31 Temmuz 2012 Salı

Zanan-e bedun-e mardan

Erkeksiz Kadınlar1950’li yılların hemen başlarında İran’dayız. İran petrolünün İranlılar’a ait olduğunu vurgulayan ve İran'daki İngiliz petrol tesislerini millileştiren Muhammed Musaddık başbakan. Elbette emperyalist güçleri kızdırmak istemeyen Şah Muhammed Rıza Pehlevi'ye ters düşmüş durumda ve İngilizlerle peşisıra Amerikalılar’ın istemediği kişi konumunda. Şah’ı ve Musaddık’ı tutanlar kamplaşmış durumda. Hergün pek çok gösteri oluyor, sokaklar huzursuz. Şah yanlısı ordu, İngiltere ve Amerika desteğiyle darbe hazırlığı içinde. Bu görüntüler devam ederken, Tahran’da kamerayla yavaş yavaş evlerden birine, Munis ve ağabeyinin yaşadığı eve odaklanırız. Tahran’da radyo başında haberleri dinleyen Munis kendisini evlendirmek isteyen ağabeyinin radyonun fişini kopartarak akşama gelecek görücüler için hazırlanması emriyle umutsuzluğa kapılır. Evlerinin damına çıkar ve kendini boşluğa bırakır.
Shirin Neshat (Şirin Neşat)’ın Shoja Azari ile birlikte (Imdb kayıtlarında Shoja Azari de hem yönetmen hem senaryo yazarı olarak yer almakta ancak bu film Batı’da nedense sadece Şirin Neşat’ın filmi diye tanınmış. Filmin websitesinde bile sadece Shoja Azeri'nin katkılarıyla diye belirtilmiş. Ben de bu geleneği bozmayarak Şirin Neşat’ın filmi diye bahsedeceğim.), İranlı kadın yazar Shahrnush Parsipur (Şehrnuş Parsipur)’un 1989 yılında yayınlanan aynı adlı eserinden uyarlayarak 2009’da kotardıkları Zanan-e bedun-e mardan / Women Without Men / Erkeksiz Kadınlar filmi, gökyüzünde süzülen Munis’in şu sözleriyle açılır:
"Bundan sonrası sessizlik...
Sessizlik..
ve başka hiçbir şey.
Sandım ki,
Acılardan kurtulmanın tek yolu..
Bu dünyadan göçmektir."

