30 Mayıs 2009 Cumartesi

Ay'dan İstanbul'a...

Fatih Sultan Mehmet'in İstanbul'u Fethi'nin 554. yıldönümünün ertesi günü ``AY'dan İzlenimler´´'e yazmaya başlamıştım.
Bugün, 556. yıldönümünü kutladığımız Fethin ertesi günü!
Konuyu matematikseverlere bırakıyorum. :-)
Karadan yürütüldü Fetih'te gemiler...

27 Mayıs 2009 Çarşamba

"But the sun is eclipsed by the moon!"

En sevdiğim Pink Floyd albümü "The Dark Side of The Moon", en sevdiğim şarkı "Eclipse", ilk edindiğim müzik/film DVD'si Alan Parker'ın 1982 yapımı Pink Floyd: The Wall / Duvar.
The Dark Side of The Moon
Eclipse
all that you touch
and all that you see
all that you taste
all you feel
and all that you love
and all that you hate
all you distrust
all you save
and all that you give
and all that you deal
and all that you buy
beg, borrow or steal
and all you create
and all you destroy
and all that you do
and all that you say
and all that you eat
and everyone you meet
and all that you slight
and everyone you fight
and all that is now
and all that is gone
and all that's to come
and everything under the sun is in tune
but the sun is eclipsed by the moon.

Roger Waters / 1973


"Eclipse" albümdeki son şarkıdır. Şarkıdan sonra "There is no dark side of the moon really... Matter of fact it's all dark." sözleriyle albüm sona erer.Döngü...

26 Mayıs 2009 Salı

"Geçmiş zaman olur ki..."

Fiyonklu İstanbul Dürbünüİstanbul ile ilintili kitaplara ayrı düşkünüm. Geçtiğimiz Pazar akşamı Selim İleri Not Defteri'nde Gül İrepoğlu'nun Fiyonklu İstanbul Dürbünü kitabını tanıtıyordu. Dün akşam kitabı edindim, sırayla okuyacağız şimdi; sevgili(m) kocam, kızım ve ben...

25 Mayıs 2009 Pazartesi

"Gazanfer Bilge Otobüsünü Göreceksin!"

Orhan Veli Kanık'ın en içime işlemiş şiirlerinden biri Professione: Reporter / The Passenger / Yolcu filminde "Gazanfer Bilge" otobüsünü gördüğüm karede usuma düşüyor:
" Gemliğe doğru
denizi göreceksin;
sakın şaşırma. "

GAZANFER BiLGE'Yi GÖR, BİLGE OL..!
Bu şiirden öykünerek:
" Professione: Reporter filminde Barcelona'da,
birdenbire Gazanfer Bilge otobüsünü göreceksin;
sakın şaşırma! "
diye mırıldandım kendi kendime... Hakikaten 1975 senesinin bu nispeten akış olarak daha anlaşılır ama içerik olarak yine anlaşılmaz Michelangelo Antonioni filminde, birdenbire "Gazanfer Bilge" otobüsünü görmek şaşırtıyor bir Türk izleyicisi olarak beni.
ÇöldeProfessione: Reporter filmi ana karakterin yeni bir kimlik bulma/kaçış öyküsü aslında. Ana karakter David Locke (Jack Nicholson canlandırıyor) bir gazeteci. Gerillalarla röportaj yapmak üzere Afrika çöllerinde gördüğümüz ana karakterimiz çölde cipi bozulunca oteline yürüyerek dönmek zorunda kalıyor ve otelde tanışmış olduğu Robertson isimli kişiyi odasında ölü olarak buluyor. Bir yandan Robertson'la olan konuşmalarını anımsarken diğer yandan da pasaportundaki fotoğrafı çıkararak Robertson'ın fotoğrafı ile değiştiriyor.Başkası olmak istiyorum!David Locke bir anda tüm geçmişinden kurtuluyor böylelikle. David Locke olarak ölüdür artık ve yaşamın kalanına Robertson olarak devam edecektir.David Locke'un ölüm haberiDavid Locke büründüğü yeni kimlikle ve Robertson'ın eşyaları arasından seçmiş olduklarıyla yeni hayatına başlıyor. Aldığı eşyalardan biri Robertson'ın randevu defteri. (Şimdi burada gayet düz bir mantıkla hemen teşhis koyabiliriz; Afrika çöllerinde farklı renkte biri olarak gazeteci değilseniz ya silah ya da elmas tüccarısınızdır. Robertson ilki yani gerillalara silah satıyor.)Randevu defteriDavid Locke ya da yeni kimliğiyle Robertson randevu defterinin doğrultusunda önce Münih'e gidiyor ve fırsattan yararlanarak eski kimliğini öldürüp yerine geçtiği kişinin silah tüccarı olduğunu anlıyor. Robertson'ın "hak" etmiş olduğu parayı adamlardan alarak bir sonraki randevu yeri olan Barcelona'ya doğru yola koyuluyor.
Bu arada David Locke'un karısı ise kocasını son kez gören Robertson ile görüşüp konuşma niyetinde O'nu bulabileceği her kaynaktan araştırmaktadır. David Locke Barcelona'da ismi filmde hiç geçmeyen genç bir kızla (Maria Schneider) tanışıyor. Mimarlık öğrencisi olduğunu öğrendiğimiz genç kız David Locke'a karısının gönderdiği adamdan kaçabilmesi için yardım ediyor ve arabada giderlerken kız "neden kaçıyorsun?" diye sorduğunda sadece "arkana bak" diyor David... Kaçtığı geride kalan hayatıdır David'in, geride kalan herşeydir. Fırsatını bulmuş ve yaşıyorken kimliğini ölü biriyle değiştirerek bunu başarmıştır. Artık ne isterse o olabilecektir, nereye isterse gidebilecektir. Sorumlulukları yok olmuştur.David Locke/Robertson ve genç kızKafası karışık David Locke başka bir kimlikle sonu belirsiz bir yolculuktadır. Peşinde karısı ile Robertson'ın temasta olduğu adamlarla gerilimli bir kaçışa dönüşür bu yolculuk.Neler olup bitiyor?Filmin sonunda sabrınızı son noktaya kadar test eder Antonioni. Yaklaşık 10 dakika süren bu son sahnede otelin avlusunda neler olup bittiğini penceredeki demir parmaklık arkasından izleriz. Kimliğini değiştiren David Locke'un yolculuğunun "hiçbiryerde" sona ermesi adlandıramadığım duygular eşliğinde iz bırakır belleğimde, Michelangelo Antonioni'nin filmlerini neden sevdiğim pekişir bir kez daha!

