Geçtiğimiz Pazar nihayet DVD’sini alıp dün akşam izlediğimiz Yeşim Ustaoğlu’nun 2008 yapımı Pandora'nın Kutusu / Pandora’s Box filmi buruk bir tat bırakıyor belleğimde. Çok uzun bir süredir filmlerdeki karakterlerle kendimi bağdaştırmamıştım hiç, sanırım bir kutu da bende açıldı dün akşam. En çok Nusret karakterini (Alzheimer hastası olan yaşlı anneanne) tek anlayan ve özgür bırakan Murat karakterini (boşlukta savrulan ve kendince hayatın anlamını arayan, sorgulayan genç torun) seviyorum filmde, en çok Nesrin karakteri gibi olmak istemediğimin ayırdına varıyorum.
Alzheimer hastası (burada hemen bir tıbbi açıklama gireyim: “Bunama ya da demans”, günlük yaşamın her zamanki gibi sürdürülmesini engelleyen ilerleyici, kronik bir beyin hastalığı, Alzheimer hastalığı da en yaygın demans türlerinden biri. ) yaşlı anneanne Nusret’i 1918 doğumlu Fransız oyuncu Tsilla Chelton canlandırıyor. Bilmediği bir dilde öğrendiği sözcüklerle alkışlanacak bir oyunculuk sergiliyor. Batı Karadeniz’in güzelim dağlarına karşı olan evinde bir sabah gözlerini dağlara doğru dikiyor ve evinden çıkıp kayboluyor Nusret. (Yaşlılardan başlamışken, filmin hemen başında zihnim hemen Shohei Imamura’nun 1983 yapımı acımasız Narayama-bushi kô / Ballad of Narayama / Narayama Türküsü filmine gönderme yaptı doğal olarak. ) Nusret’in İstanbul’da her biri ayrı ayrı kendi sorunlarıyla boğuşan üç çocuğu (evli ve çocuklu olup oğlu Murat’la başı dertte olan büyük kız Nesrin, düzensiz ilişkisiyle cebelleşen ortanca Güzin ve boş gezenin boş kalfası, sorumsuz ve umarsız en küçük erkek kardeş Mehmet) annelerinin kaybolduğu haberi gelirgelmez memleketlerine yolculuğa çıkıyorlar. Yolculukla birlikte hep üstünü örttükleri ya da halının altına süpürdükleri, yüzleşmekten kaçındıkları sorunlar teker teker açığa çıkmaya başlıyor o kapalı tutulmaya alışılan/çalışılan Pandora’nın kutusundan. Annelerini alarak İstanbul’a dönüyorlar. Yaşadığı dağlarından hiç ayrılmamış Nusret büyük kızı Nesrin’in kutu kutu üst üste dizili dairelerden oluşan sitedeki evinde hapis hayatına başlıyor. Kız kardeşi Güzin tarafından herkesin hayatına hükmetmekle suçlanan Nesrin belki de annesini yalnız bir ölüme terk etmemek için dağlarından koparıp getiriyor ama annesini içinden çıkılmaz bir mutsuzluğa sürüklediğini fark edemiyor. Tıpkı bir türlü doğru iletişim kuramadığı ve dokunamadığı kocası ve rahat bırakmayıp, hep peşinde koşturduğu oğlu Murat’la olan çarpık ilişkisinde olduğu gibi kendi doğrularından vazgeçmeye hiç niyeti yok Nesrin’in. Yaşlı Nusret bir paket gibi üç kardeşin evinden diğerine taşınırken sorumsuz ve umarsız dayı Mehmet’in evinde torun Murat’la anneannenin birbirini bulması bir mucize oluyor. Aslında ismini koyduğu Murat’ın kim olduğunu bilemiyor Nusret. Sabah erkenden yorgun argın günü karşılayan İstanbul’da çıktıkları yolculuk birbirlerini ama en çok Murat’ın anneannesini anlamasını sağlıyor. Nusret son çare olarak kızları tarafından bakımevine yerleştirildiğinde torun Murat anneanne Nusret’i alıp, çekip, kaçırıyor ve çok sevdiği, mesken bildiği dağlarına (bir gönderme de Sabahattin Ali'nin şiirine yapalım. Bakınız: Dağlar) kavuşturuyor anneannesini.
Hayat bize neler getirecek, bizden neler götürecek bilinmez. Dilediğim ilk şey umarım hiçbir zaman bunamam !