı dışında tamamen enstrümantal bir albüm olan "The Endless River / Sonsuz Nehir" ortaya çıkmış. Takipçileri bilir, albüm 10 Kasım 2014 tarihinde yayınlandı ve içerisinde adı Türkçe olarak "Anısına" olarak adlandırılmış bir şarkı da var. Ancak, bugün günceme, Pink Floyd'un "The Endless River / Sonsuz Nehir" albümünden şarkı/ları değil, Michelangelo Antonioni'nin Amerika'da çektiği tek film olan 1970 yapımı Zabriskie Point / Zabriskie Noktası filminin final sahnelerindeki 'psychedelic' şarkıyı konuk ediyorum. "Careful With That Axe, Eugene" adındaki şarkı 1968'de "Point Me At The Sky" single'ında ilk kez yayınlanmış ve "Ummagumma" albümünde de konser versiyonuyla dinleyicilerine ulaşmış. Michelangelo Antonioni'nin 1970 yapımı Zabriskie Point / Zabriskie Noktası filminin final sahnelerinde daha değişik bir versiyonla "Come In Number 51, Your Time Is Up" adıyla yer almış ve belleklere patlama görüntüleriyle birlikte kazınmıştır. Filmle ilgili notlar için şu başlığa; Hayaller ... Gerçekler... , "Come In Number 51, Your Time Is Up" şarkısı için aşağıdaki ekrana tıklayabilirsiniz. Roger Waters'ın ürperten çığlığına dikkat :)

18 Kasım 2014 Salı

Hatsukoi: Jigoku-hen

Hem Japon hem “Yeni Dalga”! Bir filmden daha başka ne beklenebilir ki? Susumu Hani’nin Shûji Terayama ile birlikte senaryosunu kotardığı, ağırlıklı olarak siyah-beyaz, 1968 yapımı Hatsukoi: Jigoku-hen / Nanami: The Inferno of First Love / İlk Aşkın Cehennemi filmi başlarda çok basit bir öyküye dayanıyormuş izlenimini verdirtiyor izleyicisine. Kız (Nanami) ve oğlan (Shun) karşılaşır. Sevişecekleri bir otel odasına giderler. Kız hemen soyunur. Oğlansa çekingendir. Olay her ikisinin geçmişlerini anlattığı terapi seansına döner. Kızın iş bulmak için büyük kente geldiğini ama ancak çıplak modellik işi bulabildiğini öğreniriz. Kızın iş için gittiği iki stüdyodan biri sadomazoşistlerin devam ettiği bir stüdyodur. Oğlanın babası çocukken ölmüş, annesi kendisini bırakıp gitmiş ve bir koruyucu aile yanına verilmiştir ama koruyucu babasının cinsel istismarına senelerdir maruz kalmıştır. İki genç otel odasından ayrılırlar ve ayrı ayrı hikayelerinin peşinden gideriz. Kız stüdyolara girip çıkmaya devam eder. Oğlan parkta küçük bir kız çocuğuyla arkadaş olur, bu arkadaşlık yanlış anlaşılır. Olaylar gelişir, oğlan tutuklanır ve kendisini hipnotize eden doktora yaşadığı cinsel istismarla ilgili tüm gerçekleri anlatır. Rahatlar. Tamam, her şey artık yoluna girecek diye umutlanırsınız. Oğlan kızı bulur ve aynı otel odasında buluşmak üzere sözleşirler. Ama...
Her zaman bireylerin tek tek ilgi alanı olduğunu söyleyen Susumu Hani, derdinin bireylerin içindeki en gerçekçi resmi yakalamak olduğunu belirtmiş. Bence bu filminde Nanami ve Shun karakterlerinde en gerçekçi ve bir o kadar da acımasız yönleri büyük bir titizlikle işlemiş. Film ilerledikçe izleyiciyi “tekrar bir araya gelebilecekler mi?” hususunda da merakta bırakmış. Meraklısı mutlaka edinip izlemeli bu filmi diyerek, Aragon’un sevdiğim şiirine gönderme yaparak noktalıyorum notlarımı: “Mutlu aşk yoktur.”