23 Mayıs 2009 Cumartesi

"Heart of Glass"

Kalp camdandır, bu kez Blondie söylüyor:
Heart of Glass"Once I had a love and it was a gas
Soon turned out had a heart of glass
Seemed like the real thing, only to find much o' mistrust
Love's gone behind
Once I had a love and it was divine
Soon found out I was losing my mind
It seemed like the real thing but I was so blind
Much o' mistrust
Love's gone behind
In between what I find is pleasing and I'm feeling fine
Love is so confusing, there's no peace of mind
If I fear I'm losing you
It's just no good, you teasing like you do
Once I had a love and it was a gas Soon turned out had a heart of glass
Seemed like the real thing, only to find much o' mistrust
Love's gone behind
Lost inside
Adorable illusion and I cannot hide
I'm the one you're using please don't push me aside
We coulda made it cruising yeah...
...
...
..."


""Heart of Glass" şarkısının orjinali daha blues/reggae havasında ilk kez 1975 yılında "Once I had a Love" adıyla kaydedilmiş, 1978 yılında rock tınıları taşıyan bir şekle dönüştürülmüş. 1979 yılında 'disco' müziğinin hit olmasıyla, Blondie'nin "Parallel Lines" albümünün yapımcısı parçayı en bilinen 'disco' versiyonuna kavuşturmuş. Pek çok ülkede 1 numara olan parça Endless Love / Sonsuz Aşk filminin de müzikleri arasındadır.

22 Mayıs 2009 Cuma

"Professione: reporter"

I used to be somebody else...but I traded myself in. /// Eskiden başka biriydim...ama onu değiştirdim!Nihayet bir Michelangelo Antonioni filminde kadının değil de erkeğin kafası karışık ! Arşivimizdeki izlemediğim son Antonioni filmi 1975 yapımı Professione: reporter / The Passenger / Yolcu. Uyku düzenim sebebiyle filmin tamamını henüz izleyemedim ama Jack Nicholson'ı bunalımlı fotoğrafı ile günceme konuk etmek istedim. Film ile ilgili düşüncelerim filmi izlemeyi bitirince...

21 Mayıs 2009 Perşembe

"Akşamüstü Kandilli'den kalkan bir Boğaziçi Vapuru (1965)"

Vapurlar...Blues...Hiç konuşmak istemediğimde Ara Güler'in bu fotoğrafına bakarım, evdeyken.

20 Mayıs 2009 Çarşamba

"Yorumsuz..!"

``Asla sorunun değil daima çözümün bir parçası olun!´´ Türkan Saylan
Türkan Saylan´ın en sevdiği çicekler papatyaymış....

19 Mayıs 2009 Salı

19 Mayıs 1919 - 19 Mayıs 2009

Nice 19 Mayıs kutlamalarına....

"Halkı kontrol etmek, bireyi kontrol etmekten daha kolaydır!"