Tahran’da olan biteni, siyasi durumu filminde fon olarak kullanan Şirin Neşat, Şehrnuş Parsipur’un kitabında yer alan 5 kadın karakterin birini eleyerek 4 kadın karakter üzerinden hoş bir kurguyla izleyiciyi 1951 – 1953 yılları arasındaki İran'a taşıyor. İranlı muhalif yazar Parsipur’un kitabını okumadım ancak filmi izledikten sonra okuduğum makaleler ışığında Şirin Neşat’ın bir ağaca dönüşmek isteyen Makdokht adındaki kadın karakteri elemiş olduğunu öğrendim. Fakat Şirin Neşat'ın bu isimde 2004 yılında çektiği bir kısa filmi olduğu notunu da düşeyim.
Genelde ülkelerini terk eden ya da terk etmek zorunda kalan yönetmenlerin ülkeri hakkında çektiği filmlere yaklaşımım septiktir. Fakat Şirin Neşat’ın kurguladığı karakterlerin İran’daki her bir sosyal kesimi temsil ediyor olmalarını sevdiğimi ve bu gözle izlendiğinde filminin çok daha fazla şey anlattığını söylemeliyim.
MunisFaizeFakhriZarinŞirin Neşat’ın kurguladığı dört kadın karakterden Munis ile gökyüzünde süzülürken tanışıyoruz. Diğer karakterler Faezeh (Faize), Fakhri ve Zarin. Filmde birbiriyle tanışık olan iki karakter Munis ve Faize’dir. Munis ne kadar olan bitenin, dışarıda neler döndüğünün farkındaysa, Faize o kadar bihaber durumdan. Daha dindar ve tek amacı karşılıksız bir aşkla sevdiği, Munis’in muhafazakar ağabeyi ile evlenmek. Munis’in ağabeyi ise, başka bir kadınla evlenmek üzere ve evlerinin çatısından kendini bahçeye bırakarak öldüren Munis’i düğünü öncesinde bir sorun çıkmasın diye arka bahçeye gömüyor. Bu olaya şahit olan Faize sesini çıkarmıyor. Sonra filmdeki en gerçeküstü sahneyle ağabeyinin ezmek istediği, toprağa gömdüğü Munis deyim yerindeyse bitiveriyor gömüldüğü topraktan ve sokaklara karışıyor, eyleme geçiyor. (Şimdi bu noktadan sonra, Munis’in kendisi mi yoksa hayaleti midir sokaklara karışan tam ayırt edemiyoruz. Bastırılan Munis’in gün ışığına çıkması, uyanışı diye yorumluyorum kendimce. Bu arada Parsipur’un kitabında Munis ağabeyi tarafından kazara öldürülüyormuş, kitap ve film arasındaki önemli farklardan biri olan bu durumu da yeri gelmişken belirteyim.) Zarin genelevde çalışan ama içinde olduğu ortamdan kurtulabilmek, arınabilmek için çabalayan bir fahişe, Fakhri ise Şah’ın ordusundaki generallerden biriyle evli, 50’li yaşlarında eğitimli, sanatsever, İran burjuvasından hali vakti yerinde bir kadın. Zarin'in genelevdeki müşterilerinden birini ağzı ve gözleri sımsıkı kapalı -neredeyse zorla dikilmiş gibi- olarak algılaması filmdeki bir diğer gerçeküstü sahne olmuş. Zarin'in adamı bu şekilde hayal etmesi ve genelevdeki odasından fırlayıp, sokaklar boyu koşup hamama ulaşıp derisini kanatıncaya kadar yıkanıp arınmaya çalışması en vurucu sahnelerden biri.Ağzı, gözleri kapalı adam
Fonda süregiden olayların ve 4 kadın karakterin başına gelenlerin içiçe geçtiği bir kurguda kocasından uzaklaşmak isteyen Fakhri’nin Tahran’ın hemen dışında bir bahçe satın almasıyla erkek egemenliği altında ezilmiş 4 kadının yolları bahçede kesişir. Fakhri’nin satın alıp adam ettiği bahçedeki evde Fakhri önce perişan halde bulduğu Zarin’i iyileştirmeye çalışır. Sokak ortasında iki erkek tarafından tecavüze uğrayan Faize, arkadaşı Munis’in yardımıyla bahçeye gelir. Munis evde kalmaz, tekrar sokaklara döner. Bu noktadan sonra olan bitenleri Munis’in gözüyle sokaklarda ve üç kadının gözüyle de bahçeden izleriz.BahçeOlayların akışına göre bahçenin de görüntüsü değişir durur. Bir gün bahçedeki ağaçlardan bir ağaç durduk yere yıkılıverir evin üstüne. (Kitabın öyküsünün filmden farklılık gösterdiğini okuyup öğrenince, nedense Şirin Neşat’ın filminin kurgusunda elediği 5. Kadın karakteri konuk etmiş gibi düşündüm filme. Kitapta ağaca dönüşmek isteyen kadın karakter filmde ağaç olarak evin üzerine düşüyor. Belki biraz uçuk bir düşünce olabilir ama bir metafor da belki böyle yapılmak istenmiş diye düşündüm.)
Metaforlar, sembollerle Şirin Neşat anlatmak istediğini çok güzel yansıtmış kanımca. Biraz o dönemi okuyup, belleğinizde filmi yeniden gözden geçirince Şirin Neşat’ın ve Shoja Azari’nin nelere dikkat çekmek istediğini daha iyi algılıyorsunuz.
Son bir not Zanan-e bedun-e mardan / Women Without Men / Erkeksiz Kadınlar romanının yazarı Şehrnuş Parsipur ile ilgili. Fahişeyi canlandıran karakter Zarin’in çalıştığı genelevdeki patronu rolünü üstlenmiş Şehrnuş Parsipur ve kitabının filminin içinden geçmiş olmuş böylelikle.