17 Kasım 2014 Pazartesi

Mean Streets / "Be My Baby"

Bazen bir filmle ilgili farklı bir ayrıntıya ulaşmak için beklemeniz gerek zamanını... 26 Temmuz 2012'de günceme konuk ettiğim Martin Scorsese’i Martin Scorsese yapan film olarak kabul edilen 1973 yapımı Mean Streets / Arka Sokaklar filminin açılış sahnesinde The Ronettes grubunun "Be My Baby" şarkısı birdenbire ana kahramanlardan Charlie'nin (Harvey Keitel canlandırıyor) kafasının içinde çalmaya başlar. Charlie'nin anıları, tüm hayalleri, korkuları, İtalyan Mahallesi'nin “arka” sokaklarının başlangıcında şarkıyla birlikte yavaş yavaş belleğimize işlemeye başlar.72 yıl önce bugün doğmuş olan Martin Scorsese, Mean Streets / Arka Sokaklar filmiyle, müzik kullanımının farklılığını ve bundan sonraki tüm filmlerinde de kullanacağı müziklerin filmlerinden bağımsız olamayacağını izleyicilerinin gözlerine ve kulaklarına yerleştirmiştir.
Film için lütfen tıklayınız: Mean Streets / Arka Sokaklar

14 Kasım 2014 Cuma

La folie Almayer

Chantal Akerman’ın, Joseph Conrad’ın, 19. Yüzyıl sonlarında Borneo Adası’nda geçen Almayer’s Folly adlı ilk romanından serbest uyarladığı ve 1950li yıllardaki Malezya'ya taşıdığı 2011 yapımı La folie Almayer / Almayer's Folly / Çılgın Almayer filmi kısaca özetlersem bütünüyle bir tropikal travma! Film Türkçemizde “Budala Almayer” olarak geçiyor ama “Çılgın” demek hatta “Almayer’in Çılgınlığı” olarak çevirmek daha doğru geliyor bana. İzlerseniz anlayacaksınız Almayer kendi çılgınlığında yaşıyor çünkü. Hep böyle oluyor sanırım, kolonilerinde yaşayan Avrupalılar giderek hastalanıyorlar ve travmanın, melankolinin içinde buluyorlar kendilerini.
Film eleştirmeni Michael Guillén'in, La folie Almayer / Almayer's Folly / Çılgın Almayer filminin, Los Angeles AFI International Film Festivali'nde gösterildiği 2011 Kasım ayında Chantal Akerman ile gerçekleştirdiği söyleşide filmi çekmeye nasıl karar verdiğini şöyle anlatmış Akerman: “Conrad’ın kitabından okuduğum ilk bölümlerde babanın yani Kaspar Almayer’in kızı Nina’ya ‘dön bana, dön bana, dön bana’ diyerek yakarışından çok etkilendim. Hatta ağladım. Aynı gün Murnau’nun 1931 yapımı Tabu filmini izledim. Conrad’ın kitabındaki o bölüm ve ardından Tabu filmi birden kafamda kıvılcımların oluşmasını sağladı ve Almayer’in filmini çekmeye karar verdim. Aslında romanın irdelediği sömürgecilik ve doğurduğu sonuçlar değildi ilgi alanım, ben daha çok duygularla ilgiliydim. Üstelik doğa ile bu kadar haşır neşir film de yönetmemiştim. Filmi çekmeye başladığımda senaryonun beni ister istemez fazlasıyla özgür bıraktığını hissederek çalıştım." Aslında Chantal Akerman’ın Almayer ve kızı Nina’nın hissettiklerine yoğunlaşması hoş olmuş ama daha önce güncemde irdelediğim Les rendez-vous d'Anna / The Meetings of Anna / Anna’nın Buluşmaları filminde değindiğim üzere, ekranda geçiyor olan herşeyi olduğu gibi geçtiği süre içinde izleyiciye aktaran bir yönetmen olan Akerman sabrınızın sınrılarını sonuna kadar zorlamayı her zamanki gibi başarmış bu filminde de. Dediğim gibi tam bir tropikal travma La folie Almayer / Almayer's Folly / Çılgın Almayer filmi ve içinde yok yok. Tüm Uzakdoğu’da istedikleri gibi at koşturarak bütün o toprakları sömüren Avrupalıların düştüğü bunalımlar, melez çocukların durumu, babanın kızına olan tutkusu, aşk, ölüm, nehir, afyon ve elbette Dean Martin’in yorumuyla filmin tema müziği haline gelmiş “Sway”.