Franz Kafka'yı canlandıran Jeremy Irons, Prag sokaklarında...Steven Soderbergh'in 1991 yapımı Kafka filminin video kasetini çıkar çıkmaz edinmiştim. Geçtiğimiz haftasonu seneler sonra filmi yeniden ama bu kez DVD'den izledik. Filmin adını ilk duyan, hemen Kafka'nın yaşamını izleyeceği kanısına kapılıyor. Evet, filmin ana karakteri Kafka! Gündüzleri sigortacı olarak çalışıp, geceleri de böceğe dönüşen birinin (meşhur "Gregor Samsa") öyküsünü yazıyor Kafka lakin film biyografik değil. Filmdeki olayları Kafka ile birlikte izliyoruz. Kafka'nın yazdıkları ve yaşamı filmde birbirine karışmış. Prag'ın karanlık ve sessiz sokaklarıyla şehrin neredeyse her tarafından bir hayalet edasıyla görebileceğiniz 'Şato' ise filme tümüyle hakim, odak noktasında.
Negatif Enerji Merkezi Kara Kent Prag..! (Sevgili(m) kocama göre!)Sevgili(m) kocam, Prag'ın pis ve karanlık, kara büyü kenti, negatif enerjilerin ve simyacıların merkezlerinden biri olduğunu falan der hep ne zaman Prag bahsi açılsa! Bu filmi izleyen birisi de kolayca bu kanıya/sanıya varabilir sanki. Oysa, orada yaşamıştım bir zamanlar...
Kafka çalışırkenFilmde olaylar, Kafka'nın çalışma arkadaşı Raban'ın yüzü gözü yara içerisinde olan ve sanki programlanmış/makineleşmiş bir adam (bir tür "``golem´´) tarafından öldürülmesiyle başlıyor. Raban'ın cebinden çıkan fotoğraf iyi giyim-kuşamlı biri tarafından alınır. Polis intihar teşhisi koyar. Kafka'nın da düşüncesi bu yöndedir. Ama Raban intihar edecek birisi değildir. İki farklı Raban vardır: Görünürdeki işe gidip gelen basit yaşamlı Raban ile küçük bir devrimci örgüte üye olan Raban. Raban'nın amacı bombalı bir çanta ile 'Şato'ya giderek 'Şato'da Sağlık Bölümü Başkanı olan doktoru öldürmektir. Çünkü doktor orada insanların beynine fiziki olarak müdahale ederek onları makineleştiren çalışmaları yöneten kişidir. Ne yapacağı anlaşılınca Raban polis/düzen/'Şato' tarafından öldürülür. Cebinden çıkan fotoğraf da doktorun fotoğrafıdır.
Kafka ve Gabriela, fonda ise ünlü 'Şato'Raban'ın kız arkadaşı Gabriela, Kafka'ya Raban'ın polis tarafından öldürüldüğünü söyler. Gabriela da aynı devrimci örgüte üyedir ve Kafka'dan kendilerine yardım etmesini ister. Kafka örgüt için yazmalıdır ama Kafka kabul etmez, çünkü O "kendisi için yazmaktadır". Ancak Gabriela, Raban'ın evini boşaltırken, Kafka da bombalı çantayı evden alarak polisten kaçıracaktır.
Bu sıralarda Kafka'nın yanına, işyerinde yardımcı kılıfıyla ikiz sivil polis verilir. Aniden Gabriela ortadan kaybolur. Ardarda çorap söküğü gibi olaylar sıralanır; makineleşmiş, ruhu ele geçirilmiş zombimsi adam, ``golem´´ Kafka'ya saldırır, iki sivil polis Kafka'yı zorla Şato'ya götürmeye kalkışır; Gabriela'nın arkadaşları öldürülür. Böylelikle hiç bir şeye bulaşmayan, kendi halindeki ürkek, çekingen Kafka'mız da çevresinde gelişen olup bitenlere inanmamaya başlar. Zaman sorgulama zamanıdır!
Kafka ve bombalı çantaKafka Raban'ın evinden kaçırdığı bombalı çantayla gizli bir geçitten 'Şato'ya girer. 'Şato'da "bilimsel" deneyler yapılmaktadır. Deneyler (aslında işkenceler) sonrasında bireylerin beyinleri tamamen değiştirilmektedir. İşkence altındaki bir çok insan da, deneyleri tamamlayamadan ölmektedir. Ortadan kaybolan Gabriela da bu deneylere maruz kalmıştır. Kendisine işkence uygulayana son sözlerini büyük bir kararlılıkla şöyle ifade eder: "Devrimin ilk günü ilk asılacak pislik sen olacaksın."
Kafka 'Şato'dayken film renklenir.Kafka ise doktoru bulmuştur. Doktor da O'nun Kafka olduğunu anlamıştır. Kafka elinde bombalı çanta ile bir başka deneye tanık edilir. Ama yanında bomba olmasından şüphelenilmez. Kafka'dan doktora en vurucu replik gelir; "Ben kabuslar yazmaya çalıştım, sen ise bunu yarattın!" Çanta açılır, bomba patlar ve Kafka, peşine düşülse de, 'Şato'dan kaçmayı başarır.
Filmin sonunda Kafka'yı senelerdir çalışmakta olduğu şirkette, monoton işinin başında görürüz. Babasına yazdığı şu mektupla, Kafka'nın metninde kayboluruz...
"Dearest father,
I had always believed that it is better to know the truth than to live in ignorance. Now I shall find out if I was right. I can no longer deny that I am part of the world around me, nor can I deny, despite our differences, that I remain your son. And so I hope only that these late, perhaps insignificant, realizations might reassure us both a little and make our living and our dying easier. "
"Sevgili Baba,
Her zaman bilgisizlik içinde yaşamaktansa gerçeği bilmenin daha iyi olacağına inandım. Artık haklı olup olmadığımı anlayacağım. Daha önce böyle düşünmesem de, ben de dünyanın bir parçasıymışım. Aramızdaki farklara rağmen daha fazla inkar edemem; senin oğlun olarak kalacağım. Ve umuyorum ki fark ettiğim bu geç belki de anlamsız gerçekler aramızı biraz olsun yatıştırır. Yaşamımızı ve ölümümüzü kolaylaştırır."

Son olarak, filmin büyük çoğunluğunun özellikle "Kara Kent Prag" vurgusuna binaen, siyah-beyaz çekildiğini, Şato'nun içindeki sahnelerdeyse renklendiğini belirtmeliyim. Filmin beni rahatsız eden tek noktası Çekçe (ya da Kafka'nın anadili Almanca) değil de İngilizce olması!

18 Mayıs 2009 Pazartesi

"Anta...Odeli...Uta..."