27 Temmuz 2012 Cuma

Tôkyô sonata

Japon yönetmen Kiyoshi Kurosawa’nın (Akira Kurosawa ile sadece soyadı benzerliği var) 2008 yapımı Tôkyô Sonata / Tokyo Sonatı filminin bana fazlasıyla Yasujirô Ozu’nun Tôkyô Monogatari / Tokyo Story / Tokyo Hikayesi filmini anımsattığını düşündüm izledikten sonra. Sebebi elbette filmlerin isim benzerliği değil, her iki filmin de Japonya’daki toplumsal değişimi odaklandığı aileler üzerinden anlatması. 1953 yapımı Tôkyô Monogatari II. Dünya Savaşı sonrası toplumsal dönüşümü aktarırken, Tôkyô Sonata ise globalleşen Dünya’da her türlü olumsuzluktan nasibini almakta olan modern Japonya'yı anlatıyor.Tokyo SonataBaba, anne, büyük oğul ve küçük oğuldan oluşan dört kişilik Sasaki ailesi tek birarada oldukları yer olan yemek masasında dahi birbirleriyle iletişim kuramıyorlar. Globalleşmenin ilk hedefi olan baba işinden çıkartılıyor ama utancından bu durumu ailesine söylemeyip, hiç bir şey olmamışçasına her sabah giyinip işe gider gibi çıkıyor evinden. Anne gündelik hayatın çarklarında yemek, temizlik, ev idaresine boğulmuş bir durumda. Büyük oğul neredeyse eve hiç uğramıyor ve tek amacı Amerikan Ordusu’na yazılmak ! Küçük oğul ise babası izin vermese de hayallerinin peşinde koşarak piyano dersi almaya devam ediyor.Baba, anneBüyük oğul, küçük oğulDışarıdan bakıldığında, sıradan orta halli, "normal" (kime ve neye göre tartışılır elbette !) bir Japon ailesi profili çizen Sasaki’lerin yaşantılarını yakından izledikçe aralarındaki uzaklıkların hatta uçurumların da ayırdına varıyoruz. Adım adım dağılmasını, olabilecek en dip noktalara gelmelerini izlediğimiz Japon ailesi için yönetmen sanki bir sihirli değnek kullanmış ve her kötü biten gecenin ardından güzel bir sabah da başlayabilir iyimserliğiyle klasik Yeşilçam filmlerini anımsatan “Mutlu Son” ile taçlandırmış Sasaki Ailesi’nin sonunu. Böyle gelmiş böyle gitmez !

