28 Kasım 2012 Çarşamba

Beed-e majnoon

Lisedeyken sevgili edebiyat öğretmenim bir dersinin sonunda, “Bir dakikalığına gözlerinizi kapatın.” demişti. Tekrar açtığımızda “Gözlerinizin en kadar değerli olduğunu algıyabildiniz mi?” diye bitirmişti dersi. Şüphesiz her duyu organımız, aslında tek tek her bir organımız ayrı değerli ama gözlerimizin görememesi bizi gerçekten başka bir dünyada yaşamaya itiyor.
Nedendir bilmem, Mecid Mecidi (Majid Majidi)’nin 2005 yapımı yazıp, yönettiği Beed-e majnoon / ید مجنون /The Willow Tree / Söğüt Ağacı filmi, Internet Movie Database / Internet Film Veritabanı (www.imdb.com) kayıtlarına göre Kamal Tabrizi (Kemal Tebrizi) tarafından yönetilmiş görünüyor. Mecid Mecidi’nin kendi websitesi’nde dahi film detayları için kaynak olarak gösterilmiş olan IMDb’ye nasıl güveneceğiz bundan sonra? Hemen Alman arkadaşlarımın sözleri geliyor aklıma; “Vertrauen ist gut, Kontrolle ist besser!“ yani güvenmek iyi hoş da kontrol etmek her zaman en iyisidir ! Bu sebeple Mecid Mecidi’nin bu filmi için bu kez Rotten Tomatoes film veritabanını öneriyorum.

İranlı yönetmen Mecid Mecidi daha önce hüzünlü filmi Bacheha-Ye Aseman (بچههای آسمان) / Children of Heaven / Gökyüzünün Çocukları / Beççahay-ı Asuman = Cennet'in Çocukları = Uçmağ Çocukları filmiyle günceme konuk olmuştu. Çok hoş, simgelerle bezeli, ruhunuza dokunan bir sinema dili var Mecidi’nin.
Beed-e majnoon filmi uzun uzun düşündürten bir film izleyeni. 8 yaşından beri gözleri görmeyen, 38 yıl sonra 46 yaşındayken Fransa’da geçirdiği operasyonla yeniden görme yetisine kavuşan İranlı profesör Yusuf’un öyküsünü anlatmış, filmlerine her zaman derin anlamlar yükleyen sevdiğim İranlı yönetmen.
Mecid Mecidi, kendi web sitesinde belirttiği üzere; bu filmi çekmeden bir kaç yıl önce kör bir adamla tanışmış. Orta yaşlı bu kör adamın dünyasından yansıyanlar Mecidi’yi görebilen ve göremeyenlerin algılayabildiklerine, hissettiklerine ve görebilenle göremeyenin kaçınılmaz karşıtlıklarına yoğunlaşmasına yöneltmiş.
Mecidi'nin ana kahramanı Yusuf’un gözleri görmüyorken Allah’a yakarışı, O’nunla yaptığı konuşmaları, isyanı hepsi derin felsefi anlamlarla bezenmiş. Yusuf’un tedavisi sırasında hastahanede tanıştığı hemşerisi Murtaza ile yaptığı konuşmalar filmin en hoş sahneleri olmuş bence. Özellikle Murtaza’nın sevdiğim Azeri türküsünün “aman avcı vurma beni / men bu dağın ay balam maralıyam....” sözlerini mırıldanışını duymak ayrı bir keyifti diyebilirim. Yusuf’un meyve vermeyen söğüt ağacına, Murtaza’nın ise ceviz ağacına düşkünlüğü hepsi ayrı ayrı anlamlar yüklü…
Yusuf’un karısının adının Rüya olarak seçilmiş olmasının bile bir anlamı olmalı diye düşünüyorsunuz. Gözleri açılan Yusuf’un (uykusundan uyanan mı desek?) artık karısı Rüya’yı beğenmemesi (gördüğümüz rüyadan hoşnut kalmayıp, şımarıkça iteklemek, hiç görmemişçesine davranmak gibi !) boğazınızı düğümlüyor.
Filmin ruhuma en çok dokunan bir diğer sahnesi gözleri açılan Yusuf’un Tahran’a dönüşte, havaalanında kendisini bekleyen kalabalığın içinde, en son 8 yaşındayken gördüğü annesini ayırtedebildiği sahne oluyor. Oldukçu hüzünlü bu sahne ve bana hemen Nazım Hikmet’in “Saman sarısı” şiirindeki şu vurucu dizeleri anımsatıyor;
“… iki şey var ancak ölümle unutulur
anamızın yüzüyle şehrimizin yüzü…”

Görmek önemli bir yeti sonuçta ancak elbette bakmasını bilene. Gözleri göremeyip gözleri görebilenden fazlasını görenlere selam olsun !