Aelita ve TuskubYakov Protazanov'un 1924 yapımı Aelita: The Queen of Mars / Aelita: Mars Kraliçesi sessiz sinema dönemininin ilk Sovyet bilim-kurgu filmi. Yakov Protazanov'un Aleksei Tolstoy'un tiyatro oyunundan uyarladığı Aelita filmi için geniş kapsamlı bir tanıtım kampanyası düzenlenmiş. Pravda ve Kinogazeta'da 19 Eylül 1924 tarihinden başlayarak "Anta... Odeli... Uta..." sözcükleri filmin adı verilmeden yayınlanmaya başlamış. Bu sözcüklerin ne anlama geldiğini 30 Eylül'de Ars Sineması'nda öğrenebilecekleri duyurulmuş sinemaseverlere...Bu tanıtım kampanyası gerçekten çok başarılı olmuş ve filmin ilk gösterimi müthiş bir izdihamla başlamış. Aelita ayrıca Aleksandra Ekster ve Isaak Rabinovich imzalı kübist-futurist Mars set tasarımı ve kostümleriyle de çok ünlü bir film. İlerleyen yıllarda kendisinden sonra çekilmiş bilim-kurgu filmlerini etkileyen bir film olmuş Aelita. Fritz Lang'ın 1927 yapımı Metropolis filmi, Aelita etkisiyle çekilmiş filmlerden hemen ilk akla gelendir.
Aelita, Ekim Devrimi sonrası Lenin'in “Yeni Ekonomik Politika (NEP)" diye adlandırılan döneminde Moskova ve Kızıl Gezegen Mars'ta geçiyor. Film 4 Aralık 1921 tarihinde tüm dünyaya ulaşan gizemli sözcüklerle açılıyor; "Anta...Odeli...Uta...". Los'un çalışma arkadaşı Spiridonov bu gizemli mesajı Los'a duyurduğunda Los'un gözleri parlıyor; "Belki de Mars'ta biri bizi merak ediyordur!!" Dünyada bu gizemli mesaj tartışılırken kamera bizi Mars gezegenine götürür.
Mars'tan görüntülerAelita, Mars’ı totaliter bir rejimle yöneten Tuskub’un kızı ve dünyayı izlerken gözü, karısı Natasha ile birlikte gördüğü Los'a takılı kalıyor. Los da sanki izlendiğinin farkında gibi. Bu arada Los, karısının kendisini aldattığına dair de şüpheler taşıyor ve bu şüpheleri doruğa ulaştığında karısının üzerine kurşunları boşaltarak öldürüyor ve evi terk ediyor. Çalışma arkadaşı Spiridonov ise bir uzay gemisi inşasına yönelik teknik çizimleri geride bırakarak ülkeden ayrılmıştır eş zamanlı olarak. Spiridonov’un yerine geçerek Mars’a gitme planlarını uygulamaya başlayan kahramanımız Los, gemisi bu yolculuğa hazır olduğunda ilginç bir mürettebatla yola çıkıyor: Marslılara sosyalizmi öğretmek isteyen ateşli bir devrim taraftarı olan, Kızıl Ordu erlerinden Gusev ve kahramanımızı izlerken kazara gemide kalan amatör dedektif Kratsov!

AELITAMars’a vardıklarında, Los güzel prenses Aelita’ya ilk görüşte aşık oluyor. Mars’ta totaliter bir rejim hüküm sürmekte ve baskı altındaki işçiler kendilerine ihtiyaç duyulmadığında soğuk hava depolarına hapsediliyorlar. Elbette kahramanımız Los ve arkadaşları robot benzeri giysiler içindeki tektip Marslı işçileri bilinçlendirmek için çalışmalara başlıyor, üstelik sembolik orak-çekici bile üretiyorlar. Baskı altında ezilen Marslı işçilere Gusev şöyle seslenir: “Eskiden biz de sizler gibiydik. Kendinizi yine ancak siz kurtarabilirsiniz. Mars Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği işçileri ailesi olarak birleşin!” Mars'ta devrimi başlatmasına başlatırlar ama devrim gerçekleştiğinde Aelita’nın asıl niyeti açığa çıkar; Mars’ın yeni hükümdarı artık kendisidir, Los ve arkadaşlarına ihtiyacı yoktur. Hemen askerlere işçileri yeniden soğuk hava depolarına götürmeleri emrini verir. İşçiler soğuk hava depolarının yolunu tutarken aşk konusunda ikinci kez yenilen Los bir de bunun üzerine devrim yenilgisi eklenince tam bir hayal kırıklığı yaşar. Aelita’yı merdivenlerden iterken birden Los'la birlikte anlarız ki Natasha'nın ölümü, Mars gezegeninde olanlar Los'un hayal ürünüdür aslında. Los gerçeklere döner...Moskova tren istasyonunda kocaman bir posterdir "Anta...Odeli...Uta..." sözcükleri: Paranın satın alabileceği en iyi lastikler !!!
Yakov ProtazanovEkim Devrimi sonrasında ekonomi o kadar kötü gitmektedir ki, Lenin kapitalist dünyanın köşetaşlarından biri olan reklama dahi izin verdiği NEP (Yeni Ekonomik Politika) döneminin Yakov Protazanov'un Aelita filmine yansıması, Stalin'in bu filmi sevmemesinin sebeplerinden ilkiymiş!
Hülasa, bir süredir arşivimizde mevcut olmasına karşın, ancak dün akşam sevgili(m) kocamla beraber izleme fırsatı bulabildik Aelita'yı...
Bir başyapıt. Protazanov'un diğer filmlerini de edinmeli zaman içinde.
Yararlanılan Kaynak : WCSFAzine / December 2008

16 Mayıs 2009 Cumartesi

"Used to say, I like Chopin"

Chopin'i seviyorum.Kızımla birlikte Chopin'den Prelüd Mi Minör (Op. 28, No.: 4) dinliyoruz. Bu parça, kızımın konser parçalarından biri. Diğer konser parçası Kuhlau'nun "Piyano için 12 Sonatin"den ilki. Hava sıcak, müzik güzel, kızımla birlikte olup müzik dinlemek çok güzel.