26 Temmuz 2012 Perşembe

Mean Streets

İtalyan asıllı Amerikalı yönetmen Martin Scorsese pek çok filminde güzel güzel anlatır doğup büyüdüğü New York’taki İtalyan Mahallesi (Little Italy / Küçük İtalya)’ni. İlk uzun metrajlı yarı otobiyografik filmi 1967 yapımı Who's That Knocking at My Door ? / Kapımı Çalan Kim ? filminde sevdiğim oyunculardan Harvey Keitel ile birlikte çalışmaya başlamış. Şu makalede okuyabileceğiniz üzere, Martin Scorsese kendisini etkileyen yönetmenlerden John Cassavetes’in Shadows / Gölgeler filmine değinerek, bu filmden aldığı ilhamla kendi deneyimlerinin oluştuğu, büyüdüğü çevreyi yani İtalyan Mahallesi’ni filmlerine konu etmeye başladığını söylemiş. Scorsese’yi etkileyen yönetmen John Cassavetes Who's That Knocking at My Door ? / Kapımı Çalan Kim ? filmini izledikten sonra “ Citizen Kane’den bile daha iyi, kalbe fazlasıyla hitap ediyor. “ yorumunu yapmış. Scorsese aynı zamanda iyi bir dostu da olan Cassavetes’in, Who's That Knocking at My Door ? filminden sonra çektiği 1972 yapımı Boxcar Bertha / Soygun ve Aşk filmini izlediğinde “bütün bir yıl bu berbat filmi çekmek için mi uğraştın !” eleştirisiyle aklının başına geldiğini ve tekrar kendi mahallesi ile ilgili filmlere dönüş yaptığını söylüyor.Mean Streetsİyi ki John Cassavetes ağır bir şekilde kendisini eleştirmiş diyerek, Martin Scorsese’i Martin Scorsese yapan film olarak kabul edilen 1973 yapımı Mean Streets / Arka Sokaklar filmine değinmek istiyorum. Amerikan Sinema Tarihi’ne kültürel, tarihsel ve estetik açıdan en iyi filmlerden biri sıfatıyla adını yazdıran Mean Streets sinemaseverlerin arşivinde olmayı fazlasıyla hak eden bir film. Bu filmle birlikte Scorsese'nin ilk kez çalıştığı, yeni parlamakta olan genç yetenek Robert de Niro da sinema kariyerinin ilk önemli rollerinden birinde yer alıyor ve ilerki yıllarda devam edecek olan Scorsese – De Niro işbirliği de başlamış oluyor.CharlieJohnny BoyFilm, oldukça gerçekçi sinema diliyle Charlie (Harvey Keitel) ve Johnny Boy (Robert de Niro)’un arkadaşlığı üzerinden 70’lerin başındaki İtalyan Mahallesi’nin “arka” sokaklarını anlatır. Hayli delidolu, serseri mafya elemanı Johnny Boy ve mafya liderlerinden amcasının kol kanat gerdiği, geleceğiyle ilgili büyük ümitler beslediği Charlie ile oldukça iyi bir soundtrack (film müzikleri) eşliğinde dönemin New York’unun sokaklarında dolaşırız. Mafya hayatından uzak kalmaya çalıştıkça daha çok içine batan Charlie’nin çaresizliğini, Teresa’yla olan imkansız aşkını, Johnny Boy’un isyanlarını, büyük oynamaya çabalamanın nasıl yerle bir edileceğini izlerken işte diyorsunuz budur Martin Scorsese’nin sineması.
Sinema sahnelerinde ya da TV’de olsun içinden geçen filmlerle de elbette ilgili kategorime yerleşiyor Mean Streets / Arka Sokaklar filmi. Ayrıca ufak tefek işlerde ekstra ellerinde kalan her parada Charlie’nin “haydi sinemaya gidelim” çoşkusunu izlemek de ayrı bir keyifliydi !Borsalino
Son notumu filmin senaryosu ile ilgili düşüyorum. Filmin öyküsü Martin Scorsese’a ait ve senaryoyu Martin Mardik ile birlikte oluşturmuş ancak Scorsese senaryoyu belli bir noktada keserek filmini tamamlamış. Her zaman filmin sonunu izleyiciye bırakan yönetmenleri daha çok sevmişimdir ama bu filmde senaryo bana orjinal haliyle daha hoş göründü diyebilirim. Keşke Martin Scorsese senaryosuna sadık kalarak filmi tamamlasaydı !
Bu arada, filmin çok iyi bir iyi bir soundtrack'e sahip olduğunu söylemiştim. Martin Scorsese filmleri kullandığı müziklerden hiçbir şekilde ayrı düşünülemez! Açılış sahnesinde The Ronettes grubunun "Be My Baby" şarkısı tüm vuruculuğuyla başlatıyor filmi.