Chantal Akerman’ın sevdiğim diğer filmi için başlığa tıklayabilirsiniz:
Les rendez-vous d'Anna / The Meetings of Anna / Anna’nın Buluşmaları

13 Kasım 2014 Perşembe

Ladri di Biciclette

Büyük İtalyan usta Vittorio De Sica aramızdan ayrılalı kırk yıl oluyor... Ladri di Biciclette/ Bicycle Thieves / Bisiklet Hırsızları ile anıyorum...
Vittorio De Sica denilince aklıma ilk gelen Ladri di Biciclette/ Bicycle Thieves / Bisiklet Hırsızları filmidir. 1948 yapımı bu film, İtalyan yeni gerçekçilik akımının başyapıtlarından biridir. Belleğim beni yanıltmıyorsa İtalyan yönetmen Vittorio De Sica arşivimizde 1962 yapımı Matrimonio all'italiana / Marriage Italian-Style / İtalyan Usulü Evlilik filmiyle de yer alıyor. Ladri di Biciclette/ Bicycle Thieves / Bisiklet Hırsızları filmi hüzünlü öyküsü, çekimleri ve sadeliğiyle kalbimi fethetmiş ender filmlerden biridir.

Bu arada filmin yönetmeni Vittorio De Sica ile senaristi Cesare Zavattini'nin sinema tarihinin en uzun süren işbirlikteliğini de gerçekleştirdiklerini not düşmek istiyorum. Zavattini Ladri di Biciclette/ Bicycle Thieves / Bisiklet Hırsızları dışında sayısı yirmiyi geçen başka senaryolar da yazmıştır Vittorio De Sica için. Ağırlıklı olarak tüm senaryolarda II. Dünya Savaşı sonrası İtalya’sıdır değinilen. İtalya'daki toplumsal adaletsizlik, insanların çaresizliği ve umutsuzluğu, sömürülmeleri, zor hayat koşulları adeta bir belgesel tadında aktarılmıştır İtalyan yeni gerçekçiliğinin kuramcısı olarak da adlandırılabilecek Cesare Zavattini tarafından.