15 Mayıs 2009 Cuma

"Kafka'nın Metinlerinde Kaybolmak..."

Franz Kafka 27 Ocak 1904'te çocukluk arkadaşı Oscar Pollak'a yazdığı bir mektupta, içindeki/içimizdeki donmuş denizi kıracak çözümü ne güzel dile getirmiş. Bu çok bilinen cümleleri, orjinalinden ilk kez okuduğumda Prag'daydım ve çok etkilenmiştim. Prag'dayken edindiğim Kafka ile ilintili çoğu kitabım yitti gitti. Kalanlara çok iyi sahip olmaya çalışıyorum şimdilerde...
Prag Kafka demektir!
Kafka / Brief an Oskar Pollak, 27 Januar 1904
"Ich glaube, man sollte überhaupt nur solche Bücher lesen, die einen beißen und stechen. Wenn das Buch, das wir lesen, uns nicht mit einem Faustschlag auf den Schädel weckt, wozu lesen wir dann das Buch? Damit es uns glücklich macht, wie Du schreibst? Mein Gott, glücklich wären wir eben auch, wenn wir keine Bücher hätten, und solche Bücher, die uns glücklich machen, könnten wir zur Not selber schreiben. Wir brauchen aber die Bücher, die auf uns wirken wie ein Unglück, das uns sehr schmerzt, wie der Tod eines, den wir lieber hatten als uns, wie wenn wir in Wälder verstoßen würden, von allen Menschen weg, wie ein Selbstmord, ein Buch muß die Axt sein für das gefrorene Meer in uns. Das glaube ich."
Kafka / Letter to Oskar Pollak, 27 January 1904
"I think we ought to read only the kind of books that wound and stab us. If the book we are reading doesn't wake us up with a blow on the head, what are we reading it for? ...We need the books that affect us like a disaster, that grieve us deeply, like the death of someone we loved more than ourselves, like being banished into forests far from everyone, like a suicide. A book must be the axe for the frozen sea inside us.
Kafka /Oskar Pollak'a Mektup, 27 Ocak 1904
"Bizi ısıran ve bizi zehirleyen kitapları okumalıyız. Okuduğumuz kitap kafamıza balyoz indirilmiş gibi bizi uyandırmıyor ise, neden okuma zahmetine girelim ki? Senin dediğin gibi, bizi mutlu kılsın diye mi? Aman Tanrım, hiç kitap olmasaydı da o denli mutlu olurduk. Kendimizi azıcık sıkarsak bizi mutlu edecek kitapları biz de yazabiliriz. Bize gerekli olan, en acı verecek talihsizlik gibi bize vuran kitaplar. Kendimizden çok sevdiğimiz birinin ölümü gibi vuran, insanlardan uzaklara, ormanlara sürgün edilmişiz duygusu veren, intihar gibi kitaplar. Kitap, içimizdeki donmuş denize inen balta gibi olmalı. Ben buna inanıyorum."
*

* Çeviri: Füsun Elioğlu
(Metnin geçtiği kitap: Okumanın Tarihi / Alberto Manguel; Yapı Kredi Yayınları 2001)

14 Mayıs 2009 Perşembe

"Gitarım Usulca Ağlarken"

Gitarım usulca ağlarken...Gelmiş geçmiş en iyi müzik gruplarından biri olan The Beatles'ın üyelerinden George Harrison olmadık yere bugün günceme konuk olmuyor! Güncemden önce, dün gece rüyama "Koyu Mavi" arkadaşım ile birlikte konuktu George Harrison. Çok uzaklardan geldiğini söylüyordu (!) Buraya kadar tamam ama tuhaf olanı, George Harrison rüyamda ağlıyordu. Gözyaşları usulca dökülüyordu. Uyanınca "işte" dedim; güne O'nun en sevdiğim şarkısı While My Guitar Gently Weeps ile başlamam için güzel bir sebep.

While My Guitar Gently Weeps / Gitarım Usulca Ağlarken
Still my guitar gently weeeepssss...
I look at you all see the love there that's sleeping /
Sizlere bakıyorum da oralarda bir yerde aşkı uykuda görüyorum
While my guitar gently weeps / Gitarım usulca ağlarken
I look at the floor and I see it needs sweeping
Yere bakıyorum ve görüyorum ki süpürülmesi gerek
Still my guitar gently weeps / Gitarım hâlâ usulca ağlarken

I don't know why nobody told you how to unfold your love /
Bilmiyorum neden kimse söylememiş sana aşkını nasıl göstereceğini
I don't know how someone controlled you /
Bilmiyorum nasıl olmuş da biri seni kontrol etmiş
They bought and sold you / Seni almışlar ve satmışlar

I look at the world and I notice it's turning /
Dünyaya bakıyorum ve farkındayım dönüyor
While my guitar gently weeps / Gitarım usulca ağlarken
With every mistake we must surely be learning /
Her hatamız ile öğreniyor olmalıyız aslında
Still my guitar gently weeps / Gitarım hâlâ usulca ağlarken

I don't know how you were diverted /
Bilmiyorum nasıl olmuş da oyalamışlar seni
You were perverted too / Yoldan da çıkarmışlar
I don't know how you were inverted /
Bilmiyorum nasıl olmuş da ters çevirmişler
No one alerted you / Hiç kimse de uyarmamış seni

I look at you all see the love there that's sleeping /
Sizlere bakıyorum da oralarda bir yerde uykuda aşkı görüyorum
While my guitar gently weeps / Gitarım usulca ağlarken
Look at you all / Bir bakın kendinize
Still my guitar gently weeps / Gitarım hâlâ usulca ağlarken

George Harrison / 1968


Rüyalarımı önemserim!

