Bir zamanlar çok sevgili bir dostum söylemişti; "Aşk, sevgi, dostluklar kadife kutu içinde sunulur insana, saklayıp saklamamak kendisine kalır !" Yine bir trende geçen ve Sanal Boğuntular'da yayınlanmış olan ve gerçekten yaşanmış ama "sanal" bir dostluğu anlatan öyküye bırakıyorum bugün güncemi. Yolculuğun dönüşü de var ve dönüşünü ilerki günlerde günceme taşıyacağım... Prag - Viyana tren yolculuğundaki İrlandalı arkadaşım ile bir daha görüşmedik, Viyana - Prag tren yolculuğundaki arkadaşımla da yaklaşık 1999'dan beri elimizde olan/olmayan nedenlerle görüşemiyoruz.
"14 Nisan 1995 İki Avrupa Başkenti Arasındaki Yolculuk
/ Prag - Viyana
05:30 Bilet alınan saat. Tren 06:15'te kalkıyor.
İstasyon berbat bir durumda. Tüm ayyaşlar, kentin tüm uyumayanları orada olmalı. Kalabalık. Büfeden kötü bir koku geliyor. Sadece bu koku bile yiyecek bir şey satın almaya engel. İyi ki sandviçlerim var yanımda...5 no'lu peron...Bir dolu boş vagon...Kalabalık bir Japon ailesi. Bol çocuk. En kalabalık çocuklu aile yarışmasında birinci olabilecek kadar çok çocuk var etraflarında, hatta ikisi bebek arabasında. Umarım gelip benim oturacağım yeri bulmazlar !
Gün daha yeni ışıyor. Kapılar açıldı. Bir düdük sesi. Vagon seçiyorum, sonra da kompartıman.
Altı kişilik bölümler. Bir sessizlik hakim. Japon aile koşuşturarak geçiyor, koridordan görüyorum geçip gittiklerini. Bir kız giriyor içeri. "Başka kimse olacak mı, gelebilir miyim ?" diye soruyor. Korkunç bir aksanı var, anlamakta zorluk çekiyorum konuştuğu İngilizce'yi. En azından kibar, hiç olmazsa sordu. "Evet" diyorum. Son düdük ile birlikte beşbuçuk saat sürecek yolculuğumuz başlıyor. İrlandalı'ymış. Avukat. Uluslararası bir hukuk bürosunda çalışıyor. Aynı sebeple Viyana yolcusuyuz. Paskalya tatilini geçirmek. Az sonra zeytin ezmeli ve beyaz peynirli sandviçlerimi çıkarıp, birini de O'na ikram edince şaşırıyor. Telaşla bir saniye diyor, koşar adımlarla kompartımandan çıkıyor. Geldiğinde iki kağıt bardakta sıcak su, çay ve kahve poşeti var elinde. Çayı alıyorum. İlk kez yediği beyaz peyniri seviyor. Türkiye ve İrlanda. İki deniz ülkesi. Farklı kültür, farklı dil, farklı kahvaltı malzemeleri.
Trenlerin sesini severim, trenlerin yaydığı hüznü severim. Kapkara renklerini, kaybolmayı başaramadığımız koridorlarını, sevimsiz kompartımanlarını, dar tuvaletlerini, hareket halinde dışarıdan kayıp giden görüntüleri... Kondüktör geldi, sıradan kontrol. Adamın yüzündeki anlamsızlık, bileti de anlamsız kılıyor. Hiç gitmemiş Viyana'ya, soran olmadı ama O söylüyor. Viyana'da bir de onun için kahve içermiy mişiz, nereden aklımıza gelmişmiş gitmek. Halbuki Çekler soğuk insanlardır, asla konuşmazlar, bu adam konuşuyordu; adam kesin karışık! Neyse, gidiyor. İrlandalı kompartıman arkadaşım çok dertli. Bir erkek arkadaşı var, e-postalaşıyorlarmış. Adam normalde Paskalya'da Prag'a gelecekmiş ama gelmemiş; çocuklarını görmesi gerekiyormuş. Katolikmiş, karısından ayrı ama asla boşanamaz..."beni bırakmalısın" diyormuş kıza, "seninle evlenemem çünkü." "Peki sen ne hissediyorsun" dedim kıza, "bilmiyorum" diyor.
Beşbuçuk saat gerçek olarak "sanal" bir dostluk yaşıyoruz. Viyana'da trenden iniyoruz. Karşılanıyoruz ikimiz de. Onları da birbirleri ile tanıştırıyoruz, çok gerekliymiş gibi! Sonra? Sonra... Bir daha asla görüşmüyoruz.