Tamamiyle halktan oyuncularla gerçekleştirilen filmde II. Dünya Savaşı sonrasında Roma'nın kenar mahallelerinde yaşayan insanların hayatlarına tanık oluruz. Uzun bir süredir işsiz olan ana kahraman Antonio Ricci(Lamberto Maggiorani canlandırıyor)'ye İş Bulma Kurumu tarafından bisikleti varsa bir işe (Roma sokaklarına afiş asma işidir bu iş) başlayabileceği söylenir. Evdeki yatak çarşaflarını rehine vererek karşılığında daha önce rehine verdiği bisikletini geri alır, başvurusunu ilgili kuruma yapar ve ertesi sabah işbaşı yapabileceğini öğrenir Antonio.Antonio ve Brunoİş bulduğu için mutludur. Oğlu Bruno (Enzo Staiola canlandırıyor) da gurur duymaktadır babasıyla. Bruno'nun gözleri bisikleti temizlerlerken ışıl ışıldır.Antonio işbaşı yaptığı ilk günde...Ancak mutluluk sürekli olamayacak ve daha işbaşı yaptığı ilk gün Rita Hayworth'ın (bir bakıma içinden film geçiyor da diyebiliriz bu film için çünkü asılan afiş Rita Hayworth'ın Gilda filmindendir.) afişini duvarlara yapıştırırken bisikleti çalınacaktır Antonio'nun. Herşey bir anda altüst olmuştur. Bisiklet yoksa işi de olmayacaktır...KilisedeFilmin devamında Antonio ile oğlu Bruno'nun yoksul mahallelerden kiliselere, bit pazarından bisikletin nerede olduğunu söyleyebileceğine bel bağlanan bir nevi medyum olarak adlandırabileceğimiz kadına kadar çaresizce çalınan bisikletin aranmasını izleriz...Bit pazarındaUmutsuzca süren arayışın sonunda son kalan paralarıyla bir lokantaya girer baba oğul...En dokunaklı sahnelerden biridir lokanta sahnesi. Bruno'nun hüzünlü gözlerini özgüvenle dolu pırıltılar içinde görürüz. Babası ona yemek ısmarlamaktadır, bu an onca yoksulluğun içinde umudun bir an parladığı andır. BrunoÇalınan bisikletin peşinde baba oğulun ilişkisi an be an perdeden izleyiciye yansır, sıradan hayatların sıradan hüzünlü öyküsüdür film ve Antonio'nun başkasının bisikletini çalmak üzere hamle ettiğinde küçük Bruno'nun gözlerindeki hayal kırıklığıdır.BrunoÇaresizliğin, yoksulluğun ve bunların neler yaptırtabileceğinin en sade haliyle anlatımıdır Ladri di Biciclette/ Bicycle Thieves / Bisiklet Hırsızları. Beklentiniz doğrultusunda mutlu sonla bitmez; "Fine" yazısını ekranda gördüğünüzde boğazınızdaki yumru büyür !
Not: Ladri di Biciclette/ Bicycle Thieves / Bisiklet Hırsızları filmi ile ilgili izlenimlerim ilk olarak 13 Aralık 2010 tarihinde yayınlanmıştır.

12 Kasım 2014 Çarşamba

También la lluvia

Su, gezegenimizin en büyük sorunu, temiz su temininde daha fazla kar etmek için tüm yolları mübah sayan kapitalist sistemin de en önemli hedeflerinden biri. Suyun ticarileştirilerek tekelleştirilmeye çalışılması Dünya’nın pek çok yerinde direnişlerle karşılandı, karşılanmaya devam ediyor. Bolivya’nın üçüncü büyük kenti olan Cochabamba’daki su savaşları, Cochabamba halkının onurlu karşı koyuşu, Paul Laverty'nin senaryosunu kotardığı, Icíar Bollaín’in 2010 yapımı También la lluvia / Even the Rain / Yağmuru Bile filminde oldukça hoş bir dille “film içinde film” olarak anlatılıyor.
Yönetmen Sebastián (Gael García Bernal canlandırıyor) ve yapımcı Costa (Luis Tosar bu rolde), Kristof Kolomb’un Amerika’yı keşfetmesiyle başlayan sömürgeleştirmeyi, Kızılderililerin köleleştirilmesine karşı gelen bir rahibin öyküsü ve Kızılderililerin direnişi ile birlikte anlatmayı hedefliyor filmlerinde. Elbette film ekibi olarak o kadar uyanıklar ki, Bolivya’ya gelip fiziksel olarak Kızılderililere benzeyen Inkaları günde sadece 2 dolara oynatmaya karar vermişler (eh tabii, filmin de kar etmesi gerek!) ve hayatta bu filmden başka önemli bir şey olmadığını düşünürken kendilerini Cochabamba su savaşlarının içinde buluvermişler. Filmin içindeki filmde 500 yıl önce altın için gelen “beyaz adam”ın yerlileri köleleştirmesine karşı duran Kızılderili lider Atuey’i canlandıran Daniel (Juan Carlos Aduviri oynuyor), aynı zamanda su mücadelesinin önde gelen direnişçilerinden biri.
Sürekli olarak yönetmen ve yapımcı tarafından su ile ilgili eylemlerden uzak durması konusunda uyarılıyor. Filmin içindeki filmdeki sömürü ve filmin içindeki filmin çekildiği zamandaki sömürü ile bir de su direnişi öylesine güzel örtüşüyor ki, bir kez daha anlıyoruz böyle gelmiş, böyle gider ama bu duruma dur demek de haksızlığa uğrayanlara düşer! (Böyle gelmiş böyle gidiyor olsa da, tek tesellim var, herşeyin farkındayım ve mutsuzum ancak ruhum yine de anarşist diyerek araya notumu da düşüyorum!)
Film vurucu. Karşılaştıkları her sorunu para ile aşmaya çalışan ve ne olursa olsun filmini tamamlamaktan başka bir şey düşünmeyen yönetmen için filmi elbette Daniel’in özgürlüğünden çok daha önemli. Ancak film ilerledikçe Daniel’in özellikle yapımcı Costa’nın ve az da olsa yönetmen Sebastián’nın fikirlerini değiştirdiğini görüyoruz.
Icíar Bollaín’in También la lluvia / Even the Rain / Yağmuru Bile filminden bir yıl sonra yönettiği 2011 yapımı Katmandú, un espejo en el cielo / Kathmandu Lullaby/ Gökyüzünde Bir Ayna günceme 4 Aralık 2013 tarihinde konuk olmuştu. İzlenimlerime ulaşmak için lütfen tıklayınız: Katmandú, un espejo en el cielo / Kathmandu Lullaby/ Gökyüzünde Bir Ayna