13 Mayıs 2009 Çarşamba

"Mrs.Dalloway çiçekleri kendisinin alacağını söyledi."

24 saat biraradaMichael Cunningham'ın romanından uyarlanan Stephen Daldry'nin 2002 yapımı The Hours / Saatler, hem romanını okumuş olup hem de defalarca seyrettiğim ender filmlerden biridir. Taşıdığım saatte 24 saat bir aradadır. Kaza geçirdiğim 1999 yılından beri kolumdan çıkarmadığım, 24 saati bir arada gösteren ve Alman arkadaşlarımın armağanı olan resimdeki saatimden Saatler filmine geçiş yapabileceğimi hiç düşünmezdim ama olabiliyormuş.
Etkilendiğim, beni üzen filmlerden biridir Saatler. Filmde, farklı zamanlarda yaşamış üç farklı kadının yaşamı inanılmaz hoş bir kurguyla birbirine bağlanmıştır. 1923'te Virginia Woolf yazmaya başladığı kitabının ilk cümlesini düşünür ve çiziktirir: "Mrs. Dalloway (Clarissa Dalloway) çiçekleri kendisinin alacağını söyledi." 1951'de Laura Brown çok etkileneceği Virginia Woolf'un kitabı Mrs. Dalloway'i okumaya başlar, okuduğu ilk cümledir: "Mrs. Dalloway çiçekleri kendisinin alacağını söyledi." 2001 yılında ise Clarissa Vaughan (isim Virginia Woolf'un karakteri Mrs. Clarissa Dalloway ile aynı) şöyle seslenmektedir: "Sally, sanırım çiçekleri kendim alacağım."
Üç ayrı kadının üç ayrı öyküsü filmde çok hoş çekimlerle örtüşür ve bu size gerçekten keyif verir. Ama ben filmde/kitapta en çok Laura Brown karakterinden etkilendiğimi anımsıyorum. Laura Brown bir Amerikan kasabasında, kocası ve oğlu ile çok güzel bir evde yaşıyor, üstelik ikinci çocuğuna hamile. Herşey yolundaymış gibi davranıyor Laura Brown ve görünürde de herşey mükemmeldir: Ev güzel (!), aile güzel (!), komşularla ilişkiler güzel (!), kocasına doğumgünü için oğluyla birlikte hazırladığı kek güzel (!)... Mutlu olması gerekir, elindekilerle yetinmesi gerekir değil mi? Oysa çok mutsuz Laura Brown. Herşeyi bırakıp gitmek istediğini fazlasıyla hissediyorsunuz, kocasıyla diyaloglarında en az Laura Brown kadar daralıyorsunuz. Seneler sonra 2001 yılındaki öyküde sürpriz olarak öğrendiğiniz Laura Brown'un seçiminin kendisini kurtardığını ama geride bıraktığı oğlunun hayatınının bu seçimden nasıl etkilendiğini öğreniyorsunuz. Herşeyi bırakıp gidebilmek, kısılıp kalınan kapandan kurtulabilmek sadece bir ütopya olarak kalabilecekken, bunu gerçekleştirmiş olan Laura Brown için seviniyorsunuz. Bu arada herşeyin bir bedelinin olduğunu da unutmamak gerekiyor...

Laura Brown oğluyla kek pişiriyor

12 Mayıs 2009 Salı

Ortaköy'ü Neden Seviyorum ?

güzel yaprakHep anımsadığım bir film gibi Ortaköy...Sürekli seyretmek istediğim, düşündükçe gülümseten, hiç eskimeyen, her mevsim muhteşem...Bazen deniz kokusu, bazen kuş sesleri, hafif bir esinti, yanaşan vapurların cıvıltısı, bitmesini istemediğim bir melodi ya da dün akşam Çınaraltı'nda tabağa düşen bir yaprak...

9 Mayıs 2009 Cumartesi

İnsanlardaki önyargıyı parçalamak, atomu parçalamaktan çok daha zor " demişti Albert Einstein...

bu bıçak başka bıçakReginald Rose'un oyunundan uyarlanan Sidney Lumet'in 1957 yapımı 12 Angry Men / 12 Öfkeli Adam bir süre televizyon için çalışmış olan yönetmenin ilk filmi.

Film karar aşamasındaki 12 mahkeme jürisini anlatmakta. Filmin başında kısa bir mahkeme sahnesi var ve babasını öldürmekle suçlanan genci gördüğümüz tek sahne bu. Girişteki bu bölümün ardından film tamamıyla jürinin kapandığı jüri odasında geçiyor. 12 jüri üyesinden 11'i gencin suçlu olduğuna kanaat getirmiştir ve bir an önce genç hakkında hükümlerini mahkemeye bildirerek toplandıkları odadan çıkıp gitmektir niyetleri. Oysa jüri üyelerinden Henry Fonda'nın canlandırdığı 8. jüri karakteri olan Bay Davis, hemen işlerini bitirip gitme arzusunda olan 11 üyeden farklı olarak "suçlu" kararına karşı çıkar. Amerikan adalet sistemi ve jüri olgusunu işleyen filmde de belirtildiği üzere, jürinin karar alması için çoğunluğun değil tüm üyelerin kararı aynı olmalıdır. Aksi halde jüri kendini ancak fes edebilmektedir. 8. jüri üyesinin tek isteği tekrar konuşulması, delillerin baştan gözden geçirilmesidir. Ona göre bu kadar kolay ölüme gönderilmemelidir bir genç. Böylelikle 8. jüri üyesi kendine göre sahip olduğu mantıklı şüpheleri bir bir gözler önüne sererek yavaş yavaş diğer üyelerin de görüşlerini değiştirmeye başlayacaktır.

