30 Nisan 2010 Cuma

Bir Sarmaşık Olsam

Mishka ve AlmaTarık Akan ve Şerif Sezer'i yıllar sonra tekrar aynı filmde buluşturan, Murat Saraçoğlu'nun 2009 yapımı Deli Deli Olma / Piano Girl filmini biraz geç de olsa sonunda izleyebildim. Çok sevdiğim iki oyuncunun yine muhteşem oyunculuklarıyla çok güzel bir film Deli Deli Olma. Filmi ve filmde önce Mişka / Mishka (Tarık Akan)'ın sonra başarılı çocuk oyuncu Alma (Cemile Nihan Turan)'nın söylediği, dışlanmışların duygularını hüzünlü sözleriyle yansıtan "Bir Sarmaşık Olsam" şarkısını çok sevdim.
Bir sarmaşık olsaydım,
Sıkıca tutunsaydım bir yere.
Sökülüp atılmasaydım,
Köklerimi salsaydım derinlere.

Bir sarmaşık olsaydım,
Dolasaydım gövdemi döne döne.
Günlerce aynı yerde kalsaydım,
Hareketsizlikten uyusaydım.

Bense ayrık otuyam,
Her çıktığı yerden sökülen.
Sarmaşık olmak isteyipte;
Basit bir ot bilinen.

Bir ayrık otuyam,
Kökü olmayan, sevilmeyen.
Sarmaşık olmaya özenen;
......................
Öylece bir ot işte.

27 Nisan 2010 Salı

...Bir vapur geçer Boğaz'a doğru
Nazım usulcacık okşar vapuru...

Boğaz'da Giden Vapur"Vapurlar" temalı efemera koleksiyonuma sevgili(m) kocam sayesinde eklenen bu zarif kartpostal, elbette Nazım Hikmet'in hüzünlü "Vapur" şiirinin dizelerini anımsatıyor bana...
...Bir vapur geçer Boğaz'a doğru,
Nazım usulcacık okşar vapuru,
yanar elleri...

Nazım Hikmet Ran
27 Mayıs 1957

24 Nisan 2010 Cumartesi

Barış için Savaşmak !

Stanley Kubrick"Soğuk Savaş" yerini çoktan bölgesel savaşlara bıraktı ama Stanley Kubrick'in 1964 yapımı kült çalışması Dr. Strangelove or: How I Learned to Stop Worrying and Love the Bomb / Dr. Garipaşk ya da Bomba Hakkında Endişelerimden Kurtulup Bombayı Sevmesini Nasıl Öğrendim izlediğim, izleyeceğim savaşın anlamsızlığı üzerine "Soğuk Savaş" yıllarında çekilmiş en iyi kara komedi filmi. Karakterlerin her biri zekice seçilmiş, filmdeki Teksas (savaş meraklısı Başkanların memleketi) aksanıyla konuşan uçak pilotu, Nazi bozması Dr. Strangelove, "War Room" dahil pek çok şey zekice tasarlanmış Kubrick tarafından. Üstelik Savaş Odası'nda kavgaya tutuşan Sovyet Elçisi ile generale, Başkan'ın "Gentlemen, You can not fight in the War Room." diyerek müdahala etmesi çok yerinde bir ironi değil de nedir ? Çekildiği yılı çoktan aşıp gelecek kuşaklara da kalacak zamansız bir başyapıt Dr. Strangelove or: How I Learned to Stop Worrying and Love the Bomb.

Askeri karahgahta yer alan "Peace is our profession" yazısına Amerikalıların ne kadar sadık olduğunu farkedebiliyor musunuz? Afganistan'a barış getirme bahanesiyle saldırıp, Irak'a özgürlük ve demokrasi getirmek için girmemişler miydi ? Yoksa bellek kaybına mı tutuldum acaba ?Dr. Strangelove ya da Dr. Merkwürdigliebe

23 Nisan 2010 Cuma

Sonsuz Olsun !

23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı
Bugün 23 Nisan
Neşe ve umut doluyor insan
.