11 Kasım 2014 Salı

Suden vuosi

Fin sineması ilgi alanlarımdan biridir. Özellikle Mika ve Aki Kaurismäki kardeşler en sevdiğim Fin yönetmenlerdir. Yan taraftaki “Ay'dan İzlenimler'de Ara” kutucuğuna isimlerini yazarak her iki yönetmene ait filmlerle ilgili izlenimlerime ulaşabilirsiniz.
Dün gece izlediğim 2007 yapımı Suden vuosi / The Year of the Wolf / Kurt Yılı filmi son tanıştığım Fin yönetmen Olli Saarela'ya ait. Filmden çok fazla bahsetmeyeceğim. Filmin açılış sahnesindeki Fin grup Indica'ya ait "Vettä vasten" şarkısı eşliğindeki sürreal görüntüler çoktan kalbimi kazanmış filmler arasına taşıdı Suden vuosi / The Year of the Wolf / Kurt Yılı'nı.
Bu filmin kalbimde ayrı bir yer etmesini elbette baba ile kzı arasında geçen şu muhteşem diyalog da sağlıyor. :)
”Hayatta Baudelaire'den önemli şeyler de var.”
der kızı babasına.
”Elbette” diye yanıt verir baba,
“Cervantes var, mesela !”

Adieu au langage

Jean-Luc Godard 83 yaşında. İlk uzun metrajlı filmi olan 1960 yapmı À bout de souffle / Breathless / Nefes Nefese artık bir klasik. Son güncel, uzun metrajlı filmi, 2014 yapımı Adieu au langage / Goodbye to Language / Dile Veda , elimde olmayan sebeplerle takip edemediğim Filmekimi programında yer alıyordu. Şimdilik, izleyene dek, tanıtımıyla idare edeceğim.

10 Kasım 2014 Pazartesi

1881 - ....

.