Sonuçta babasını öldürmekle suçlanan gencin katil olup olmadığını asla öğrenemezsiniz. İzleyici olarak siz de jüri odasındaki 13. sandalyede otururmuşcasına konuşmalarını, tartışmalarını, vicdanlarını sorgulamalarını birbuçuk saat boyunca heyecanla takip edersiniz. Siz de her bir jüri üyesi kadar kendinizi sorumlu hissededip önyargıların nasıl paramparça edilebileceğine tanık olursunuz.

Adı üstünde 12 Öfkeli "Adam", filmde hiç kadın yok! Kadın hep ikinci sırada, orada, burada ya da taaa uzaklarda olması fark etmiyor.
12 Öfkeli Adam

7 Mayıs 2009 Perşembe

Kulelerin Şehri

Prag ya da Çekler'in adlandırmasıyla Praha'da yaşarken en sevdiğim yerlerden biriydi Cafe Milena...Franz Kafka Vakfı tarafından işletiliyordu ve Eski Şehir Meydanı'nda (Staroměstské namesti) Saat Kulesi'nin tam karşısındaydı. Kafede üzerinde "Franz Kafka için rezerve edilmiştir" yazılı notla bir masa her zaman boş tutulurdu. Kafeden di'li geçmiş zamanda bahsediyorum çünkü artık kapanmış Cafe Milena...Alman arkadaşlarım 4 Mayıs'ta Kulelerin Şehri diye adlandırılan Prag'tan aşağıdaki kartı postalamışlar. İsin, pusun, karanlığın yakıştığı ender şehirlerden biridir Prag ama çok güneşliymiş geçtiğimiz haftasonu...
DARK CITYCARTE POSTALE

6 Mayıs 2009 Çarşamba

Mutlak Adalet

General Tanz Varşova'nın yarısını uçurmakla meşgulken...Pazartesi akşamı uyukladığım için izleyemediğim Anatole Litvak'ın 1967 yapımı The Night of The Generals / Generallerin Gecesi isimli filmini dün gece izledim. İkinci Dünya Savaşına yönelik filmler ilgimi çekmiştir hep ama bu film savaştan çok üç farklı yılda üç farklı kentteki (Varşova,Paris ve Hamburg) canice işlenen bireysel bir cinayet, bu cinayeti işleme olasılığı olan üç Nazi generali ve bu cinayeti çözmek için ısrarlı davranan bir binbaşı (ikinci cinayette artık albaydır) üzerine yoğunlaşıyor. Film, psikopat general rolündeki Peter O'Toole ile cinayetleri çözmek için uğraş veren binbaşı (daha sonra albay) rolündeki Ömer Şerif (Omar Sharif)'i 1962'deki Lawrence of Arabia / Arabistanlı Lawrence filminden sonra aynı filmde ikinci kez biraraya getirmiş. Peter O'Toole General Tanz rolünde çok etkileyici bir oyun sergiliyor.
Filmin Paris'te geçen ikinci bölümünde Ömer Şerif (Albay Grau) ile Fransız müfettiş (Philippe Noiret) arasında geçen diyalog Alman Albay Grau'nun adalet tutkusu için akılda kalır bir örnek. Zaten savaştayız, bir general bir fahişeyi öldürmüş ya da öldürmemiş ne olur ki demiyor Ömer Şerif ve adaletin peşinde iz sürüyor.
Albay Grau: Burada üç generalin adı yazıyor.Haklarında her şeyi bilmek istiyorum.
Fransız müfettiş: Her şey biraz fazla olabilir. Tam olarak ne arıyorsunuz?
Albay Grau: İçlerinden biri...bir katil.
Fransız müfettiş: Sadece biri mi? Cinayet generallerin mesleğidir.
Albay Grau: Büyük ölçekte takdir hak eden bir şey küçük ölçekte canice olur diyelim. Toplu katliamcılara madalya vermek zorunda olduğumuz için küçük girişimciyi adalet önüne çıkarmaya çalışalım !

5 Mayıs 2009 Salı

...ve Véronique ve kuklası ve Kuklacı...