22 Nisan 2010 Perşembe

İnci'nin Kitabı

Ahmet Adnan Saygun76 yıl önce Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılış konuşmasında şöyle diyordu: “Bir ulusun yeni değişikliğine ölçü, musikide (müzikte) değişikliği alabilmesi, kavrayabilmesidir. Bunu açıkça bilmeliyiz. Ulusal ince duyguları, düşünceleri anlatan, yüksek deyişleri, söyleyişleri toplamak, onları bir an önce son genel musiki (müzik) kurallarına göre işlemek gerekir; ancak bu düzeyde Türk Ulusal Musikisi (Müziği) yükselebilir, evrensel musikide (müzikte) yerini alabilir.”

1907 doğumlu Ahmet Adnan Saygun o tarihte 27 yaşındadır ve Atatürk’ün isteğiyle ilk Türk Operası “Özsoy”u Türk müzik yaşamına kazandıracaktır. Eser, İran Şahı’nın ülkemizi ziyareti sebebiyle sahnelenmek üzere Ahmet Adnan Saygun tarafından iki ay gibi bir süre içinde tamamlanır. Atatürk bu eserle Cumhuriyet devrimlerinin ve çağdaş Türk toplumunun tanıtılmasını ve İran ile Türk Halklarının yakınlaşmasını amaçlarken, Saygun da kısıtlı zamana ve devrin güç koşullarına karşın büyük bir başarıyla "Özsoy" operasını bestelemiştir. Atatürk bu gelişmeyi “bir devrim hareketi” olarak nitelendirir.

“Özsoy” Operası ilk kez 19 Haziran 1934 gecesi, Ahmet Adnan Saygun'un orkestra şefliğinde Türk ve İran Devlet Başkanlarının önünde Ankara Halkevi’nde sahnelenir. Eserin librettosu (metinleri) Münir Hayri Egeli tarafından kaleme alınmıştır. İlk sahnelendiğinde üç perdelik olan “Özsoy” Operası Atatürk’ün 100. doğum yıldönümü nedeniyle Ahmet Adnan Saygun tarafından tek perdelik özet haline getirilmiş, 48 yıl sonra 3 Şubat 1982’de tek perde olarak sahnelenmiştir.

“Özsoy” üzerine bu kadar ansiklopedik bilgiyi yarının 23 Nisan olması sebebiyle biraz uzun tuttum, aslında amacım Ahmet Adnan Saygun’un yine 1934’te yazdığı, çok uzun zamandır peşinde olduğum ve en sonunda bularak edinebildiğim “İnci’nin Kitabı” isimli piyano için yedi küçük parçanın yer aldığı kitabından söz etmekti. Halit Refiğ’in 1988 yapımı Hanım / Madame filminde gördüğümden beri (Filmde piyano dersleri veren Olcay Hanım öğrencisiyle bu kitap üzerinden de piyano parçalarını çalışmaktadırlar) Saygun’un kitabını piyano eğitimi alan kızıma armağan edebilmek için arayıp tarıyordum her köşe bucağı… Kitabın kapak ve ilk parçanın notalarının yer aldığı fotoğraflarla baş başa bırakarak “AY”dan İzlenimler’in takipçilerini, Sanat Yazarı Şefik Kahramakaptan’ın web sitesinden alıntıyla sonlandırmak istiyorum bugünkü günce notumu: “İnci’nin Kitabı’nı Ahmet Adnan Saygun, 1934 yılında, ilk Türk operası Özsoy’u besteleyip, Riyaset-i Cumhur Filarmoni Orkestrası şefliğine atandıktan sonra yazdı. Yedi küçük parçadan oluşan bir süit olan İnci’nin Kitabı’nı Saygun, Paris’teki eğitimi sırasında kendisine çok yardımcı olan füg ve kompozisyon hocası Eugene Borrel’in eşine sunuladı. Bu yedi parçanın adları da, bunların çocuklar için yazıldığını hemen çağrıştırır: İnci, Afacan Kedi, Masal, Kocaman Bebek, Oyun, Ninni, Rüya… Saygun, 1950′de yapıtını orkestraya da uyguladı. Yapıt ayrıca iki gitar için de uygulandı. İnci’nin Kitabı, ABD’de çeşitli üniversitelerin müzik bölümlerinde derslerde kullanılmaktadır.”İnci'nin Kitabıİnci
Büyütmek için fotoğraflara tıklayınız.