7 Kasım 2014 Cuma

Tanrılar / Bir Felidae Romanı




Akif Pirinçci’nin Felidae serisi devam ediyor. Şimdi başucu kitaplarıma Tanrılar da eklendi. (Diğer kitaplar sırasıyla: Felidae / Francis / Cave Canem / Düello / Salve Roma!) Çizgi filmle ilgili daha önce yazdığım girdi için tıklayınız: Felidae)

Tôkyô tawâ:
Okan to boku to, tokidoki, oton

Tôkyô tawâ: Okan to boku to, tokidoki, oton / Tokyo Tower: Mom and Me, and Sometimes Dad / Tokyo Kulesi: Annem ve Ben, Bazen de Babam filmini izlerken, henüz film hakkında hiç bir ön bilgiye sahip değilken -filmde annenin hastalığıyla ilgili sahneler o kadar detaylandırılarak verilmişti ki- bu öyküyü yazanın gerçek hikayesi olduğunu anlamıştım. Tahminimde yanılmadığımı film bittikten sonra anladım. Yazar Rirî Furankî’nin otobiyografik romanını, Suzuki Matsuo senaryolaştırmış ve Joji Matsuoka 2007’de filme çekmiş. Bu arada Rirî Furankî’nin mahlasının da Lily Franky olduğunu belirteyim hemen. Yazarın annesi ve babası, kendisi daha 3 yaşındayken ayrı yaşamaya başlıyorlar ve anne zorluklar içinde oğlunu tek başına büyütüyor. 15 yaşında Tokyo’ya okumaya gelen yazarın burada hayata tutunmaya çalışması, çok daha sonra nihayet 15 yıl boyunca görmediği annesini yanına alması, annesinin hastalığı… Öykünün kendisi yeterince zorlu, ancak özellikle hastane sahnelerini daha bir zorlanarak izliyorsunuz.
Acımasız, hatta çoğu kişiye yanlış ve zavallı bir düşünce gibi gelecek bir ön yargım var. Tüm ülkelerde yaşanacak tek yerin o ülkenin en kalabalık ve en büyük kenti olduğunu, o kent dışındaki her yerin de “taşra” olduğunu düşünürüm. Bu durumda Japonya’da tek yaşanacak yer Tokyo’dur benim için. (Kendi ülkem için de elbette İstanbul’dur tek yaşanacak yer !) Otobiyografisini bize aktaran yazar Rirî Furankî bu ön yargımı fazlasıyla destekliyor ve Tokyo’ya gelip, Tokyo’da kendine yerleşik hayat kurabilmek için çok çabalıyor. Bu arada Rirî Furankî’nin sadece yazar değil, aktör, grafiker, fotoğrafçı ve tasarımcı olarak çok yönlü biri olduğunu da hemen belirteyim. Hatta başrollerinden birinde olduğu Gururi no koto / All Around Us / Çevremizdeki Herşey filmiyle, filmin adına tıklayarak ulaşabileceğiniz üzere, konuk olmuştu günceme.
Filmdeki Tokyo Kulesi önce yazarın babasının bir gençlik fotoğrafında, henüz yapım aşamasındayken görünüyor. Yazar için ulaşılması ve sürekli orada yaşaması gereken bir hedef haline gelen Tokyo ve de kulesinin annesinin kaldığı hastane odasında manzaraları olması çok ironik olmuş. Hüzünlü bir film Tôkyô tawâ: Okan to boku to, tokidoki, oton / Tokyo Tower: Mom and Me, and Sometimes Dad / Tokyo Kulesi: Annem ve Ben, Bazen de Babam ama sanırım en iyi uyarlanmış otobiyografilerden biri.