...ve Véronique ve kuklası ve Kuklacı...Krzysztof Kieślowski'nin 1991 yapımı La double vie de Véronique / Podwójne życie Weroniki / Véronique'in İkili Yaşamı isimli filmi biri Polonya'da diğeri Fransa'da yaşayan, birbirine tıpatıp benzeyen ama birbirlerinden haberi olmayan Weronika ile Veronique isimli iki kadının yaşamlarını anlatıyor. Her iki kadın da müzikle ilgileniyorlar. Her ikisi de dünyada yalnız olmadıklarını gizemli bir şekilde hissediyorlar. Polonya'daki Weronika daha içe dönük, Fransa'daki Véronique ise daha dışa dönük yaşantılarını sürdürürlerken Weronika Krakov'a geziye gelmiş olan Véronique'i bir an görüyor ve sanki o andan itibaren hayatı tamamen değişiyor. Weronika kalp yetmezliği olduğunun farkında olarak ses eğitimine devam ederken ilk konser performansında sahnede ölüyor. Weronika'nın ölümünden sonra Véronique'in farklı hissetmeye başladığını bize gözlemletiyor Kieslowski. Babasıyla şöyle bir diyalog geçiyor aralarında;
"Véronique: Tuhaf bir duygu içerisindeyim. Yalnız olmadığımı hissediyorum.
Baba: Yalnız olmadığını mı, nasıl?
Véronique: Bu dünyada yalnız olmadığımı.
Baba: Yalnız değilsin.
Véronique: Bilmiyorum."
Bence bu diyalogta babasının söylemek istediği kendisinin olduğu ve Véronique'in yalnız olmadığı, Véronique'in hissettiği ise çifti olan Weronika'nın varlığı ve O'nun ölümüyle içsel bir yolculuğa doğru yola çıktığı.
Ani bir kararla kişisel müzik eğitimini durduran Véronique çocuklara müzik eğitimi verdiği okulda bir kukla gösterisi izliyor ve Kuklacı ile aralarında hoş bir etkileşim başlıyor. Kuklacı'nın Véronique'e gönderdiği bir takım nesneler (Kuklacı'nın Véronique'e gönderdiği bir bağcık, filmin başlarında Weronika'nın şarkı söylerken nota dosyasından kopardığı bağcığa eşdeğer bir nesnedir ve Véronique çektirdiği kalp grafiğine bakarken bu bağcığı bir anda düzleştirerek sanki çiftinin yani Weronika'nın ölümünü de bize yansıtmıştır.), mektuplar (ki damgalarından nereden postalandıklarına ulaşır Véronique) ve bir davetiye niteliğindeki ses kaydı ile (Kafenin kapı gıcırtıları ile başlayıp, garson kızın sesinden, dışardaki patlamaya dek Kuklacı, Véronique'i beklediği adresi bu ses kasedindeki ipuçları ile anlatmaktadır) Véronique Saint Lazare Garı'ndaki kafede Kuklacı'ya ulaşıyor. (Hiç bir şey sebepsiz değildir: Neden seçilen garın ismi Saint Lazare, acaba Lazarus'tan dolayı mı???) Kuklacı aynı zamanda kitapları olan bir yazar ve kafede Véronique bir anda kendisinin Kuklacı'nın yeni yazacağı öykü için kullanılmakta olduğu kanısına kapılarak oradan uzaklaşıyor. Oysa Kuklacı ısrarcıdır, Véronique'i kalacağı otele dek izler ve bütün kadınlar hayatlarını çantalarında taşır fikrimi kanıtlayan sahne gelir: Véronique kendisi hakkında daha başka ne öğrenmek istediğini sorar Kuklacı'ya, "herşeyi" der Kuklacı ve Véronique çantasının içindekileri yatağın üzerine döker bir anda...Geziye gittiği Krakov'da çektiği fotoğraflar da çantadadır ve farkında olmadan fotoğrafladığı Weronika'nın fotoğrafını gösterir Kuklacı. Véronique gizemli bir şekilde varlığını hep hissettiği Weronika'yı o an fotoğrafta görür. O an sadece Véronique'i değil gizemli oluşumları bir şekilde hayatının çeşitli zamanlarında hissetmiş olanları da etkileyen bir sahne bence. Sonra filmin sonlarında benim en sevdiğim sahne olan Véronique'in Kuklacı'nın evinde kendi kuklaları ile karşı karşıya gelişi sahnesi gelir; Kuklacı Véronique'in iki tane kuklasını yapmıştır. Véronique neden iki tane olduğunu sorduğunda, Kuklacı gösteride hep elinde olduklarını ve zarar gördüklerini söyler, bu yüzden çift yapmıştır kuklaları. Véronique'in kuklasının biri Kuklacı'nın elinde hareket ettirilmektedir, diğeri ise masanın üzerinde hareketsiz yatmaktadır. Kuklacı kadere vurgu yaparak, farklı seçimlerin nelere sebep olacağını anlattığı hikayesini dile getirirken isminin birilerinin ikili yaşamı olacağını belirtir. Film Véronique'in babası evin içinde tahtaya şekil verirken gösterirken aynı anda kendisinin evin dışında bir ağaca dokunmasıyla yavaş yavaş sonlanır. Véronique hayata yani ağaca dokunmaktadır, babası bir hayatı (ağaçtan tahtaya ve de sonra bir nesneye) başka bir forma sokmaktadır.
Ve ben bu filmi her izlediğimde kapıldığım kafa karışıklığı duygularını yine fazlasıyla hissederek "hayattaki ikinci şans" var mıdır sorusu ile başbaşa kalırım. Bu arada filmin müzikleri film kadar muhteşemdir ve Zbigniew Preisner'in bestelediği filmin tema müziği olan "Verso il cielo / Gökyüzüne doğru"nun sözleri Dante Alighieri'den alınmıştır.
Kristal top, Citizen Kane'deki karlı küreyi çağırıştırıyor ! ROSEBUD..!

1 Mayıs 2009 Cuma

Ay, Huzur, Şefkat, Koyu, Uyku...

Ay bardak altlığında kuzularla...
İlhan Berk AY için der ki; Bir yalnız / Gökyüzünün sözlüğünde.
Der ki İlhan Berk AY için; Bir yalnız / Gökyüzünün sözlüğünde.
AY için der ki İlhan Berk; Bir yalnız / Gökyüzünün sözlüğünde.
Der ki AY için İlhan Berk; Bir yalnız / Gökyüzünün sözlüğünde.
İlhan Berk der ki AY için; Bir yalnız / Gökyüzünün sözlüğünde.