Değerli bestecimiz Ahmet Adnan Saygun (1907 - 1991)'dan bahsetmişken, güzide kurumlarımızdan Darphane'nin, koleksiyonerler için, 1991 yılında kaybettiğimiz Saygun'un anısına hatıra para çıkarttığını da eklemek istiyorum. Paranın desen ve kalıp çalışmaları Darphane gravörü Suat Özyönüm tarafından yapılmış. Hatıra parada Ahmet Adnan Saygun'un cepheden portresi, altında 1907 ve 1991 tarihleri, üstte çevrede Ahmet Adnan Saygun yazısı, portrenin arkasında 5 satır şeklinde notalar ve satırlar arasında süs olarak kullanılmış 3 adet kuş figürü yer almakta. Arka planda görünen notalar Ahmet Adnan Saygun'un orijinal el yazısı olup, Opus 60 birinci defter “İnsan Üzerine Deyişler” den “3 kuş” adlı parçanın notalarıdır. Zarif tasarımlı Ahmet Adnan Saygun Hatıra Parası
sevgili(m) kocamın koleksiyonunda da yer almaktadır.Ahmet Adnan Saygun Hatıra Parası

21 Nisan 2010 Çarşamba

Vavien

Celal ve SevilayYağmur ve Durul Taylan biraderlerin 2009 yapımı Vavien filmi katıldığı her yarışmadan ödüllerle dönüyor. En son 29. İstanbul Film Festivali Ulusal Yarışma bölümünde “En İyi Film” ve “En İyi Senaryo” ödüllerini alan Vavien filmini, oyuncularından kaynaklanıyor olsa gerek hiç ama hiç sevmedim. Oyunculuklarına laf etmiyorum ama yüzleri oynadıkları malum diziler sebebiyle hayli eskimiş olan oyuncuları (burada üzerlerine yapışan tiplemeleri de gözardı etmemek gerek) oldukça hoş bir senaryoya sahip olan bu filmde izlemek beni sadece daralttı. Küçük kasabada dönen küçük hesaplar oldukça pırıltılı bir kara komediye dönüşmüş ama senaryonun pırıltısı bence abartılı oyunculuklarla hayli rahatsız edici olmuş. Ancak öte yandan filmin en büyük katkısı “vavien”in ne demek olduğunu uygulamalı olarak anlatması oldu diyebilirim.Vavien anahtar şemasıİki elektrik anahtarıyla tek lambayı kontrol etmeye yarayan mekanizma olan “vavien”i filmdeki gibi anlatırsak: Diyelim eviniz iki katlı: Alt kattasınız ve 1. anahtarla aşağıdan merdiven ışığını yakarak üst kata çıktınız. Işık şimdi açık kaldı ve siz bir daha alt kata dönmeyeceksiniz. O halde üst kattayken ışığı nasıl kapatacaksınız? Elbette “vavien” diye adlandırılan mekanizmayla kapatırsınız üst kattaki anahtarla lambanızı. Yani iki elektrik anahtarı tek lambanızı kontrol eder.

20 Nisan 2010 Salı

Açtırma Kutuyu... Çıkartma Kötülükleri...