23 Temmuz 2012 Pazartesi

Les rendez-vous d'Anna

Belçikalı kadın yönetmen Chantal Akerman, 1950 Brüksel doğumlu. Jean-Luc Godard’ın Pierrot le Fou / Çılgın Pierrot filmini izledikten sonra yönetmen olmaya karar veriyor ve 70’li yıllarda başladığı sinemada birbirinden avangart filmlere imza atıyor. Pazar günü yönetmenin önce 1972 yapımı 11 dakikalık La Chambre / The Room / Oda adlı kısa filmini, ardından 1978 yapımı Les rendez-vous d'Anna / The Meetings of Anna / Anna’nın Buluşmaları filmini ardarda izlemiş olarak ilk söyleyebileceğim sabrınızın sınırlarını sonuna dek zorlayan bir yönetmen olması ! Ekranda geçiyor olan herşeyi olduğu gibi geçtiği süre içinde izleyiciye aktaran bir yönetmen Akerman, sanki Nuri Bilge Ceylan’ın 70’lerdeki Avrupa versiyonu. Ya da daha da ileri gidip birbirinden uzun sekanslarıyla Nuri Bilge Ceylan’ı etkilemiş bir yönetmen mi desem; ki bilemiyorum Nuri Bilge Ceylan takip etmiş midir kendisini ?
OdaHiçbir konuşma geçmeyen La Chambre / The Room / Oda filminde bizzat kamera karşısında kendisi olarak arz-ı endam etmiş Chantal Akerman. 360 derece sürekli dönen kamerada Akerman’ın adım adım odasını ve bir türlü uykuya dalamayan kendisini izleriz. Yönetmenin huzursuzluğu, iç sıkıntısı bu filmden kendisini belli etmiş ve sonraki tüm filmlerine de tüm huzursuzluğunu ölçülü bir biçimde taşımış yönetmen. (Henüz bugün günceme konuk ettiğim bu iki filmi dışında, bir de 1997 yapımı Un divan à New York / A Couche in New York / New York’ta Bir Çılgın filmiyle beraber sadece üç filmini izledim ama bu durum genelleme yapmamı engellemiyor izleyici olarak !)
Anna Les rendez-vous d'Anna / The Meetings of Anna / Anna’nın Buluşmaları filmine gelince, bir yönetmen olan ana karakter Anna’nın Köln, Brüksel, Paris üçgeninde otel odalarından istasyona, trenlerden evine, kısaca oradan oraya savruluşunu izliyoruz 127 dakika boyunca. Pek konuşmayan, sadece izleyen ve karşılaştığı insanlara karşı iyi bir dinleyici olan bir Anna var filmde. Ne kadar çok kişiyle karşılaşıyor olursa olsun özünde yalnız, yabancı biri ana karakter. Filmi hakikaten izleyip, sabırla özümsemeniz gerekiyor. Bu yüzden kendimi zorlayarak daha fazla filmden bahsetmeyeceğim ve film boyunca yolu bir şekilde Anna’yla kesişen karakterlerle (sırasıyla Köln'deki otelin odasındaki öğretmen, eski nişanlısının annesi Ida, trendeki yalnız adam, Brüksel'deki istasyonda nihayet Anna'nın bir nebze içini dökebildiği annesi, Paris'teki adam) blog izleyicilerini başbaşa bırakacağım.Anna ve öğretmenAnna ve IdaAnna ve trendeki adamAnna ve annesiAnna ve Paris'teki Adam
Chantal Akerman’ın Les rendez-vous d'Anna / The Meetings of Anna / Anna’nın Buluşmaları filmi, Anna’nın istasyonda telefon kabininde konuştuğu sahnelerden birinde yan kabinde yer alan bir Türk’ten duyduğumuz Türkçe konuşmalarla “İçinden Türk Motifleri Geçen Filmler” kategorime de yerleşiyor. Bir de unutmadan ekleyeyim Anna’nın filmle ilk buluştuğu karakterlerden olan Alman öğretmenin karısı da bir Türk’le kaçıvermiş, adamı ve 5 yaşındaki kızını bırakarak. Almanya’da ve daha sonra tüm Avrupa’da yavaş yavaş ağırlığını gösterecek Türk işçilerini de (ileriye taşıyarak göçmen sorunlarına ölçülü bir ilk yaklaşım da diyebiliriz) filmine yerleştirmiş Chantal Akerman.Dikkat ! Yan kabindeki bir Türk!

20 Temmuz 2012 Cuma

20 Temmuz 2012

Sevgili(m) kocam, Ay ve güzelim Kıbrıs; 44, 43 ve 38. yıldönümleri kutlu olsun...Balonlarım.