On The Beach

Avustralya’ya göç etmiş İngiliz yazar Nevil Shute, post-apokaliptik romanı On The Beach / Kumsalda’yı 1957’de yazar, Amerikalı senarist John Paxton romanı sinemaya uyarlar ve 1959’da Amerikalı yönetmen Stanley Kramer, “Soğuk Savaş” yıllarının kült nükleer kıyamet filmlerinden biri olarak sinema tarihine geçecek On The Beach / Kumsalda filmini çeker. Olaylar 1964’de geçmektedir. Yaş almış (yaşlanmış demiyorum !) muhteşem Ava Gardner ve Gregory Peck, henüz Psycho / Sapık filmiyle ünlenmemiş Antony Perkins, ilk sinema filmiyle boy gösteren gencecik Donna Anderson ve ilk kez hiç ama hiç dansetmeyen, zıplamayan, hoplamayan Fred Astaire ile elbette filmde son Amerikan nükleer denizaltı olarak yer alan "Sawfish", siyah-beyaz, kült bilim-kurgu filmde başrolleri paylaşıyorlar.
“Sawfish” adıyla Amerikan denizaltıyı temsil eden H.M.S. Andrew adlı denizaltı aslında 1946 yılında denize açılan bir İngiliz denizaltıymış. Görüntüsü üzerinde büyük değişiklikler yapılarak, boyutları daha heybetli hale getirilerek filmdeki haline dönüştürülmüş çünkü Amerikan Donanması bu tartışmalı nükleer kıyamet filminde kendi denizaltılarından birinin kullanılmasını istememiş.
Gelelim On The Beach / Kumsalda filminin öyküsüne: Kuzey yarımküredeki tüm yaşam belirtileri maalesef 1964 yılında patlak veren nükleer savaşla tamamen yok olmuştur. Nükleer füzeler atıldığında seyir halinde olan Amerikan “Sawfish” denizaltısındaki tüm mürettebat kurtularak Avustralya'da Melbourne’de karaya çıkar.
Denizaltının kaptanı Lionel Towers (Gregory Peck) karısını ve çocuğunu nükleer savaşta kaybetmiştir. Avustralya Donanması’ndan genç teğmen Holmes (Antony Perkins) denizaltıya eşlik etmesi için görevlendirilir.
Bilim adamı Julian Osborne (Fred Astaire) pek yakında kendi kıtalarına ulaşacak ve sonlarını getirecek olan radyoaktif bulutlara ilişkin ölçümler yapmaktadır. Holmes’in yeni doğum yapmış karısı (Donna Anderson) az zamanlarının kaldığını bilmekte, bunu bir türlü kabullenememekte ve pek çok Avustralyalı’nın tercih ettiği gibi bebeğinin, kendisinin ve kocasının hayatını görevlilerin öldürücü haplarla sona erdirmeyi düşünmemektedir. Holmesler’in arkadaşı Moira Anderson (Ava Gardner) bu felaketle aşırı içki içerek başetmektedir ancak Kaptan Towers’la tanışınca duygularının sesini dinleyerek biraz olsun umutlanacaktır.
Tam bu sırada “Sawfish”, San Diego açıklarından mors sinyalleri almaya başlar. Tüm “Sawfish” mürettebatı ve Avustralya Donaması’ndakiler umutlanarak halen bu nükleer felaketten kurtulmayı başararak yaşayanların olabileceği umuduyla San Diego’ya doğru yola çıkarlar. Filmin buradaki sahneleri oldukça hüzünlü. Tüm kent tamamen bomboş, tek bir ses yok, sadece donuk binalar var. Radyoaktiviteden korunması için özel giysiyle karaya çıkan denizci, gelen sinyalin bir CocaCola şişesinin camın etkisiyle sinyal gönderen anahtarı çalıştırdığını bulunca, tüm umutlar suya düşüyor. Oldukça dokunaklı sahnelerde elinizden sadece lanet okumak geliyor.
Gereğinden fazla “spoiler” verdiğimin farkındayım, hatta halen de devam etmemek, filmin kahramanların hangi yolla ölümü tercih ettiklerini söylememek için kendimi zor tutuyorum. Savaşlar kötüdür, savaşlar engellenmelidir, savaşma seviş, savaşma, kahve pişir ve iç gibi bir sürü klişe lafı sayfalar dolusu yazabilirim ama gerçek böyle değil; savaşlar oluyor, savaşlar olmaya devam edecek, çünkü devletlerin çıkarları ne yazık ki bunu gerektiriyor. Oysa filmde de görüğümüz gibi halen herşeyi durdurmak için olanak varsa, bu olanağı kullanmamak en büyük haksızlık ve ahlaksızlık değil mi?