Pandora's BoxGeçtiğimiz Pazar nihayet DVD’sini alıp dün akşam izlediğimiz Yeşim Ustaoğlu’nun 2008 yapımı Pandora'nın Kutusu / Pandora’s Box filmi buruk bir tat bırakıyor belleğimde. Çok uzun bir süredir filmlerdeki karakterlerle kendimi bağdaştırmamıştım hiç, sanırım bir kutu da bende açıldı dün akşam. En çok Nusret karakterini (Alzheimer hastası olan yaşlı anneanne) tek anlayan ve özgür bırakan Murat karakterini (boşlukta savrulan ve kendince hayatın anlamını arayan, sorgulayan genç torun) seviyorum filmde, en çok Nesrin karakteri gibi olmak istemediğimin ayırdına varıyorum.
Nusret dağlarına bakarken...Alzheimer hastası (burada hemen bir tıbbi açıklama gireyim: “Bunama ya da demans”, günlük yaşamın her zamanki gibi sürdürülmesini engelleyen ilerleyici, kronik bir beyin hastalığı, Alzheimer hastalığı da en yaygın demans türlerinden biri. ) yaşlı anneanne Nusret’i 1918 doğumlu Fransız oyuncu Tsilla Chelton canlandırıyor. Bilmediği bir dilde öğrendiği sözcüklerle alkışlanacak bir oyunculuk sergiliyor. Batı Karadeniz’in güzelim dağlarına karşı olan evinde bir sabah gözlerini dağlara doğru dikiyor ve evinden çıkıp kayboluyor Nusret. (Yaşlılardan başlamışken, filmin hemen başında zihnim hemen Shohei Imamura’nun 1983 yapımı acımasız Narayama-bushi kô / Ballad of Narayama / Narayama Türküsü filmine gönderme yaptı doğal olarak. ) Nusret’in İstanbul’da her biri ayrı ayrı kendi sorunlarıyla boğuşan üç çocuğu (evli ve çocuklu olup oğlu Murat’la başı dertte olan büyük kız Nesrin, düzensiz ilişkisiyle cebelleşen ortanca Güzin ve boş gezenin boş kalfası, sorumsuz ve umarsız en küçük erkek kardeş Mehmet) annelerinin kaybolduğu haberi gelirgelmez memleketlerine yolculuğa çıkıyorlar. Yolculukla birlikte hep üstünü örttükleri ya da halının altına süpürdükleri, yüzleşmekten kaçındıkları sorunlar teker teker açığa çıkmaya başlıyor o kapalı tutulmaya alışılan/çalışılan Pandora’nın kutusundan. Annelerini alarak İstanbul’a dönüyorlar. Torun Murat ve anneanne Nusret İstanbul'da Haliç'teYaşadığı dağlarından hiç ayrılmamış Nusret büyük kızı Nesrin’in kutu kutu üst üste dizili dairelerden oluşan sitedeki evinde hapis hayatına başlıyor. Kız kardeşi Güzin tarafından herkesin hayatına hükmetmekle suçlanan Nesrin belki de annesini yalnız bir ölüme terk etmemek için dağlarından koparıp getiriyor ama annesini içinden çıkılmaz bir mutsuzluğa sürüklediğini fark edemiyor. Tıpkı bir türlü doğru iletişim kuramadığı ve dokunamadığı kocası ve rahat bırakmayıp, hep peşinde koşturduğu oğlu Murat’la olan çarpık ilişkisinde olduğu gibi kendi doğrularından vazgeçmeye hiç niyeti yok Nesrin’in. Yaşlı Nusret bir paket gibi üç kardeşin evinden diğerine taşınırken sorumsuz ve umarsız dayı Mehmet’in evinde torun Murat’la anneannenin birbirini bulması bir mucize oluyor. Aslında ismini koyduğu Murat’ın kim olduğunu bilemiyor Nusret. Sabah erkenden yorgun argın günü karşılayan İstanbul’da çıktıkları yolculuk birbirlerini ama en çok Murat’ın anneannesini anlamasını sağlıyor. Nusret son çare olarak kızları tarafından bakımevine yerleştirildiğinde torun Murat anneanne Nusret’i alıp, çekip, kaçırıyor ve çok sevdiği, mesken bildiği dağlarına (bir gönderme de Sabahattin Ali'nin şiirine yapalım. Bakınız: Dağlar) kavuşturuyor anneannesini.Anneanne Nusret ve torun Murat Batı Karadeniz dağlarındaki evde
Hayat bize neler getirecek, bizden neler götürecek bilinmez. Dilediğim ilk şey umarım hiçbir zaman bunamam !

19 Nisan 2010 Pazartesi

Boğaz'ın İncisi, Galata Kulesi'nin Sevgilisi...