17 Temmuz 2012 Salı

Megane

Naoko Ogigami, 2007 yapımı Megane / Glasses / Gözlük filmiyle, ana kahraman beyaz yakalı Taeko’nun, monoton şehir hayatının sıradanlığından, stresinden kaçarak, adı hiç geçmeyen bir adadaki Hamada Pansiyonu'nda geçirdiği tatili üzerinden, ölçülü bir modern hayat eleştirisi yapmış. Pırıl pırıl bir kumsalın hemen yanıbaşında, cep telefonlarının çekmediği bir noktada konumlanmış Hamada Pansiyonu.Hamada'ya Hoşgeldiniz !Gayet sade döşenmiş, sizi rahatsız edecek hiçbir şey yok etrafta. Elinde haritasıyla kumsalda bavulunu çekiştererek pansiyona varan Taeko’yu karşılayan pansiyon sahibi Yuji’nin “Burayı bulabildiğine göre çok yetenekli olmalısın !” cümlesiyle hemen ayırdına varırız, Taeko’yu bekleyen tuhaflıkların ardı arkasının kesilmeyecek oluşunun ! Bir nevi modern hayatın Alice’i gibi olan Taeko’nun peşinde, Harikalar Diyarı'na dalarız. Elbette tek fark ortalıkta koşuşturan bir tavşanın olmayışı (filmde çok az görülen sakin yaradılışlı bir köpek var)! Hamada Pansiyonu'nun tek müşterisi olarak, güzel bir tatil geçirmenin peşindeki Taeko dışında, diğer karakterlerle de tanışalım : Pansiyonunun bulunmaması için elinden geleni yapan mekan sahibi Yuji, adaya yaz başlangıcında gelen, sabahları ada sakinlerine egzersiz yaptıran ve kumsaldaki barakasında dünyanın en lezzetli “Kakigōri” (bir çeşit frappe – buzlu meyve dondurması) karşılığında para almayan ama basit, içten gelen hediyeleri kabul eden Sakura, adadaki okulda biyoloji öğretmeni olan Haruna ve aniden öğretmeni Taeko’yu ziyarete gelen Yomogi... Bu beş karekterin tek ortak özelliği, hayata gözlüklerin ardından bakmaları.
Hep çalışmış, hep yorulmuş, hep sıkılmış, kariyer peşinde koşuşturmuş Taeko’nun, tatil (ya da daha da genişleterek hayat) konusunda eğitilmesine tanık oluruz film boyunca. “Keyif çatmak” neymiş, nasıl bir şeymiş diye, uygulamalı olarak gözlemletir yönetmen bize...Kumsaldayız !Güzel bir yemek ve keyifli sohbetNefis buzlu meyveMandolin dinlemekTüm film süresince dinginliği, azalan veya artan çeşitli dozlarda yakalayabiliyoruz. Dinginlik, huzurun, "olmazsa olmazı". Kumsalda oturup boş boş okyanusa bakmak, güzel bir yemek eşliğinde keyifli sohbet etmek, lezzetli buzlu meyve yemek, mandolin dinlemek, güne "Şükran Egzersizleri"´yle başlamak ! İşte budur (diyor "yönetmenimiz") tüm huzur !Şükran egzersizleri