Filmle roman arasında farklar olduğunu da söylemeden geçemeyeceğim. Hepsine burada değinmeyeceğim ama en belirgin farklılığın romanda “Sawfish” dışında, görevde olduğu için kuzey yarımküredeki nükleer patlamadan kurtulan başka bir denizaltı daha var. Ayrıca Avustralya’nın Melbourne şehrindekiler kendilerine yaklaşmakta olan radyoaktif bulutlarla ölümü bekleyen son yaşayan insanlar değil, Yeni Zelanda ile Tiere del Fuega’da da hayatta kalanlar var.
Son notum Avustralya’nın kendisiyle özdeşleşmiş ünlü halk baladı “Waltzing Mathilda” üzerine olacak. Bu şarkı hem çok bir hoş enstrümantal versiyonuyla hem de filmin ilerleyen sahnelerinde sözleriyle beraber yer alıyor.

6 Kasım 2014 Perşembe

...ama bu gece AY dolunay !


Haydar Ergülen'in dediği gibi:
"Ayın altında daha karanlıktır bazı anılar..."

Hayatımız Film!

Henüz çok gençken annemden en çok “Hayatımız film” sözünü duyardım. “Hayatımız film değil anne, hayatımız filmlerdeki gibi de değil!” Hayatımız film olsaydı geçip giden yaşantımı Reprise / Tekrar filminde denendiği gibi yeniden sarabilirdim başa. Yapabildim mi bunu? Yapamadım.
İzlenme sırası yeni gelen, Norveçli yönetmen Joachim Trier’in senaryosunu arkadaşı senarist/yönetmen Eskil Vogt ile birlikte kotardığı, 2006 yapımı ilk uzun metrajlı çalışması olan Reprise / Tekrar filmi, 2007’de 26. İstanbul Film Festivali’nde Altın Lale’yi kazanmıştı. İki arkadaş, iki ilk roman, arkadaşlık, aşk pırıltıları, hayallerinin peşinden koşma, Paris, Oslo, Oslo’dan kaçış, herşeyi başa sarma çabaları, bunalımlar, kafayı sıyırma, hüzün, ne ararsan var Reprise / Tekrar filminde. Fransız Yeni Dalga’dan hayli etkilenmiş Joachim Trier ve salt bu bile yeterli bir sebep diğer tüm filmlerinin de peşinde olacağımdan.
Filmde geçen münzevi yazar Sten Egil Dahl (ne kadar da Fransız yazar Stendhal’ı çağrıştırıyor, değil mi?), 1995’te intihar eden Norveçli ünlü şair Tor Ulven karakterinden esinlenilerek kurgulanmış bir yazar. Yanılmıyorsam Tor Ulven’in hiç bir şiiri ve de tek romanı Avløsning / Replacement henüz Türkçeye çevrilmemiş. Okunacak kitaplar listeme ekleyerek Tor Ulven’in eserlerini, İngilizce’ye çevrilmiş bir şiiriyle noktalıyorum bugünkü günce notlarımı.

they dance far

they dance far
into the woods
accompanied by the silence
of fiddles
without strings.
only the brook's clatter
that shakes through
the stone age.
and for the sharpest
ears--the sound
of erosion.

they dance and dance,
without thinking of you.

Tor Ulven

Norveççe’den çeviren Siri Hustvedt

5 Kasım 2014 Çarşamba

5 Kasım'ı Unutma ve Hatırla





"Remember remember
The fifth of November!
Gunpowder treason and plot.
I see no reason
Why gunpowder treason
Should ever be forgot!"

***

"Unutma ve hatırla, 5 Kasım'ı hatırla
Barut ihanetini ve komplosunu
Hiç bir neden bilmiyoruz ki gerektirsin
Barut komplosunun unutulmasını !"

Film için lütfen tıklayınız.
R R T F O N

3 Kasım 2014 Pazartesi

2 Kasım 2014 Pazar Sabahında
Beşiktaş'ta Son Nokta

Savaşma, kahve pişir, keyifle iç!
Coffee and Cigarettes izle.