Eskilerdeki Kız KulesiSevgili(m) kocamın, haftasonunda katıldığı müzayededen benim için edindiği bu kez eski bir Kızkulesi kartpostalı. Eski zamanların zarif Kızkulesi kartpostalı elbette efemera koleksiyonumun başköşesine yerleşiyor.

16 Nisan 2010 Cuma

İstanbul'da Gizemli Bir Vampir

Vampryos LesbosArşivimizde uzun bir süredir yer alan ama benim için bir türlü izlenme sırası gelmeyen filmlerden biriydi Jess (Jesus) Franco’nun 1971 yapımı Vampyros Lesbos / Lesbian Vampires: The Heiress of Dracula / Vampyros Lesbos: Die Erbin des Dracula / Lezbiyen Vampirler. Bu yılki İstanbul Film Festivali’nde “İstanbul: İçeriden ve Dışarıdan” bölümünde de yer alan filmi Çarşamda akşamı izleyebildim en sonunda. Kült yönetmen Jess Franco, kült filmi Vampyros Lesbos / Lesbian Vampires: The Heiress of Dracula / Vampyros Lesbos: Die Erbin des Dracula / Lezbiyen Vampirler’u ağırlıklı olarak İstanbul’da çekmiş. İstanbul’da çekilmiş olup da Türkçe tek bir sözcük bile işitmediğiniz bu fantastik filmde bazı İstanbul görüntüleri de İstanbul’a pek benzemiyor ama her şeye rağmen İstanbul’da çekilen “soft erotik bir korku filmi” olarak Türk izleyiciler için oldukça ilginç ve nadide bir yapım Vampyros Lesbos.Linda ve ÖmerKlüpteki erotik gösterideFilmde Ewa Strömberg’in canlandırdığı Linda, Simpson & Simpson isimli yabancı bir firmada çalışan (gayrimenkul şirketi büyük olasılık) bir avukat. İnce bıyıklı sevgilisi Omar / Ömer ile geceleri İstanbul’un hayli egzantrik gece klüplerini dolaşmakta, kulüplerdeki ilginç erotik gösterileri adeta büyülenerek izlemektedir. Rüyalarında da “Linda, Linda…” diye kendisini çağıran bir kadın görmektedir.Linda, Linda seni çağırıyorum...Bir de sürekli rüya mı hayal mi olduğunu tam ayırt edemediğimiz imgeler görmektedir: Gökyüzünde süzülen kırmızı bir uçurtma ağlarda takılı bir kelebek, kah taşlarda kah suyun içinde yürüyen bir akrep, camda ya da perdede akan ve kan izlenimi veren birkaç damla kırmızı boya. Linda’nın rüyalarını dinleyen psikiyatristin seans süresince resimler karalayıp sonra da çözüm olarak Linda’ya daha çok seks yapmasını önermesi de ayrıca ironiktir !