2 Temmuz 2012 Pazartesi

Kamome shokudô

Kamome shokudô ShoKamome shokudôJapon kadın yönetmen Naoko Ogigami, geç tanıştığım ama hemen haftasonunda peşpeşe Kamome shokudô / Kamome Diner / Ruokala Lokki / Kamome Lokantası ve Megane / Glasses / Gözlük filmlerini izleyip, sevdiğim yönetmenler arasına usulca yerleşen bir yönetmen oldu.
Naoko Ogigami, Yôko Mure’nin romanından senaryolaştırdığı 2006 yapımı Kamome shokudô / Kamome Diner / Ruokala Lokki / Kamome Lokantası filmi gözlerinize, ruhunuza dokunan, huzur veren bir film, üstelik bir diğer sevdiğim Fin yönetmen Aki Kaurismäki’den hoş etkilenmeler taşıyor, bir uçtan bir uca Ural – Altay dil ailesine mensup iki ülkeyi, Japonya ve Finlandiya’yı bir araya getiriyor. Bir kadın yönetmene ait olup hem kadınlarla hem de muhteşem Japon mutfağıyla bezeli bir film olması da ayrıca çok güzel.
Yönetmen filminin çekiminde mekan olarak halihazırda başka bir adla lokanta olan hoş bir mekanı seçmiş. Sachie adında genç bir Japon kadın var ana karakter olarak filmde ve Helsinki’de sakin bir caddede açtığı aydınlık tasarımlı, sıcaklık yayan lokantası ile geleneksel Japon tatlarını Finler'e sevdirmeyi amaçlamış, Finler'in basit ama güzel yemekleri seveceğini düşünmüş. Sachie’nin yolunun neden Helsinki’ye düştüğünü bilmiyoruz, film boyunca da öğrenemiyoruz. Kamome Japonca martı demek. Sachie’nin “Martı” adını verdiği bir yılı aşkın süredir açık olan lokantasına sürekli vitrinden bakan ama bir türlü içeri girmeyen Finler'e doğrusu oldukça kızıyorsunuz izleyici olarak. “Girin ve sağlıklı yemeklerin tadına bakın, bir daha vazgeçemeyeceksiniz” diye ekranın ardından sesinizi duyurmak istiyorsunuz ! Merakla bekliyoruz ama bir türlü olmuyor ve dükkan hep boş kalıyor. Sachie her sabah geliyor, bütün gün müşteri gelmesini bekliyor ve kimse gelmeyince kapatıp lokantasını evine dönüyor. Günler hep bu şekilde monoton geçerken bir sabah içeri giren aydınlık yüzlü bir Fin genci kahve isteyiveriyor Sachie’den ! (Hemen bir not, tüm diğer İskandinav ülkerinde olduğu gibi Finler kahve çok içer.) Bu gencin kahve dışında bir merakı daha var, koyu bir manga (Japonca çizgi roman) – anime (Japonca çizgi film) hayranı ve Japonca öğreniyor. Sachie’ye Gatchaman (bir anime kahramanı)’nın şarkısını bilip bilmediğini soruyor ve Sachie’nin aklına sokuyor hatırlayamadığı şarkıyı…Gittiği kitapevinde başka bir Japon gören Sachi hemen yanına yaklaşıp Gatchaman’ın şarkısını bilip bilmediğini soruyor sudan çıkmış balık gibi etrafına bakınan Japon kadına. Böylelikle Midori ile tanışıyoruz. Bir gün haritanın üzerine gözlerini kapatıp parmak basan ve parmağı Finlandiya’ya isabet edince kalkıp Helsinki'ye gelen şaşkın Midori. Ne Helsinki'de ne kadar kalacağını biliyor, ne de ne yapacağını. Sachi hemen yardıma yetişiyor ve “Gatcahaman’ın şarkısını bilen biri kötü olamaz” düşüncesiyle evini açıyor Midori’ye. Bedavaya kalamam diyen Midori lokantada Sachie’nin yardımcısı oluyor. Filmin üçüncü Japon’u Masako adındaki karakterin ise Finlandiya’yı televizyonda gördüğünü öğreniyoruz. Hayali gitar yarışmasında Finler'in bu tür oyunları çok ciddiye aldıklarını fark edip, hep sakin ve huzurlu görünen insanların ülkesini ziyaret etmeye karar vermiş Masako. Kenti gezerken de Sachie’nin lokantasına yolu düşmüş.
Birbirinden ilginç, hoş üç Japon kadının ardından biraz da Fin karakterlere gelelim. Sachie’nin ilk müşterisi olan Tommi adındaki Fin genci lokantası açık olduğu sürece kahvesini ücretsiz içmekle ödüllendiriyor. Düzenli olarak her sabah uğruyor Tommi lokantaya ama kimseyi getirmiyor beraberinde. Hiç arkadaşı olmadığını düşündürtüyor izleyene. Sonra lokantaya gelip kahve ısmarlayan Matti adında tuhaf bir adamla tanışıyoruz. Sachie’nin kahvesinden bir yudum alıp, “daha iyi olabilir” diyerek Sachie’ye en iyi kahve yapmayı öğretecek olan adam bu. “Kahveyi koyup yavaşça parmağını bastırıyor adam ve “kopi luwak” (Dünya'nın en pahalı kahvesinin adı) diyor… Bundan sonra Sachie de “kopi luwak” diyerek kahvesini hazırlıyor. Lokantayı bir yıla yakın süre vitrinden seyredip içeri girmeye cesaret edemeyen 3 Fin kadın günün birinde tarçınlı rulo kokusuna dayanamayıp içeri girince işte diyorsunuz şeytanın bacağı kırıldı, işler yoluna girecek lokantada...
Tarçınlı rulo demişken filmdeki yemeklerden bahsetmemek olmaz. Neden onigiriyi (pirinç topları) ana yemek olarak seçtiği sorusuna Sachie “Japonların geleneksel, ruha dokunan tadı” diyor. Filmde onigiri yapılan her sahne gerçekten inanılmaz güzellikteydi. OnigiriOnigiri
Kamome Lokantası İstanbul'da olsaydı, müdavimlerinden biri olurdum kesinlikle! Yaşasın ruha dokunan Japon mutfağı!