
Kar yağıyor İstanbul'a...
Uçuşuyor beyaz kar taneleri...
Dediği gibi Cahit Sıtkı Tarancı'nın;
"Ruhum karıştı gitti bu kar tanelerine;
Şimdi yağan kar değil, ruhumdur kar yerine."
Sinema ve kültür-sanat ağırlıklı, hayata dair kişisel izler.
24 Ocak 2012 Salı gününün akşam saatlerinde, Öteki Deniz / The Other Sea adlı yeni filminin çekim çalışmalarında, Pire-Drapetsona otoyolunda bir motosikletin çarpmasıyla ağır yaralanan büyük usta Theodoros Angelopoulos, maalesef kaldırıldığı hastanede hayatını kaybederek "Zamanın Tozu"na karıştı. Toprağı bol olsun!







Dalından kopup (koparılıp) hızla suya sürüklenen elma, artık birlikte olmadığı (iki yıl kadar önce boşandığı) eşinin yanından geçip giderek (o da bir "elma" ile sembolize edilmiş kanısındayım), son tümseği aşacakken, başaramayacak ve öbür çürümüş elmalarla (filmin doktor dışındaki diğer ana karakterleri yani savcı, komiser ve zanlı) beraberce, onlardan azıcık ayrı durarak ama onların pozisyonundaki yazgısına, boyun eğecek! Bozkırda kalmak ya da kalmamak ve "büyüklerin günahını çeken çocuklara" masal/lar anlatmak! İşte tüm mesele...
Küçük Joyeux ve babası dışında, otelde kat görevlisi olarak çalışan Vicky ve hasta annesi ile kızkardeşinin düğünü için otelde bulunan Anna ve kocası filmin diğer karakterleri olarak karşımıza çıkıyor. Farklı farklı hayatlara sahip, hiç ortak noktası olmayan bu altı kişinin yolları oteldeki 24 saat içinde kesişiyor. Hangisi herkesin mutlu olduğu rüya ülkesine varabilecek bilinmez ama ağırlıklı televizyon için çalışmalar yapmış Kaat Beels’in ilk ciddi uzun metrajlı sinema çalışması olan Swooni, otel filmleri türü içinde, ele aldığı sorunların çok fazla derinine inmese de kendisini izlettiren hoş bir film olmuş.






Yılda bir kez gelen okul müdiresi mavi kurdele takan kız öğrencilerin bale gösterisini izleyip, tek bir kız öğrenciyi seçiyor ve birlikte götürüyor. 3 numaralı eve gelen yeni öğrenci Iris ile mor kurdelesini takan en yetkin öğrenci Bianca’nın arasında geçen konuşmayla orasının yani okulun artık kızların evi olduğunu ve hiç erkeğin bulunmadığını öğreniyoruz. Film ilerledikçe de hemen ormanın derinliklerinde, büyük duvarların arkasında konumlanmış bu okuldan ya da parktan ayrılabilmenin olanaksız olduğunu, ayrılmak için tek çarenin ölmek, mavi kurdeleyi takınca müdire tarafından seçilmiş öğrenci olabilmek ya da mor kurdele aşamasına gelince kelebek dansını yapıp trenle başka bir yere (erkeklerin de olduğu bir boyuta ya da dünyaya mı desem ?) gönderilmek olduğunu adım adım gözlemliyoruz.
Kolombiya'nın başkenti Bogotá'da hayatını değiştirmek üzere ardında kocasını, evini, ev kadınlığını bırakmış Karen'le otobüste sessizce ağlarken tanışıyoruz. Biraz birikmiş parasıyla kentin kenar bir semtinde kendine küçük bir oda tutuyor Karen ve iş aramaya koyuluyor. Sadece dertleşmek için uğradığı annesi anlayamıyor bir türlü kızının neden terkettiğini kendisini aldatmamış, tek bir fiske bile vurmamış olan, deyim yerindeyse "gül gibi" kocasını ! Oysa duyarlı kadınlar hemen çözüyorlar Karen'in gömmek istediğinin hizmetçi ruhuna bürünmüş (buradaki kasıt kesinlikle hizmetçilik mesleğini yapanlar değil, biliniz lütfen blog takipçileri !), konforlu evinin duvarlarının arasına hapsedilmiş boş hayatının olduğunu. Yeknesak günlerdir evlilikleri, ilişkileri öldüren. Gündelik hayatın akışında iş arkadaşı ile daha çok konuşacak konu bulan ve kendisi alabilecekken "Ceketimi verir misin ?" diyen bir koca da hak edendir elbette en sonunda terkedilmeyi !
Film başlarken otobüste ağlayan Karen, film biterken otobüste kitap okuyor. Duraklardan birinde binen başka bir kadın ağlamakta bu kez. Kimbilir, belki başka bir yönetmen de bu kadının öyküsünü filme çekmiştir diye düşünürken annemin hep dediği gibi yoksa hayatımız mı bir film saplantısından kurtulamamış olduğumun, kurtulamamış olacağımın ayırdına vardığımı da yazmadan duramayacağım.