Linda, henüz Boğaz Köprüsü’nün olmadığı zamanların İstanbul’unda bir miras olayı ile ilgili görüşmek üzere gerçek yaşamında hayli şansız güzeller güzeli aktris Soledad Miranda’nın (Jess Franco’nun gözde oyuncusu çok genç yaşta trafik kazasında hayatını kaybetmiştir.) canlandırdığı çekici ve gizemli Kontes Nadine Carody’nin Büyükada'daki evine gider. (Büyükada ile Lesbos Adası'na da gönderme yapılmış kanımca. Ayvalık'ın karşısındaki bugün Midilli Adası olarak bilinen, ünlü lezbiyen Antik Yunan şairesi Sappho'nun da memleketi olan Lesbos Adası'ndan gelen "lezbiyen" sözcüğü 1800'li yıllardan beri eşcincel kadınlar için kullanılagelmiştir.) Buraya kadar iyi, güzel; Büyükada’da meydanını da görüyoruz ama sonra birden kurgu değişiyor. Ada sahilleri diye gördüğümüz yer daha çok Akdeniz’de bir kumsalı çağrıştırıyor… Acaba ben mi atladım diye düşünüyorum İstanbul’un Prens adaları yerine Akdeniz’de bir adada mı oturuyor Kontes Nadine Carody ?NadineNeyse, vampir adının geçtiği filmin elbette şaşırtmayan gelişmesi Kontes Nadine Carody’e Kont Dracula’dan kalan miras. Linda’nın Kontes’i ziyaret sebebi de bizzat kendisine Kont Drakula’dan kalan bu miras. Linda, Kontes’le tanışınca O’nun büyüleyici güzelliğinden etkilenmemenin olanaksızlığının ayırdına varıyor ve anlıyor ki rüyalarında kendisi çağıran kadın da Nadine’den başkası değil ama derin bakışlı Nadine de Kont Dracula tarafından vampire dönüştürülmüş bir gizemli yaratıktan başkası değil ! Linda ve NadineNadine ve LindaBu kadar yeterli, filmin kalanını hayal edebilirsiniz, klasik bir vampir filmi kurgusunda olduğu için de hayal etmekte çok zorlanmazsınız. Filmde bir önemli nokta da, Linda’nın Kontes’in evine gitmeden önceki gece adada konakladığı otelde çalışan tuhaf tavırlı ‘bellboy’ Memmet ‘in bizzat yönetmen Jess Franco tarafından canlandırılmış olması.
Çoğunlukla komik bulacak olsanız bile, salt İstanbul görüntüleri (zaman zaman başka bir yermiş izlenimini veriyor olsa da), 'psychedelic' müzikleri, kült yönetmenin kendisinin de filmde yer alması bence filmin izlenmesi için yeterli sebepler !

13 Nisan 2010 Salı

Mike Leigh'ten buruk bir dokunuş

ÇıplakPazar günkü keyifli Kadıköy gezimizde dolaştığımız kitapçıda 1994 İstanbul Film Festivali'nde izlediğim Mike Leigh'in 1993 yapımı Naked / Çıplak filminin DVD'sine rastlayınca almadan edemedim. Yurtdışında yaşarken ve iki arada bir derede İstanbul'a gelmişken, ayağımın tozuyla izlediğim festival filmlerinden biri olan Naked / Çıplak, buruk bir tat bırakmıştı hafızamda diye anımsıyorum.ÇıplakAslında ciddi bir kadın düşmanı diye adlandırabileceğim filmin ana kahramanı Johnny (Doğrusu David Thewlis cidden rolünde harikalar yaratmış. Film Mike Leigh'e 1993 Cannes Film Festivali'nde "En iyi Yönetmen" ödülünü kazandırırken, oynadığı rol de David Thewlis'e "En İyi Erkek Oyuncu" ödülünü getirmiş) belki de hep yapmak istediklerimizi fütursuzca gerçekleştirdiği ya da zaman zaman özlemi çekilen sonsuz umarsızlığı ile bir tokat etkisi yapmıştı filmi ilk izlediğim zamanda. Eh tabii şimdi 16 yıl sonra tekrar izlediğimde filmi, aynı etkiyi yaratmadı Johnny ancak filme ilişkin aynı buruk tat yine kaldı elbette... Sadece yirmibeş sayfalık bir senaryo üzerinden doğaçlama olarak çekilen filmde diyaloglarda yer yer kaybolabiliyorsunuz ama Johnny'nin güvenlik görevlisi Brian'a Tanrı üzerine sarfettiği her yorum oldukça düşündürücü. Farklı ve karanlık bir Londra izleten film sabrınızı yokluyor kimi zaman. Bu arada kendine hayran Jeremy'i canlandıran Greg Cruttwell da harikalar yaratan bir diğer oyuncu.

Disk Atan AtletDeğinmeden edemeyeceğim: Johnny'nin kafede tanıştığı garson kızın kaldığı evde kitaplar ve objelerle ilgili ahkam keserken, M.Ö. 5. yy’da yaşamış ünlü Yunan heykeltraş Myron’un yaptığı bilinen fakat günümüzde orjinali kayıp olan, antik Yunan dünyasının ideal güzellik kavramını yansıtan, evimizde de bir maketinin "kişisel müzemde" yerini aldığı ve üstelik 12 Şubat - 4 Nisan 2010 tarihlerinde İstanbul Arkeoloji Müzesi'nde de replikası sergilenen ünlü "Townley Discobolus / Disk Atan Atlet" heykelini rafta görünce "Merhaba, bu da pizzacı çocuk oluyor..." diye nitelendirmesi anlayana oldukça hoş bir espriydi ! Kıssadan hisse (ler): Mülkiyet duygunuzu geliştirmeyin, objelere bağlanmayın, kişisel müzeniz belleğinizde zenginleşsin !

12 Nisan 2010 Pazartesi

Bir Baylan Klasiği: Kup Griye

Baylan Pastanesi
Baylan Pastanesiİkibinon yılının Nisan ayının onbirinci gününde, elbette Baylan'a uğranmadan dönülmedi ve elbette kızımla aramızda Kup Griye kadar klasikleşmiş olan espirisi yinelendi !Her zaman Kup Griye

BENİM VAPURLARIM

Ayrı Birey Ay Hanım ve Ay Tanrıçası kızının ikibinon yılının Nisan ayının onbirinci gününde, İstanbul'un bir yakasından diğer yakasına gerçekleştirdikleri vapur gezintisinde yakaladıkları vapurlar...

Vapur göründü...Vapur süzülüyor...Vapur yaklaşıyor...Martı vapuru bekliyor... İskele köprüsünde martı...Vapur iskelede...Boş koltuklar yolcuları bekler...Alır yolcularını vapur ve karşı kıyıya yola çıkar...Beyaz köpüklerdedir hayat !

8 Nisan 2010 Perşembe

HAYALLERİNİZ KADAR

VapurlarVapurlar deyip de Mehmet Güreli’nin 1986 yılında çektiği yaklaşık 18 dakikalık güzelim “Vapurlar” filmine değinmeden olmaz ! Boğaz vapurlarını adeta ölümsüzleştiren Mehmet Güreli bir söyleşide şöyle demiş; Vapurlar/Blues'u film için yapmıştım. Kafamda hep vapurlar vardı ve onları anlatmak istiyordum. Vapur bacaları ile saksofon arasında karşılıklı bir ilişki kuruldu kafamda ve o ruh halinin albümüydü.”
Vapurlar belgeseli 1987’de Film Festivali programındaydı. Festivalde izleyemediğim filmin peşine o gün bu gündür düşüp, Mehmet Güreli bu kısa filmin müziklerini “Vapurlar/Blues” ismiyle cd olarak çıkartır çıkartmaz edinmiş ve pek çok arkadaşıma da armağan etmiştim.
Vapurlar filminde İstanbul Boğazı’nın süsü olan vapurların birbirlerine olan olanaksız aşkları usul usul süzülüyor… Vapurların biri yanaşıyor iskeleye, diğeri ayrılıyor… Birbirlerine kavuşmaya çalışıyorlar Boğaz’da, olmuyor… Yan yana süzülüyorlar, beyaz köpükler arkalarında vapur yolcularının gözlerine takılıyor… Martılar arkadaşlık ediyor vapurlara, vapurlar yolculara…. Yolcular bir yakadan diğer yakaya geçiyorlar… Boğaz renkten renge bürünüyor... Gün ağarıyor, gün batıyor…
Sevdiğim Vapurlar filminden bazı eşsiz karelerle baş başa bırakıyorum sizleri… Hayalleriniz kadar... Vapurlar... Vapurlar
VapurlarVapurlarVapurlarVapurlarVapurlarVapurlarVapurlarVapurlar

6 Nisan 2010 Salı

Bakakalır mıyım ben de giden vapurların ardından Orhan Veli gibi?

1930'lu yıllarda Boğaz VapuruVapurlar beni her zaman büyülemiştir, büyülemektedir, büyüleyecektir... Her türlü efemera, kitap, film, cd toplarım vapurlara ilişkin. Sevgili(m) kocamın, haftasonunda bir müzayededen benim için edindiği, 1930'lu yılların Şirket-i Hayriye vapurlarından birinin yer aldığı eski fotoğraf AY’dan İzlenimler’e konuk bu kez…